ROBER KOPTAŞ

Rober Koptaş

HAYAT OLDUĞU GİBİ

Konyalı Deli Mustafa Ağa: ‘Gâvursuz memleket yağsız tuzsuz pilava benzer!’

Konya Ereğli'de yaşayan ve “Deli” lakabıyla anılan Mustafa Ağa, 1915'te, yörede yaşayan Ermenilerin ölüm yürüyüşüne çıkarılması yönünde emir geldiğinde, “Türkler, Müslümanlar pirinçse, Ermeniler yağdır, tuzdur. Yağsız, tuzsuz pilav olmaz. Gâvursuz memleket mi olurmuş!” diyerek, çok sayıda hemşerisinin hayatını kurtarmıştı. Bu Deli’yi anımsayan pek yok bugün. Türkiye solunun mütevazı neferlerinden Sarkis Çerkezyan, hatıratı ‘Dünya Hepimize Yeter’de onun hikâyesini anlatmasa, hiçbirimiz de anımsamayacaktık.

Konya’da Selçuk Üniversitesi İnsan Hakları Merkezi ve Raoul Wallenberg Enstitüsü tarafından düzenlenen ‘Barış Hakkı’ konulu Din ve İnsan Hakları konferansına davet edildiğimde, yıllar önce Çerkezyan'ın kitabında okuyup unuttuğum Deli Mustafa'yı hatırladım. Din, çoğulculuk ve barış temaları etrafında, Türkiye’de çoğulcu yaşamın geçmişte nasıl yok edildiği, bunun geri döndürülemezliği, yine de bundan sonra neler yapılabileceği, önümüzde ne gibi imkânlar ve ihtimaller olduğu üzerine düşündüm ve konuştum. Deli Mustafa’dan mülhem pilav benzetmesiyle, Türkiye denen pilavın bugün neden bu kadar yağsız ve tuzsuz olduğunu bir kez daha anladım.

Bundan yüz yıl önce, devletin resmi rakamlarına göre 13 bin, İstanbul'daki Ermeni Patrikliği’nin verilerine göre ise 20 bin Ermeni’nin yaşadığı vilayetti Konya. Kent merkezindeki Yukarı Alaattin mahallesindeki nüfusu dört bini aşan Ermeni cemaati, Surp Hagop ve Surp Asdvadzadzin adlı iki kiliseye sahipti. Vilayetin genelinde ise çeşitli yerleşim yerlerine dağılmış 26 okulda, yine dört bini aşkın Ermeni çocuk eğitim görüyordu.

Murat Bardakçı'nın yayımladığı Talat Paşa’nın Kara Kaplı Defteri'ne göre ise, resmi adıyla ‘tehcir’in ardından, 1917’de, vilayette yaşayan Ermenilerin sayısı üç bine düşmüştü.

Düşünün, 13 bin nere, üç bin nere? Hele bir de, rakamların ardında saklı kültürü, zanaatları, sofraları, evleri, bağları, bahçeleri, şarkıları, hevesleri, aşkları, otuz iki kısım tekmili birden, bütün hayatı katın işin içine… İşte yüz yıl öncenin pilavı, böyle yağlı, böyle tuzlu bir pilavdı.

Bugünün Konyası’nda ise, Ermeni namına tek bir kişi yok. Onlardan geriye kalmış iz de yok. Deli Mustafa Ağa haklı; alın size yağsız tuzsuz memleket pilavı…

Konya denince aklıma bir de Vali Celal Bey düşüyor. Dürüst, temiz kalpli Osmanlı bürokratı. İttihatçı şeflerin insanlık dışı tehcir emirlerini uygulamayan; aç biilaç, sefil, üstsüz başsız halde görev mıntıkasına varabilen Ermenilere yardım etmek için çırpınan onurlu insan evladı. O günleri şöyle anlatıyordu anılarında:

“Benim Konya’daki halim, elinde hiçbir kurtarma aracı olmadığı halde bir nehrin kenarında duran bir adamın haline benziyordu. Nehirden su yerine kan akıyor ve binlerce masum çocuk, kabahatsiz ihtiyar, aciz kadın, kuvvetli genç, bu kan akıntısı içinde hiçliğe doğru akıp gidiyorlardı. Ellerimle, tırnaklarımla tutabildiklerimi kurtardım ve diğerleri, zannederim bir daha dönmemek üzere akıp gittiler.'

Bugün Konya’da Celal Bey’den de iz yok.

Benim için, benim gibiler için geçmiş, sanki bin yıl yaşamışız gibi durmadan dönüp baktığımız ve aslında hiç de geçmiş olmayan geçmiş, bir intikam, bir hesaplaşma malzemesi değil asla. Aksine, bugünü ve yarını daha yaşanabilir kılma kavgasının mücadele sahası.

Türkiye’de, siyasi ve toplumsal yelpazenin sağındakiler, solundakiler, merkezindekiler, geçmişi kendi meşreplerine göre seçerek, yontarak, cımbızlayarak kullanıyor. Ve bunun sonucunda ortaya birtakım garabetler çıkıyor. Ne geçmiş geçmiş, ne bugün bugün, ne pilav pilav...

Dünyaya milliyetçi veya ulusalcı gözlüklerle bakanları anlıyorum. Nihayetinde, onlara övünülecek bir tarih, daimi olarak savaşılacak ve alt edilecek düşmanlar lazım. Bunun için yüzeysel, çizgisel, bilimkurgu niteliğinde bir tarih yeterli. Bu anlayış çok eleştirildi, ipliği pazara çıkarıldı, yerden yere vuruldu. Daha fazlası için nefes tüketmeye hiç gerek yok.

Türkiye'de son yıllarda büyük bir siyasi hegemonya kuran Müslüman, muhafazakâr, dindar kesimlerin ve onların siyasi temsilcilerinin tarihle kurdukları ilişkiyi anlamak ise çok daha güç. Çünkü onlar, en azından iddia düzeyinde, geçmişle, tarihle, daha organik bir bağ içindeler. Peki o zaman, nasıl oluyor da, hal edilen Sultan Abdülhamit'i savunurken düşman kesildikleri, fazlasıyla pozitivist, laik, materyalist ve ‘Selanikli’ buldukları İttihatçılara, söz konusu Ermeniler olduğunda laf söyletmiyorlar; hatta ve hatta, o zihniyetin bugünkü savunucusu Doğu Perinçek’i AİHM davasında savunacak kadar düşebiliyorlar?

Yine aynı dindarlar, laiklik anlayışıyla, İslam’a ve Osmanlı geçmişine bakışıyla kavgalı oldukları Kemalist rejimin, veya onun savunusu adına darbeler yapan askerlerin, Kürtler, Aleviler, gayrimüslimler söz konusu olduğunda benimsediği pek çok tutum ve eylemle de ortaklaşabiliyorlar. Hani ya tutarlılık?

Şurası açık: Sağı, solu, İslamcısı, Sünnisi, beyazı ve karası, sosyal demokratı, muhafazakârı, dindarıyla Türkler ve Müslümanlar, millet-i hâkime pozisyonunu bırakmaya kolayına gönül indirmiyor. Bundandır ki kendilerine muhatap olarak daima millet-i sadıkalar arıyor, kurallarını koydukları oyunu ancak millet-i sadıka mensubu olanlarla oynamak istiyorlar. Öyle olduğu içindir ki, vatandaş olarak bize anamızın ak sütü gibi helal olan haklar, birer armağan gibi, birer lütuf gibi, gıdım gıdım sürülüyor önümüze. Yetinmemiz, mutlu mesut havalara uçmamız ve hep alkış tutmamız için…

Bunun içindir ki, Erdoğan’ın elbette ki çok önemli olan taziyesindeki eksik noktalara dikkat çektiğinizde tu kaka ediliyor; Alevilere lütfedilen Dersim özrünün altını dolduracak adımlar beklemek gerektiğini söylediğinizde darbeci oluyor; Kürtlerle müzakere yürütülürken, devletin yakın geçmişte işlediği bin türlü suçun hasıraltı edilmemesi gerektiğini söylediğinizde savaş yanlısı ilan edilebiliyorsunuz.

Peki, muhataplarının olan biten karşısında ne düşündüğünü, ne hissettiğini duymak istemeyen bir tutuma, demokratiktir, adildir, hakkaniyetlidir denilebilir mi?

Bakın, pilavdan başladık, gene demokrasiye, adalete, hakkaniyete geldik. Ama dedik ya, pilavın yağı, tuzu eksik olunca, demokrasi, adalet, hakkaniyet de pek bir tatsız tuzsuz oluyor.

İşte, geçmiş bu yüzden geçmiş değil.