Dışarıda hem terleten, hem üşüten, nemli, soğuk bir hava. İçime denk. Elimde ve içimde Gülten Akın’ın o mis gibi kokan taze ekmek misali kitabı ‘Beni Sorarsan’. Adı gibi üstelik, baştan sona hasbihal havasında, azıcık durdurup dinlemeye ve usulca konuşmaya. Gülten Akın’ın sesi dipten gelir ne de olsa. “ah, kimselerin vakti yok / durup ince şeyleri anlamaya” demiştir ya hani, o vakti ayırıp da incelikler yüzünden ölenlere, incelikler sayesinde yeniden doğanlara seslenir. Duyan kalbe.
Toprağın sesidir o. Anadolu’nun deyişlerini yerel sınırlarından çıkarır da, şiirin alışılmadık imgesi kılar. Yozgat’ta başlamış hayatında, hem kaymakam olan eşinin göreviyle, Gevaş, Alucra, Gerze, Saray ilçelerinde ve Kahramanmaraş'ta yaşamış, hem de avukatlık ve öğretmenlik yapmış olduğundan, onunki bire bir toplanan deneyimlerden damıtılmış bir Anadolu’dur. Ayakları yere basmaz, kök olur, toprağın altına, dal olur gökyüzüne uzanır.
Yaşsız bir bilgeliğin ve delicoş kadınlığın sesidir Gülten Akın. Doğaya, içgüdüye, aşkın özüne aykırı ne kadar dayatma, kural, kalıp varsa, yıkar geçer. Kara saçlara dair şiirinden bir bölümü anımsamak yeter de artar:
kestim kara saçlarımı n’olacak şimdi
bir şeycik olmadı -deneyin lütfen-
aydınlığım deliyim rüzgârlıyım
günaydın kayısıyı sallayan yele
kurtulan dirilen kişiye günaydın
...
şimdi şaşıyorum bir toplu iğneyi
bir yaşantı ile karşılayanlara
gittim geldim kara saçlarımdan kurtuldum
Yeni şiir kitabında, yaşın ve hastalığın daha da billurlaştırdığı bir hayat sevgisiyle yazmış yine Gülten Akın. Behçet Necatigil’in “çok çiğ çağ” sözünü kendine şiar yapmış da dert yanmış şiire geçmeden önce: “Anadolu deyişiyle ‘alacası içinde’ ne çok insan var. Sahte, çok yüzlü, her ilişkisi için başka bir yüzünü takınan. Çoğunluk öyle olduğuna göre arıza bizde! Bu ‘arıza’ sözcüğünü bir genç doktor hanım kullanıyor.”
O genç doktoru, ikinci hayatı olarak tanımladığı diyaliz tedavisi günlerinde görüyor Gülten Akın. ‘Diyaliz’ şiirinde de hayatın en sıkıntılı zamanlarının nasıl şiire tahvil edilebileceğini ve insanı olanı nasıl utandıracağını gösteriyor:
Bedenine usulca giriliyor
Bir iki hoş sözcük atmalı ortaya
atıyorsun
Kulaklar incelikliyse cevap
Değilse duymuyor bile
Hiç böyle öksüz kalmamıştın.
Sen bir şeysin orda
toz olmamak için direnen
Kan kardeş olduğun makine
elbet daha değerli
İktidarın her türlüsünü ifşa eder Gülten Akın. Tahakkümün her türlüsüne karşı da kendini siper... Ölümü anımsatır en büyük terbiye edici olarak. “Ölümün adını neyle değiştirdin / unutkanlık mı?” diye sorar. Sıradan, küçük hırsların ipliğin pazara çıkarır. Ruhu anımsatır. Kalakalırsın.
Bir veda havası var bu kitabında. Hayata değil de, artık kendine dert etmeyeceği hoyratlıklara dair. “Ben yoruldum gidiyorum / Kendi endişeni kendin seç” dedirten bir aciliyet ve kararlılık. Çünkü ne de olsa zaman öncelikleri de berraklaştırdı o kadar ki “Bir şiir kitabı gibiyim / cezaevinden çıkma / yeniden yazıldım da / giderek daha ağır, daha sessiz /eski deyimle daha asude/orası burası işaretlene çizile” der şair. Asude haline denk muhatabını bekler.
Beklediği yer, sözlerle hayat arasında gerili iptir. Orada “Neyi neden yazmalı?” diye sorar. Ne de olsa, burası hep sözün anlamını sorgulatan, yaratmanın içindeki umudu boşaltan bir coğrafya. “Senin verdiği umudu / geyik içse ölür, balık yutsa” dedirten, tüketici topraklar... Bunlar böyle ama, Gülten Akın da o verilmeyen umudu, kendi üretenlerden. Şiirle hayata büyü yapmak isteyenlerden. Dar vakitlerde, ince şeyleri bulup buluşturup bizler armağan edenlerden.
“Ucu kaybolursa bir çile / nasıl sarılır?” dediğinde bize, bu bir soru değil, çağrıdır. Elden geldiğince başkasının çilesinin ucunu bulup sarmaya, birbirine dolanmaya dair. Fildişi kulelere değil, hayatın orta yerine, tozlu, çamurlu toraklara talip olmuş bir şaire emeğinle gitmek düşer. “Ben geldim” derken, anlatabilecek temiz direnişlerinin olması icap eder. Birbirine el verebilmenin, en gereken zamanda her kimse onun yanı başında olabilmenin dersidir Gülten Akın’ın bana öğrettiği. O yüzden, onu sevmek dünyalara değer.