I. Dünya Savaşı’ndaki Almanya-Osmanlı ittifakını Alman belgeleri üzerinden inceleyen ‘Alman Belgelerinde Alman-Türk Silah Arkadaşlığı ve Ermeniler’ isimli kitabın yazarı Serdar Dinçer’le, Balkan Savaşları’nın öncesini, sonrasını ve Ermeni Soykırımı’na giden yolunu konuştuk.
EMRE CAN DAĞLIOĞLU
misakmanusyan@gmail.com
I. Dünya Savaşı’ndaki Almanya-Osmanlı ittifakını Alman belgeleri üzerinden inceleyen ‘Alman Belgelerinde Alman-Türk Silah Arkadaşlığı ve Ermeniler’ isimli kitabın yazarı Serdar Dinçer, Alman Dışişleri Arşivi’ne bu kez Balkan Savaşları’nda Almanya’nın rolünü incelemek için girdi ve bu çalışmanın sonucu olarak Favori Yayınları’nın yayımladığı ‘Krupp’un Bitmeyen ‘Balkan Savaşı’, Sürgün ve Soykırım’ kitabı çıktı. Dinçer’le, Balkan Savaşları’nın öncesini, sonrasını ve Ermeni Soykırımı’na giden yolunu konuştuk.
-
Türkiye’de yaygın olarak zikredilen barış içinde olan halkların yaşadığı ‘Balkanlar’ tahayyülünün içi boş bir romantizm olduğunu söylüyorsunuz. Neden böyle bir barıştan söz edemeyiz?
Egemen Türkçü-İslamcı tarih söylemi, Balkan’da ve tüm Osmanlı’da bütün din ve halkların kardeş kardeş yaşadığını ve bunu ‘emperyalist kışkırtıcılar’ın ve onların ‘gavur beslemeleri’nin bozduğunu öne sürer. Bu kardeşliğin merkezindeki millet-i hâkime ‘hoşgörü’sü, bir boyunduruk güzellemesinden başka bir şey değil. Balkanlar’da da yüzlerce yıl boyunca ‘gavur’ diye aşağılanan, çocukları ordu için, sultan haremleri için toplanan, fazladan vergiler ödeyen ve günlük yaşamda sürekli ‘hoş görülmeye’ mahkûm olan halklardan söz ediyoruz. Batı Avrupa’daki kapitalist gelişme ve bunun getirdiği burjuva demokratik devrimleri, özgürlük, eşitlik söylemleriyle bu halklar yeni bir kişilik buldular. İnsan yerine konmak istediler. Bu da ‘hoş gören’ Osmanlı’yı pek sinirlendirdi. ‘Gavur’ emperyalistlerin ‘gavur’ işbirlikçilerine hâd bildirme eğilimi, açık devlet terörü öne çıktı.
Osmanlı sadrazamlarından Mahmut Şevket Paşa |
-
Osmanlı’nın şiddet uygulaması, emperyalist dediğiniz güçlerin işine mi geldi?
Elbette bu keskinleşme, emperyalist ülke egemenlerinin de işine geldi. Hepsinin kokuşan ‘leş’in çeşitli bölgelerinde çıkar alanları, yatırımları ve gelecek planları vardı. Örneğin, ‘Bulgar özgürlüğü’nün haşin savunucusu İngiliz liberali William Ewart Gladstone, aynı zamanda o bölgenin en büyük yatırımcılarından da biriydi. Silah ve savaşlar, emekçilerin yüzlerce yılda geliştirdiği, belki de eski akrabalıklardan kaynaklanan ve sonraki ihtidalarla sarsılan dayanışmayı, en azından birbirine tahammülü, ite kaka da olsa bir arada yaşama kültürünü yerle bir etti.
-
Avrupa merkezli tarih anlayışının ‘büyük vahşet ve şiddet’e sahne olmasıyla tanımladığı ‘Birinci Dünya Savaşı’nı, Balkanlar’dan bazı tarihçiler ‘Üçüncü Balkan Savaşı’ olarak tanımlıyor. Balkan Savaşları, Balkanlar için bu kadar büyük vahşet ve şiddet anlamına mı geliyor?
Bu savaşlar bütün halklarda bir altüst oluş, dev sürgünler, katliamlara neden oluyor. Bir yörenin organik bir parçası olan yüz binler sürülüyor, onların yerine ne o yöreyi, oranın iklimini, ürünlerini, üretim, tarım tekniğini bilen, ne de oranın dilini konuşan başka yüz binler getiriliyor. Bu çaresizler kurtlara yem oluyor. Alman belgelerinde Balkanlar’dan Suriye’ye sürülen, bir Slav dilinden başkasına bilmeyen ve ortalıkta aç sefil dolanan, camilerde barınan binlerce insandan söz edilir. Sabahattin Ali, bir öyküsünde meyvecilikten geçinen ahalisi sürülen Çirkince (şimdiki Şirince) köyüne yerleştirilen mübadilleri anlatır. Bu mübadiller, Selanik yöresinden gelmiş ve tütüncülükte uzman, ancak meyve bahçeciliğinden anlamayan köylülerdir. Sonuç, açlık ve insanlarla, köy için korkunç bir yıkım. Balkan Savaşları ardından yollanan Alman belgelerinde de Selanik Limanı’nda açlıktan sıra sıra ölen ve ancak bir bölümü Türkiye’ye geçebilen yüz binlerce insandan söz ediliyor. Bu insanlar, daha sonra Türkiye’de de süründürülecek, aç bırakılacak ve bir kısmı gönüllü olarak geri dönmeye kalkışacak. Bunların yerine Türkiye’den yollanan Rum sürgünler de Yunan patron ve ağalarına yem olacaklar. Balkan Savaşı bütün katılımcıların neredeyse iflası ile sonuçlanıyor. Osmanlı ve bütün Balkan maliyeleri, Batı finans kapitali ve devletlerinin kontrolüne giriyor. Yani savaşı hepsi kaybediyor ve kendilerini yeni bir savaşın eşiğinde buluyor.
Arnavutluk seferinde Türk makineli tüfek birliği |
-
Bu süreçte ‘Türk soykırımı’ yaşandığı söylenebilir mi?
Türkiye’de ‘soykırım’ sözcüğünün tıpkı ‘faşizm’ gibi çok düşüncesizce kullanıldığını düşünüyorum. Bizim solumuzun bitmeyen çocukluk hastalığı, ‘sol’ palavracılık burada da kendini gösteriyor. Herkes önüne gelene ‘faşist’ diyor. Bu ‘haşinlik’, gerçek faşizmi, Hitler’i, Mussolini’yi, Pinochet’yi sıradanlaştırmaktan ve sonunda asıl faşist tehlikeyi gözden kaçırmaktan başka bir işe yaramaz. Bunun için de kavramlar içeriksizleştiriliyor, olayların ciddiyeti gözden kaçırılıyor ve yine karşı taraf için çalışılmış oluyor. Oysa olan önemli. Evinden barkından sürülmüş, en sevdiklerini kaybetmiş, ırzlara geçilmiş, organ gaspları yapılmış olmasıdır esas mesele. Soykırım hukukçusu değilim, fakat bence ‘soykırım’ kavramını çok özel, bir halkın kültürüyle birlikte bütün varlığını ateşe atan, adı üstünde ‘soyunun kurutulmasına yönelik’ kırımlar için kullanmak daha doğru.
-
Alman belgelerinde nasıl görülüyor savaşlar?
Almanya yönetimi genel olarak Ermenilere, Ortadoğu Hıristiyanlığına ve Polonya, Belçika, Fransa ve Sırbistan gibi komşu halklara karşı işlenen suçları ‘kolektifleştirme’, ‘Avrupa savaştayken olmuş böyle şeyler’ deme havasında. Bu sebeple bol bol savaş tasviri yapılmış belgelerde, bir tür ‘üzüntü’ gösterme hali. Diğer yandan, Alman Dışişleri Arşivi’nde de Balkan Savaşları’na ayrılmış ‘Vahşet’ (Grausamkeiten) isimli dosyaları var. Ancak diğer belgelerde sergilenen manzaraları okuduktan ve Ermeni soykırım belgelerinin çevirisinden sonra bir de bu dosyalara girip çeviriler yapmayı kaldıramadım. Bir de devamını bulamadığım yarım raporlar var. Bunları kitabımda kullanmadım,ancak çok önemli bilgiler var bazılarında. Örneğin 1913 baharında, yani Birinci Balkan Savaşı’nın ardından bir sürü heyecanlı telgraflaşma var. Konu, Edirne Hıristiyanlarına uyguladığı kötü muamele nedeniyle Bulgarlarca tutuklanan Bahaeddin Şakir’in serbest bırakılması. Daha sonra Ermeni Soykırımı’nda belirleyici rol oynayacak olan bu adamın kurtarılması için Alman diplomatlar araya giriyor ve Şakir’in kurtarıldığı ‘müjdesi’, Mayıs sonunda Berlin’e iletiliyor. Ancak bu raporun sadece ilk sayfası dosyada var, gerisi yok.
-
Balkan Savaşları’nda Almanların payı nedir?
Bölgeye özgürlük bayrağıyla, ticaretle giren İngiliz ve Fransız sermayesi çok daha önceden etkin olmuş. Paylaşıma geç kalan ve hiçbir zaman burjuva demokratik devrimini tamamlayamayan militarist Almanya, silahları ve askeri danışmanlarıyla bölgeye giriyor. Egemenliği altında kurmak istediği ‘Orta Avrupa’ sınırlarını Balkan ve Osmanlı’ya dek uzatıp buraya el atınca çatışma keskinleşiyor. Balkan halklarındaki ‘özgürlükçülüğü’ destekleyen İngiliz ve Fransız etkisine karşı Alman sermayesi, Osmanlı’yı ‘bütünlüğüyle arzuluyor’, etkili silahları ve haşin subaylarıyla millet-i hâkime ihtiraslarını ‘gıdıklıyor’ ve bu, Abdülhamit’i de cezbediyor. Oryent, Anadolu ve Bağdat Hatları, Alman-Osmanlı despotlarının izdivacının bel kemiğini oluşturuyorlar. Bu sebeple, Alman belgelerinde sürekli olarak Osmanlı’daki merkeziyetçiliğe, ‘bölünmez bütünlüğe’ vurgu ve destek var. Özerklik, bağımsızlık istemlerine karşı da sonsuz bir alerji.
-
Wilhelm’in militarist tavrı da savaşlarda etkili oluyor mu?
Alman devleti, baştan sona ‘Prusyalaşmış’ bir asker devleti. Başındaki Wilhelm müzmin bir monarşist ve her yerde monarşistleri ve en saldırgan militarist çevreleri destekleme çabasında. Bunun için Abdülhamit’le kanları pek uyuşuyor. Abdülhamit’in yıkılmasını önlemek için maaş alamamış subaylara yüz binlerce altın saymaya bile kalkışıyor. Önleyemeyince de ‘isyankâr’ subaylara kanı bir süre ısınmıyor. Büyükelçi Marschall’ın ısrarlı raporları sayesinde başa gelenlerin de ‘iyi çocuklar’ olduğuna ve Alman eğitimli subaylar kontrolündeki ordunun baş dayanak olacağına ikna oluyor. Yüz binlerce mavzer siparişiyle Mauser firmasını ihya etmiş olan Mahmut Şevket Paşa’yı, ardından da onun yerine geçenleri kabulleniyor. Osmanlı’da da ‘özgürlük, demokrasi, toprak reformu’ isteyen Ermeni ‘bozguncuları’ ise bir türlü sevemiyor. Büyükelçi Marschall’ın Adana Katliamı’nı izleyen raporlarından birine göre Ermeniler ‘varolan en yalancı milliyetlerden biri’.
-
Ordu üzerindeki aynı etkiyi Balkanlar’da da görüyor muyuz?
Elbette, Wilhelm’in bütün bu manevralarında büyük savaşa hazırlık fikri belirleyici. Bütün tavrını, ‘Şu kadar tüfek yanımda, şu kadar tüfek karşıya kaydı’ hesaplarıyla belirliyor. Bütün Balkanlar’da monarşilerin ve onları destekleyen askerlerin yanında yer alıyor. Bölgedeki liberal taleplere ve toprak reformuna yönelik her hareketin karşısında Wilhelm’i buluyoruz. Bunun için Sırbistan’da Paşiç ve Yunanistan’da Venizelos hükümetlerine, buralardaki burjuva demokrasisi denemelerine bir türlü kanı ısınmıyor. Aram Andonyan’ın Balkanlar için dediği gibi, ‘Toplar bir ülkeye yalnız başına gitmez, beraberinde onları imal eden ülkenin manevi etkisini de götürür’. Başta Sırbistan, Bulgaristan ve Yunanistan, Fransızların ürettiği Schneider topları kullanırken, Fransa’nın etkisi altındaydılar. Fakat Birinci Balkan Savaşı’nda Bulgaristan, Osmanlı’dan ganimet olarak Alman Krupp toplarını ele geçirdiği andan itibaren, büyük savaşta bile Almanya’nın yanına geçiyor.
-
20. yüzyılın başında Osmanlı’nın Anadolu’daki gayrimüslim toplumlara karşı yürütülen zorla göç ettirme ve katliam silsilesi, çoğunlukla Balkan Savaşları’ndaki hezimet ve Türklerin uğradığı katliamlarla gerekçelendirilir. Bu ilişkiyi kurmak ne kadar doğru sizce?
Coğrafyada Müslümanların yerlerinden edilme süreci, daha öncesine dayanıyor. 1860’larda Kafkasya’dan Osmanlı’ya sürülen ve sayıları milyonu aşan Çerkesler var. Osmanlı egemenleri, bu sürgünleri kendi bölgelerindeki Hıristiyanlara karşı kullandılar. Buna 50 yıl sonra Balkanlar’dan gelenler ekleniyor. İttihatçılar da onları kullanıyor. Elbette bu sürgünlerin yarattığı psikolojik ortamla Ermeni Soykırımı arasında bir ilişki var. Biz bu acıları ciddiye almak zorundayız. Katliamcılar savaş ortamında bu psikolojiyi kullandılar. Bu olguyu ‘Bir sürgün başka bir kırımın gerekçesi olamaz’ gibi pek ‘ahlaki’ ama boş bir deyişle görmezlikten gelirsek, bu daha önce sürülmüşlerin acılarını soykırım inkârcılarının ajitasyonuna teslim etmek demek olur. ‘Bir sürgünün bir başka sürgünün gerekçesi olamayacağı’ söylemi elbette çok doğru. Olmaması gerekir ama bal gibi yapılıyor. Egemen kliklerin güdümündeki güruhlarla bu, hem de tekrar tekrar ‘gerekçe’ olarak kullanılıyor. Fakat sonuçta, o acılar da sürgün belâsıydı. Bu anlamda bir acı seçkinciliği ahlâksızlıktır. Bunun için o acıları da duyumsamamız, sahiplenmemiz ve acı, ceset tokuşturucuların, bu büyük riyakârlığın ayaklarını yerden kesmemiz gerekiyor.
-
Bu nasıl yapılabilir?
Soykırımı bilmeyen insanlara bu acıyı anlatabilmemiz için kimi zaman sadece olguları saymak veya belgeleri önlerine koymak yetmiyor. İnanmıyorlar veya kabullenemiyorlar. Bunun için bu olguların yanısıra, onların kendi dedelerinden, ninelerinden dinledikleri ve tahayyül edebildikleri kendi acılarını hatırlatmamız, onların kendi deneyimlerinden çıkarak soykırımı tahayyüllerini, duyumsamalarını sağlayabilmemiz gerekiyor. Bu kadim topraklarda, hep egemen ahlâksızlığı, hep insan, kadın ve hak düşmanlığı, hep rüşvetçilik, hep başıbozuk vurgunculuğu ‘ortak acıdır’. Kendi ‘dindaş’ına, ‘soydaş’ına böylesine insafsız olabilenlerin, en savunmasız ‘gavur’a hiç acımayacağını her dürüst insana anlatabilirsiniz.
Ermeni Soykırımı’nın bu savaşlarla bağlantısının kurulması doğru mudur?
Doğrudan bir bağlantıdan bahsetmiyorum, ancak Ermeni Soykırımı böyle bir ortam yaratılarak gerçekleştirildi. Enver-Talat kliği, savaşı bu kafalarındaki ‘kökten çözüm’ için fırsat bildi. Aram Andonyan’ın dediği gibi ‘genel ahlaksızlık’ ortama hâkim kılınıyor. Savaşa dek toplumsal normları, saygı ölçülerini dikkate alan insanların savaşla canavarlaştığını görüyoruz. Bunun için Ermeni Soykırımı’nın belirleyici etkeninin patlatılan savaş olduğu, soykırımın baş sorumlularının da ülkeyi bu ateşe atanlar olduğu görüşündeyim. Savaş en insaflı insanı bile canavarlaştırabiliyor. Bunun için önemli olan insanı canavarlaştıran koşulların önüne geçmemiz gerekir. Kim ki bu savaşları tetikliyor, o bu canavarlaşmanın da baş sorumlusudur. Bütün bir halk ‘kolektif sorumlu’ ilan edilemez. Toplumu baştan çıkaran, canavarlaştıran egemenler ile baştan çıkarılan, sürüleştirilen, savaş mezbahasına sürülen yığınları aynı derecede sorumlu ilan etmek, asıl sorumluları, sorumluluğu, tepedeki çetenin kâr ve erk hırsını örtbas etmekle eş anlamlıdır.
Balkan Savaşları’na gönüllü olarak katılan Lazlardan ikisi |
‘Türkiye, Türk olmak istiyor’
-
Balkan Savaşları öncesinde, İttihat ve Terakki iktidarının Balkanlar’a yönelik Türkleştirme politikasından bahsedilebilir mi?
İttihatçıların Türkleştirme arzusu elbette ki mevcut. Bunun en iyi örneği, Arnavut isyanının patlaması üzerine İttihatçıların 1910’da yaptığı Arnavutluk seferi olabilir. Bu seferi Türk yanlısı gazeteci Ernst Jäckh, özel bir kitapla Almanya’da anlatmış. Güçlü Krupp toplarının Arnavut köylerini nasıl yerle bir ettiğini, köylerdeki ihtiyarların herkesin önünde nasıl dövülerek ‘edepli’ hale getirildiğini, çok direnenlerin de nasıl sıra sıra ‘sallandırıldıklarını’ fotoğraflarıyla birlikte ‘Maşallah!’ diyerek anlatıyor. Jäckh, Ermenilerin imhasının ardından Enver’le birlikte yaptığı Suriye-Filistin gezisi üzerine, ‘Türkiye, Türk olmak istiyor’ diye yazıyor ve devam ediyor: ‘Savaş, Türkiye’nin önce kendi bölgelerini fethetmesi gerektiği şartını kanıtlıyor ve yerine getiriyor. Bu Türk ‘fethi’, savaşı Suriye ve Mezopotamya’ya getiriyor. Mezopotamya düşecektir ve düşmeli! Arap Mezopotamya, kulaklarını doğrultacak ve gözlerini kaldırıp bakacak, Türk muzaffere yöneltecek. O ki, koca bir İngiliz garnizonunu esir almıştır. Öyle büyüktür ki, bu şimdiye dek bu savaşın Avrupa cephesinde hiçbir yerde başarılamadı. Maşallah!’
‘Osmanlı’nın yüzlerce yıllık ‘zor kültürü’ var’
-
Osmanlı’nın yönetim tarzından bahsedilirken, mütemadiyen Balkanlar’da zorla Müslümanlaştırma yapılmadığından ve Osmanlı’nın yerel kültüre ve dine dokunmadığından bahsedilir. Bu önerme doğru mu?
Osmanlı’daki ‘barış’ söylemi, Medine Sözleşmesi’ne dek götürülür. Ancak bu sözleşmeyi kabul eden Medine Yahudilerine sonradan ne olduğu sorusunu kimse sormaz. Gerek o sözleşme ve gerekse Osmanlı’daki millet-i hâkime hoşgörüsü, zorun romantize edilmesinden ve hoşgörü olarak gösterilmesinden başka bir şey değildir. Adı üstünde, ancak üstün olan, egemen olan ‘hoş görür’. ‘Hoş görülen’ de diş gıcırdata gıcırdata buna razı olur. ‘Zor’un da çeşitleri, dereceleri vardır. İlle de önüne geleni kazığa oturtmak gerekmez, bu iş çok daha ‘hoş’ yürütülebilir ve bu alanda Osmanlı’nın gerçekten yüzlerce yıllık bir ‘kültür’ü var.
‘Soykırım’a karşı çıkan’ Metternich’in raporu
Almanya’nın 1915’te atadığı Osmanlı büyükelçisi Paul von Metternich, zaten iyi geçinemediği Talat, Enver ve Cemal Paşaların kararlarına itiraz ederek, Ermenilerin tehcir edilmesine karşı çıkar. Enver Paşa, Metternich’in geri alınması için Alman Başkarargâhı’na başvuracaktır. Galiçya’ya ‘ortak savaş çıkarları’ için yollanan 100 bin seçkin asker büyük olasılıkla Metternich’in geri çekilmesi karşılığında verilmiş malzemedir. Bunların üzerine Metternich, Almanya’ya yolladığı rapora şunları kaydeder:
‘Geçen haftanın akışı içinde, Ermenilere zulmü, Enver Paşa, Halil Bey ve bugün Cemal Paşa ile ciddi şekilde konuştum ve huzursuzluk ve hiddetin dost dış dünyada ve Almanya’da da geniş çevreleri sardığına ve eğer bir son gelmezse, Türk hükümetine duyulan tüm sempatileri bitireceğine işaret ettim. Enver Paşa ve Halil Bey, daha başka tehcirler için bir niyet bulunmadığını iddia ediyorlar. Savaş zorunluluklarının, elebaşıların cezalandırılması gerektiğinin ardına saklanıyorlar ve yüz binlerce kadın, çocuk ve yaşlının sefalete itildiği ve öldüğü ithamıyla yüzleşmekten kaçıyorlar. Cemal Paşa, baştaki talimatların doğru olduğunu, onların uygulanışının ama kötü organize edildiğini söylüyor. Bunun sonucu, kendinin yiyecek ve para ile hafifletmeye çalıştığı acıklı durumların egemen olduğunu inkâr etmiyor. Bu doğru. Onun Halep yakınındaki menzil yolunda, mültecilerin sefaleti sonucu salgın hastalıklar hakim ve o çare arayışında, mültecileri soyan birçok şahsı da astırdı. Cemal’in kurmay başkanı Albay Von Kress bana, sefaletin her tür tasvirle alay edecek ve her tür anlatıyı aşacak boyutlarda olduğunu söylüyor. Bunun yanı sıra ülkede, katliamları Almanların istediği şayiası yayılıyor. Ben çok sert konuştum. Protestoların bir faydası yok ve Türklerin, güya başka tehcir yapılmayacağı sözlerinin hiçbir değeri yok. Güvenilir kaynaktan, buradaki polis müdürünün verdiği bilgiye göre, bunun gizli tutulmasını rica ediyorum, kısa süre önce İstanbul’dan 4 bin kadar Ermeni’nin Anadolu’ya götürüldüğünü ve henüz İstanbul’da yaşayan 80 bin Ermeni’nin giderek boşaltılacağını öğrendim. Kaldı ki, zaten yazın 30 bin kadarı İstanbul’dan sürülmüştü ve 30 bin kadarı kaçmıştı. Durdurmak gerekiyorsa, o zaman daha sert araçlar gerekli.’