Morrissey, cayır cayır bir duygunun sesi. Onun çeşitli silahları var; aralık bıraktığı gömleğinden parlayan, arzulayana mı yoksa ermişe mi ait olduğu belirsiz bedeni; yüzleşmeye çağıran ama yolun ortasında da yalnız bırakan cinselliği; kendinden başka hiçbir şeyle çelişmeyen keskin zekası. En çok da hissi.
FIRAT DEMİR
firatdemir@me.com
O bir bebek-adam. Biricik idolü, bir başka bebek-adam, James Dean gibi, masumiyetiyle sivrileşen, ezel ebed yalnız bir ruhla büyümeye çalışan. Manchester’da İrlandalı katolik bir ailenin mutsuz evladı, iflah olmaz bir ıssız, toplumsal cendereyi ta çocukken ensesinde hissetmiş bir duygusal.
Gri şehrin, baskıcı okulların, yoksulluğun ve duygusallaşmaya izin vermeyen erkeklerin içinde büyüdü. Gençlik yıllarının yegane özetiyse yüzlerce cevapsız mektuptu: yayınlanmasını arzuladığı müzik eleştirileri, hayranı olduğu isimlere aşk ilanları, gazetelere ve gazete yazarlarına nefret sayfaları. Hiçbir zaman geri dönüş alamadığı bu mektuplar, Morrissey’in iletişim kurma arzusunun ve de hayal kırıklıklarının nesneleri oldular. Bir bitmez bekleyiş halinin simgeleri.
İçinde kavrulduğu bu bekleyiş halini ‘The Smiths’ bitirecekti. Morrissey, gitarist Johnny Marr ile, 1982 yılında The Smiths’i başlattığında, odasının kapısını da dışarıdan kapatmış oldu. Fakat artık aynı utangaç çocuk değildi. Bize kendi varlığını sunmadan önce kendisini yeniden inşa etmek istedi.
Vakti zamanında kendisine “yıldız yaralanması” yaşatan isimlerden ödünç alacakları oldu: Oscar Wilde’ın iğneli şairaneliği, Sandy Shaw gibi 60’lı yılların popçularındaki masum ifade, New York Dolls’un performatifliği, Jean Marais’nin duygusal erkekliği.
Sonra sıra düşmanlarını belirlemeye gelmişti: Punk artıkları, U2 gibi söylem grupları, zamanının uyuşturucuyla hissizleşmiş plastik popçuları.
Ve hepsinin üzerine Johnny Marr’ın emsalsiz gitar melodileri, Andy Rourke’un yankısı bol bas gitarları, Mike Joyce’un kıvrak davul sesleri.
The Smiths. Sadece beş yıl ayakta kalabilmesine rağmen, pek çok hayata dokunmuş bir grup. Kendi jenerasyonu için bir hayat memat meselesi. Sonraki jenerasyonlar için bir ilham kaynağı. İnsani bir karşı koyuşun gür sesi. Biraz Morrissey’in arka cebine sokuşturduğu çiçekler gibi. Özgürleşmek isteyen bireyin mabedi oldu The Smiths. Bu mabedin kutsalı da Morrissey’in şarkı sözleriydi.
Cinsiyetlerin özgürleşmesi, efemine ve duygulu erkek’in topluma karşı romantik duruşu, işçi sınıfının çelişkileri altında ezilen gençlerin sınıfsızlaşması, ailenin reddi, eğitim sisteminin çürümüşlüğü, kapitalist bir toplumda pasif kalmanın güzelliği, İngiliz böbürlenmesinin trajedisi, vejetaryen bir hayatı tercih etmenin onuru, kırılgan olanın aseksüelliği. The Smiths, Morrissey’i hayata açan aralıktı ve Morrissey bu aralıktan gördüğü ne varsa bir bir yazdı. Yazdıkça da kendisi gibi yalnızları safına kattı.
The Smiths’den geriyeyse, duygusu kaldı. Grubun kendi adını taşıyan manifesto niteliğindeki ilk albümü; provokatif ve politik “Meat Is Murder”, başyapıt “The Queen Is Dead”, kişisel ve hüzünlü bir veda olan son albüm “Strangeway, Here We Come”, çeşitli albüm dışı kayıtlardan oluşan “Louder Than Bombs” ve “Hatful Of Hollow”… Bir hayat boyu yetecek kadar şarkı. Tekrar tekrar okunacak sözler. Hala zihin açan ve taze gelen melodiler. Kısacık sürmüş, tertemiz bir grup. “Death Of A Disco Dancer” şarkısında yazdığı gibi: çok hoş, çok hoş, çok hoş… ama belki bir sonraki dünyada.
The Smiths sonrasında birbiri ardına güzel albümler çıkardı Morrissey. “Viva Hate”, “Your Arsenal”, “Vauxhall and I”, “Southpaw Grammar” ve “Maladjusted” gibi albümler, The Smiths müziğinin daha rafine hali olarak aklımızı ve gönlümüzü meşgul etmeyi sürdürdü. Fakat Morrissey’in istediği o başka dünya ufukta görünmüyordu ve bu dünyayla baş edebilmek için yeni hayatta kalma yolları bulması gerekiyordu. Tekrar yalnız kalmıştı ve ne hak edilmemiş bir rahatlık arıyor, ne de başladığı yere dönmek istiyordu. Öyleyse azizliğe ulaşmanın binbir halini deneyecekti. ‘Ben öyle demedim’lerle, ‘siz bunu nasıl göremezsiniz’lerle, sürekli açılıp kapanan, dokunup kaçan bir varlığa dönüştürdü kendisini yavaş yavaş. The Smiths gibi kocaman bir mirasın gölgesinde kalmamak için ileriye gitmekten hiç korkmadı. Sorgulanmaktan sonsuz bir keyif almaya başladı. O, dünyayla böyle flört ediyordu.
Bu flört oyununda kendisi karmaşıklaştıkça, dünya saydamlaşmalıydı. Savaşmaktan vazgeçmedi; toplumsal ve politik gerçekleri bir ifşa etmeyi sürdürdü. Sanki onun dünya karşısındaki doğruluğu, kendisiyle ilgili mesafeleri koruması için gereken bir elzemdi. Keza kavgası, bir kendilik kavgasıydı.
Kendilik inadı, az şey mi? Didişmek demek, deşmek demek, kazırken kendini de alt üst etmek demek, hep kendine kalmak demek. Bitmez bir iç çatışma demek. Haliyle, Morrissey’in anti-hali, yine Morrissey oldu. Çocuğu gibi durduğu Oscar Wilde’ın elinden çıkmışa benzer bir paradoksun içerisine bile isteye atıldı. Bir hadise, bir muamma halini aldı. “O bana hayatı gösterdi” dedirttiği hayranlarına, “ya bizi kandırdıysa?” da dedirtecek kadar girift bir kendilikti ondaki. Ya gerçekten aseksüel değilse? Ya bazen ağzından kaçan o ırkçı cümleler konusunda samimiyse?
Bu sorular, Morrissey’in zekasının nazarları oldular. Zekası, Morrissey’i korudu. Mesela onun üzerinden bir cinsel okuma yapmaya çalışmak, cinselliğe yeni baştan başlamakla eşdeğerdi. Çünkü o, erkek değil, kadın değil, homoseksüel değil, heteroseksüel değil, kavramların birbiri içine geçerek yok olduğu, ilişkiye ve duyguya dayalı bir cinselliğin temsiliydi. Haliyle, aslında kimseye bir açıklama yapmak zorunda değildi. Büyük bir vejetaryen, hayvan hakları savunucusu, totaliter her türlü yapılanmaya karşı bu adamın arada sırada milliyetçileşmesiyse tabii ki medya manipülasyonuydu. Öyle ya da böyle, Morrissey, kendisini affettirmenin bir yolunu muhakkak buldu.
Bazen kavgada yorgun düştüğü de oldu. Bir süre ortalıklarda gözükmedi. Albüm çıkarmadı. Bir plak şirketi bile yoktu. “You Are The Quarry” gibi ustalıklı bir albümle geri dönebilmek için tam yedi yıl bekledi. Morrissey’in solo albümündeki ikinci yükselişi başlatan bu albüm, bize biraz daha dinlenmiş bir Morrissey sunuyordu. “Ringleader of the Tormentors” ve “Years of Refusal” bu dinlenmişliği güçlü bir müzik olarak devam ettiren albümler oldular.
The Smiths hayranlarının içinde ukde kalansa, Morrissey’in o başladığı noktadaki saflığıydı. O, artık büyük bir popstar, bir kült, bir skandal objesi, bir politik örnek ve benzeri ve benzeri pek çok iyi ve kötü şeye dönüşmüştü. Tüm bunlar olurken kimileri Morrissey’den sıkıldı, kimileri onun arada sırada işlediği günahları çok ciddiye aldı, kimilerisi de o hiç kendine ihanet etmedi, diye diye duvardaki Morrissey posterlerine yenilerine ekledi.
Morrissey, geçen ay onuncu solo albümünü yayınladı. Aynı eski Morrissey; erkeklik halleri, eğitim sistemi, bireysellikten beslenen bir toplum eleştirisi gibi, gibi. Ve bir de ezan sesleriyle açılan “Istanbul”.
Albümü Morrissey’in diğer solo albümleriyle karşılaştırırsak; ne “Viva Hate” ya da “Vauxhall and I” kadar kişisel, ne “Your Arsenal” kadar tutkulu ne de “You Are The Quarry” kadar ustalıklı. Morrissey’in yeni bir döneme sıçramadan önce yaptığı ve kendi bilgisini temize çektiği “iyi” ama “arada” albümlerinden biri. Asıl önemlisiyse, albümün Morrissey adına temsil ettiği mesafe. Bu mesafe, ta albümün isminden başlıyor. Tek bir başlık, bu karmaşık kültün 30 yılını bir çırpıda özetlemeye yetiyor. Ve aslında Morrissey’le ilgili tüm sorguların da cevabını taşıyor.
Albümün adı: World Peace Is None Of Your Business.
Yani, dünya barışı seni hiççç ilgilendirmez.
İşte size Morrissey.
Bir mektup sapığıydı.
Şimdi dünyanın üzerine yürüyor.