Yorgo Demir, resmi tarihin saklı köşelere ittiği, 19 Mayıs’ta Yunanistan’da ‘Soykırım Kurbanlarını Anma Günü’nde hatırlanan 1914-1923 Pontus Rum tehcirini yazdı.
YORGO DEMİR
Tarih olaylarının devlet ideolojileri çerçevesinde şekillendirilmesi, fiili tarih ile yazıya dökülmüş resmi tarih arasında farklılıklara, hatta çoğu kez bozulmalara yol açar. Ortaya konan gerçeklik, devletler tarafından yeniden anlamlandırılan kavramlarla kendini gösteren bir yanılsamadan ibarettir. Tarih sahnesi, halkların maruz kaldığı yanılsamalarla doludur. Mesela, modern Yunanistan'ın kurulmasına vesile olan ve boyunduruk altında yaşamanın reddedildiği 1821 Yunan bağımsızlık mücadelesinin Türkçe'deki karşılığı Osmanlı'ya karşı çıkışı simgeleyen 'Yunan isyanı'dır. Aynı şekilde Kurtuluş Savaşı, Yeni Türkiye için özgürlüğün rotasını çizerken Yunan halkı üzerine bir felaket (Küçük Asya felaketi) olarak çökmekteydi.
Geçtiğimiz günlerde kutlanan 19 Mayıs, Türkiye'deki anlamının çok dışında, dünyanın belli yerlerinde, özellikle Yunanistan'da yas anlamı taşıyor. Resmi bellekte Atatürk'ün Samsun'a çıkarak Kurtuluş Savaşı'nı başlattığı gün olarak yer alan 19 Mayıs, Türkiye'de ‘Atatürk'ü Anma Gençlik ve Spor Bayramı’ olarak kutlanır. Buna karşılık, Yunanistan Parlamentosu, 24 Şubat 1994'te Pontus bölgesinde yaşayan Rum nüfusun Jön Türkler hareketi önderliğinde 1914-1923 arasında katline ve tehcirine atıfta bulunan önergenin akabinde 19 Mayıs gününü ‘Soykırım Kurbanlarını Anma Günü’ olarak oybirliğiyle kabul etti.
Pontus Rum tehciri ve buna paralel Ermeni ve Asir-Suryani toplumları dahil olmak üzere Osmanlı topraklarında yürütülen tehcir ve asimilasyon sinsilesi, sanılanın aksine 1915'ten önce Balkan Savaşlarıyla başlıyor.
Balkan Savaşları sonrası kaybedilen Balkan topraklarından kaçan Müslüman muhacirlerin Rumların yaşadığı bölgelere yerleştirilmesi ve Rum tüccarlardan mal alınmaması yönünde yürütülen propagandalarla sayısı yüzbinlere varan Rum nüfus, bir buçuk ay gibi kısa bir sürede Osmanlı'dan yurtdışına göç etmek zorunda bırakılıyordu. Nitekim konunun, Rum kökenli Aydın milletvekili Emanuel Emanuelidi efendinin soru önergesiyle 23 Haziran 1914 tarihli Meclis-i Mebusan oturumuna taşındığını, dönemin Zabıt Ceridesi'ndeki kayıtlardan öğreniyoruz. Hatta yine kayıtlara göre, tartışmanın gerildiği bölümlerde Emanuel efendi Müslüman vekiller tarafından 'Yunan kafası taşımak' Rum nüfus da 'Balkan savaşlarında işbirlikçilik yapmakla' suçlanıyor.
Balkan Savaşları'nda kaybedilen toprakların faturası
O gün tutulan meclis zabıtlarına göre tehcire giden yolda ilk adımlar 1914'te atılmış oluyor. Osmanlı yönetimi başta Rumlar olmak üzere, işbirlikçilik bahanesiyle Balkan Savaşları'nda kaybedilen toprakların faturasını bir anlamda Gayrımüslimlere keserek İttihat ve Terakki'nin önderliğinde köklerinin kazınması için eyleme geçiyor. Zamanla sistematik bir hal alan bu eylemler ölüm yürüyüşleri, tehcir, işkence, açlık ve susuzluk yöntemleriyle kendini gösterirken diğer yandan kendini savunabilecek durumdaki gayrımüslim erkekler muafiyet bedeli ödemiş olmalarına rağmen askere, Osmanlı ordusunun amele taburlarına ölesiye çalışmaya gönderiliyor, erkeksiz kalan Rum köyleri de çetelere karşı savunmasız kalıyordu.
Balkan Savaşı sonrası dönemde Rumlara karşı tehciri tetikleyen önemli unsurların başında 1916'da Ruslar'ın Karadeniz'deki Osmanlı topraklarına saldırması geliyor. Başta Topal Osman ve İpsiz Recep'in başını çektiği çeteleri Rum köylerine salmak adına yeni bahaneler arayan Osmanlılar, dağa kaçan Rumların silahlandığına, Rum İmparatorluğu oluşturmak için Rus ordusuyla işbirliğine girildiğine dair gerekçelerle çete katliamlarının meşru kılınmasına zemin hazırlıyordu.
Ruslar, denizden Trabzon limanını topa tutarken, karadan Batıya ilerleyişini Of sınırına kadar genişletmiş, ancak 1917 Ekim devrimi Rusların geri çekilmesini sağlamıştı. Rus işgalinin devam ettiği 1916 Kasım’ında tehcir ve yoketme politikası Rus işgali sırasında Karadeniz’de hayata geçirildi ve böylece Pontus'taki Rumlar kadın ve çocuk gözetmeksizin canlarına mal olacak kadar zor koşullara maruz bırakılıp, güneye doğru ölüm yürüyüşüne gönderildi. Kurtulabilen Rumlar yukarı Pontus'a (SSCB) ve can havliyle silahlanıp dağlara kaçarken, ileriki dönemlerde topraklarını terketmek istemeyenler etnik ve dini kökeninden vazgeçerek Müslüman kimliği altında sonuçlarına günümüzde de rastladığımız kripto bir yaşam sürdürmek zorunda kalırlar.
Tüm bu olaylar gelişirken 1919 baharında İstanbul hükümeti, Mustafa Kemal’i 9. Ordu Müfettişliği göreviyle Rumlarla alakalı durumu araştırmak ve incelemek üzere gönderir.Bu dönemle beraber bölgesel ordu komutanlıkları görevlendirilmeye başlar. Haziran 1920'de Kurtuluş Savaşı'na katılmak üzere Anadolu'ya geçen, Sakallı Nurettin Paşa olarak ünlenen Nurettin İbrahim Konyar, Aralık 1920 tarihinde Amasya'da Rumlara karşı kurulan 10,000 askerlik Merkez Ordusu Komutanlığı'na atanır.
Konu hakkında araştırmaları yayımlanan gazeteci Leyla Poyraz 'ın aktardığına göre, Rum tehciri hakkında Başbakanlık Osmanlı arşivlerinde de kayıtlar bulunuyor; “Öncelikle 1916'da Osmanlı Hükümeti (Meclisi Mebusan) ‘Ermeni Tehciri’nin ardından ikinci bir tehcir kararı aldı. Hükümet ’’savaş alanlarına, askeri tesislere yakın ve casusluk faaliyetlerinin görüldüğü Rum yerleşim bölgelerini öncelikli tahliye edilecek bölgeler’’ olarak belirledi.” Poyraz, döneme ilişkin olarak 2 Temmuz 1337 (1921) tarihli Bakanlar Kurulu kararıyla Samsun, Amasya, Tokat ve Yozgat dolaylarındaki Rumların askeri nedenlerle başka yerlere sürgün edilmesinde ve uzaklaştırılmasında bölgesel ordu kumandanlığının yetkili kılınmış olduğunun Başbakanlık Cumhuriyet arşivlerinde yer aldığını söylüyor.
Canlı tanıklıklar ve belgeler
Yazılı ve görsel belgelerin yanı sıra canlı tanıklıklar da günümüze trajedinin boyutları hakkında bilgi taşıyor. Geçtiğimiz günlerde vefat eden, ölüm yürüyüşünün son tanıklarından, ‘Karadenizin Adsız Kızı’ olarak bilinen Sano Halo'nun tanıklığını (Efthimia), kızı Thea Halo kaleme aldı. Yol boyunca kardeşleri, annesi ve babasının gözleri önünde öldüğüne şahitlik eden Sano Halo’nun kızı, kitapta annesinin ağzında, 10 yaşında yaşadığı zor koşulları ve acı dolu anları şöyle anltıyor: 'ayakkabılarım tamamen parçalandığında dört aydır yoldaydık. Bu çorak arazilerde yalınayak yürümek cam parçaları üzerinde yürümekle eş anlamlıydı. Yanımıza aldığımız yiyeceğimiz de tükenmişti. Her gün yeni bir ölümü daha getiriyor, her gün bir beden çürümek üzere yol kenarına bırakılıyordu”
20 Mart 1922'de Ingiliz diplomat George W. Rendel Turkiye'de Hristiyanlara karşı yürütülen bu politikaları bir muhtırayla kaleme aldığında şöyle yazıyordu : '30 Ekim 1918'de Türklerle yapılan ateşkesten sonra azınlıkların savaş boyunca Türkler tarafindan kovulma süreci geçici bir zaman için azalma göstermiş görünüyor... Bu kovulmalar gerçekleştirilirken, aralarında orantısal olarak çok az sayida insanın kurtulduğu 500.000'in üzerinde Rumun sürgün edildigi kabul edilmektedir'.
Hatıralarında, 1913 ve 1916 yılları arasındaki ABD'nin Osmanlı Devleti Büyükelçisi Henry Morgenthau 'Her yerde Rumlar grup halinde toplatıldı ve Türk jandarmaların 'koruması' altında iç bölgesine, büyük kısmı yaya olarak, nakledildi. Kaç kişinin bu şekilde dağıldığı kesin olarak bilinmemektedir, tahimleri 200.000 ile 1.000.000 arasında değişir' diye yazdı.
Konu üzerine bir çok araştırma yazısı yayınlayan araştırmacı yazar Tamer Çilingir de verdiği bilgilerde Rumların 1914-1922 yılları arasında Pontus haricinde İstanbul ve Güney Marmara ile Ege, Akdeniz, İç Anadolu'da Konya hatta Erzincan'a varan bölgelerden ölüm yürüyüşüyle tehcire maruz kaldıklarının altını çiziyor. Çilingir, ’’Sevkiyat’’ diye bahsedilen sürgün Karadeniz’de, 1916 yılının Kasım ayı ortalarında hayata geçirildi. Dağlara sığınanların dışında, gidenlerin büyük çoğunluğu bir daha geri dönemeyecekti. İttihatçıların onlara hazırladığı kader bununla sınırlı değildi. Bu sürgünde varılacak yer ölümdü. 50 km. güneye çekilmeleri kararı alınmasına rağmen katedecekleri yol kimi zaman 200 km. olmuştu' diyor.
“Toplam 353 bin Rum soykırımına uğratıldı “
Çilingir'in uluslararası arşiv ve belgelere dayandırarak 1922 yılına kadar ölenlerin sayı ve bölgelerine dair ortaya koyduğu bilgiler şöyle: '134.078 Amasya-Samsun-Giresun, 27.216 Niksar, 38.434 Trabzon, 64.582 Tokat, 17.479 Maçka, 21.448 Şebinkarahisar. 1923 yılı sonuna kadar bütün Karadeniz’de ölüm yürüyüşleri ve mübadele esnasında katledilen 50 bin kişiyle birlikte toplam 353 bin Rum soykırımına uğratıldı'.
Türkiye ile Yunanistan, Herkül Millas'ın da söylediği gibi bağımsızlıklarını birbirlerine karşı kazandıkları savaşlarla ilan etmiş komşu iki ülke. İki devletin siyasi mücadelelerinden fazlasıyla zarar görmüş halkları ile her iki yakadaki azınlıkları yüzyıllardır içiçe yaşamını sürdürmeye devam ediyor. Görünen o ki bir ülkeyi zafere taşıyan süreç diğer ülkenin acı kayıplarına vesile olabiliyor.
Bugün Karadeniz'de halihazırdaki çoğu köyde Pontus Rumcasının konuşuluyor olması, yaşı 60-70'lerin üzerindeki çoğu insanın bu dili iyi biliyor ve kullanıyor olması, birçok yetişkin Rum erkeğinin amele taburlarına alınmış olmasına rağmen Rum çetelerinin ortada terör estirme ihtimalinin ne kadar kuvvetli olduğu sorusu , yaşayan, gören, duyan canlı tanıklıklar ve savaş öncesi ile sonrası bölgedeki Rum nüfusa ait karşılaştırmalı kayıtlar ışığında halkların maruz kaldığı resmi ideolojinin yarattığı yanılsamaya dair bir kez daha düşünmeliyiz.
Soykırımın Tanımı ve Uluslararası Tanınma
Birleşmiş Milletler'in 1948 tarihli ‘Soykırımın Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi'ne göre bir eylemin soykırım olarak nitelendirilebilmesi için, belirli bir insan topluluğunun; milliyeti, ırkı, etnik kökeni veya dini dolayısıyla tümünün ya da bir bölümünün yok edilmesi niyetinin bulunması gerekir. Sözleşmenin 2. maddesi soykırımı “ulusal, etnik, ırksal ve dinsel bir grubun bütününün ya da bir bölümünün yok edilmesi niyetiyle girişilen şu hareketlerden herhangi biridir: grubun üyelerinin öldürülmesi; grubun üyelerine ciddi bedensel ya da zihinsel hasar verilmesi; grubun yaşam koşullarının bunun grubun bütününe ya da bir kısmına getireceği fiziksel yıkım hesaplanarak kasti olarak bozulması; grup içinde doğumları engelleyecek yöntemlerin uygulanması; [ve] çocukların zorla bir gruptan alınıp bir diğerine verilmesi” şeklinde tanımlar.
'Soykırım' teriminden önce 'İnsanlığa karşı işlenen suç' terimi kullanılmaktaydı. Kırıma uğrayanların davasının görülmesindeki esas problem ise 'nullum crimen nulla poena sine lege'cümlesi ile açıklanmaktadır. Yani önceden yürürlükte olan bir kanun olmadıkça ortada işlenmiş bir suç, dolayısıyla cezai karşılık yoktur. O dönem soykırım terimi kullanılmadığı için suçu işleyenler için yargılama ya da cezanın olup olmadığı sorusu muğlaktır. Ne var ki ceza kanunu sanıkların adaletli yargılamasını sağlamak için geriye doğru işletilememektedir. Diğer yandan tüm hukuki çerçevelerde cinayetin cezai karşılığı bulunmaktadir.
Türkiye'de kabul edilmese de 1914-1922 dönemi çağdaş dünyanın ilk soykırım vakalarından biri olarak değerlendirilmektedir. Uluslararası yazılı kaynaklar ve bir çok ülkenin devlet arşivlerinde işlenen suçla alakalı tanıklıklar bulunmaktadır.
24 Subat 1994'te Yunanistan Parlamentosu Mustafa Kemal'in Samsun'a varmış olduğu 19 Mayıs gününü Soykırım Kurbanlarını Anma Günü olarak oybirliğiyle kabul etti.
2007 yılının Aralık ayında ise Uluslararası Soykırım Araştırmacıları Birliği (IAGS) Rum soykırımıyla birlikte Suryanilerin de soykırımını resmen tanıdığını belirten bir bildiri yayinladi .
İsveç Parlamentosu 11 Mart 201'da Ermeni, Rum ve Asuri-Süryanilere soykırım yapıldığını kabul etti.
Avustralya Parlamentosu Mayıs 2013'te Rum soykırımını Suryanilere yapılan soykırımla birlikte Rum soykırmını da tanıdı.
ABD'nin New Jersey, Güney Karolina, Florida Massachusetts,, Pennsylvania, ve Illinois eyaletleri de bu soykırımı tanıdıklarını ilan etti.