Travma ve travmanın nesilden nesile aktarılması konularında yaptığı psikanalitik çalışmalarla tanınan Paris doğumlu Janine Altounian, 1915 Ermeni Soykırımı'ndan sonra hayatta kalmayı başararak, 1920'lerde Fransa'ya göç eden Bursalı bir ailenin çocuğu. Altounian, gençlik yıllarında, babası Vahram Altounian'ın 1915-20 arasında verdiği yaşam mücadelesini, Ermenice harflerle Türkçe yazdığı güncesini okur ve bu günce aslında Altounian'ın tüm çalışmalarının da kaynağı olur.
Fotoğraf: BERGE ARABIAN
FATİH GÖKHAN DİLER
fgdiler@agos.com.tr
Paris doğumlu Janine Altounian, 1915 Ermeni Soykırımı'ndan sonra hayatta kalmayı başararak, 1920'lerde Fransa'ya göç eden Bursalı bir ailenin çocuğu. Bugün kendisi travma ve travmanın nesilden nesile aktarılması konularında yaptığı psikanalitik çalışmalarla dünyada sayılı isimlerden bir tanesi. Çevirmen ve deneme yazarı olan Altounian, gençlik yıllarında, babası Vahram Altounian'ın 1915-20 arasında verdiği yaşam mücadelesini, Ermenice harflerle Türkçe yazdığı güncesini okur ve bu günce aslında Altounian'ın tüm çalışmalarının da kaynağı olur. Altounian, daha sonraki yaşamını, travma yaratıcı mirasın aktarımı üzerine yaptığı çalışmalara adadı. İnsan Hakları Derneği Irkçılık ve Ayrımcılığa Karşı Komisyon’un ‘Ermeni Soykırımı’nın 100. Yılına Doğru: İnkâra Son’ kampanyası çerçevesinde, İstanbul Fransız Anadolu Araştırmaları Enstitüsü’nün işbirliği ve İstanbul Fransız Kültür Merkezi’nin desteğiyle İstanbul'a gelen Altounian ile konuştuk.
-
Soykırımın yarattığı travma size babanızın güncesiyle aktarıldı. Peki, bu psikanalizle nasıl birleşti?
1968'de bir psikanalitik terapiye başladım. Bu seanslar beni oldukça etkiledi. 1975'ten itibaren psikanalizle ilgili yazmaya da başladım. Çalışma alanım ise Ermeni Soykırımı'ndan sağ kurtulanların yaşadıkları travmayı çocuklarına nasıl aktardığı üzerineydi. Bu meseleyle ilgili çok çeşitli makaleler yazdım. Bu makaleler 1990’da kitap olarak yayımlandı. 'Bana Sadece Ermenistan'ın Yollarını Açın: Bilinçaltının Çöllerinde Bir Soykırım' başlıklı bu kitap, psikanalistlerin ilgisini çekince onlarla birlikte çalışmaya başladım. Tarihteki diğer soykırımları da kapsayacak şekilde, travmanın nasıl aktarıldığı üzerine çalışmaya devam etim. Sondan bir önceki eserimin başlığı 'Ermeni Soykırımı Anıları: Travma Yaratıcı Miras ve Psikanalitik Çalışma'. Aras Yayıncılık'tan Türkçesi çıkacak olan bu kitabın bir özelliği de babamın tehcir döneminde yaşadıklarını anlattığı güncesini de ihtiva ediyor olması. Bu, Ermeni harfleriyle Türkçe yazılmış bir günce. Ben psikanalist değilim, denemeci ve çevirmenim. Denemeci kimliğimin dışında, yaptığım çalışmalar nedeniyle tarihteki travmaların aktarımıyla ilgili düzenlenen toplantı ve etkinliklere sık sık davet alıyorum.
-
Günceyi okumadan önce babanızdan yaşadıklarını dinlemediniz mi?
'Babam soykırım yaşanırken 14 yaşındaydı. Güncesini ise 1920’de Fransa’da yazdı. Bu güncede 14 yaşında bir çocuğu gördüm, bu küçük çocukta iş bitirici, becerikli bir karakter gördüm. Zor anlarda sadece önemli olana odaklanıyordu.' |
Babam bana yaşadıklarını hiçbir zaman anlatmadı. Ailem Türkçe konuşuyordu ve çocukluğumdan kalan bazı anılar var. Babamın Türkçe olarak, eve gelen arkadaşlarına yaşadıklarını anlattığını hatırlıyorum. Babam 1970’de vefat etti. 1978’de annem bana babamın bazı şeyler karalamış olduğunu söyledi. Okuduğum zaman tabii ki çok etkisi altında kaldım. Babam o dönem yaşadıklarını benimle paylaşmıyordu. Soykırım yaşanırken kendisi 14 yaşındaydı, bu günceyiyse Fransa'ya vardıktan bir sene sonra, 1920’de yazdı. Bu güncede 14 yaşında bir çocuğu, bu küçük çocukta iş bitirici, becerikli bir karakter gördüm, zor anlarda sadece önemli olana odaklanıyordu. Beni 1975 yılında yazmaya iten Jean-Marie Carzou'nun kitabı 'Örnek Bir Soykırım'ın yayımlanmasını da sayabilirim. Bu kitap, gündelik hayatımda daha seyrelmiş bir şekilde yaşadığım tüm olayı entelektüel bir biçimde aktarıyordu. Babamın güncesini de okurken aynı şeyi fark ettim, her gün evde gördüğüm bildiğim babamı, güncede de buldum.
-
Bu günce Fransa'da da yoğun ilgi görmüştü ve hatta Ermeni Soykırımı'yla ilgili bellek çalışmalarına öncü olmuştu, değil mi?
Şimdi, bu kitabı hangi şartlarda yazdığımı ifade etmek istiyorum. 1981’de Paris'teki Türkiye Büyükelçiliği'nde bir rehin alma olayı olmuştu. O zaman herkes bu saldırıdan ve Ermeni Soykırımı'ndan bahsetmeye başladı. Evde saklanan, konuşulmaktan imtina edilen bir şey birden tüm Fransa'nın gündemine girmişti. İki Fransız filozof Jean Paul Sartre ve Simone de Beauvoir'ın kurucuları olduğu ünlü ‘Les Temps Modernes’ dergisine gönderdiğim makaleler vardı, yayımlanmıştı o dönem. 1982’de bu dergiye babamın güncesini de yolladım, o da yayımlandı. Böyle bir çalışmanın ancak demokratik bir ülkede yapılabileceğinin altını çizmiştim, Fransa o dönem böyle bir ülkeydi. Her ne kadar bu konuda çalışan bir akademisyen olmasam da, nitelikli bir yazının yayımlanma şansı oldu. ‘Les Temps Modernes'de yayımlanan bu makaleler psikanalistlerin ilgisini çekti ve onlarla beraber çalışma imkânı buldum.
-
Yazdığınız makaleler ve babanızın güncesi Türkiye'de de yazkın zamanda yayımlanacak, bu Türkiye'nin de demokratik bir ülke olduğu anlamına geliyor mu?
Türkiye'ye ilk ziyaretimi Kasım 2013'te gerçekleştirdim. Fransız Anadolu Araştırmaları Enstitüsü'nün bir çalışması var, Fransa'daki Anadolu Diasporası’nın deneyimlerini aktaran bir söyleşi dizisi bu, 'Çapraz Güzergahlar ve Bellekler', ki ben İHD Irkçılık ve Ayrımcılığa Karşı Komisyon'la birlikte bu çalışma çerçevesinde İstanbul'a davet edilmiştim. Anadolu Araştırmaları Enstitüsü'nün direktörü Jean François Perouse, bana Hrant Dink'in ölümünden sonra bu tip konuların biraz daha rahat konuşulabilir olduğunu söyledi. Ancak, ben Fransa'dan da Türkiye'yi yakından takip eden biriyim. Kürt sorunu, Gezi Direnişi gibi şeyleri biliyorum. Kasım ayında geldiğimde Agos'u ziyaret etmiştim, burada yaşayan Ermenilerle de konuştum. Tüm bunlardan dolayı Türkiye'nin demokratik bir ülke olmadığını biliyorum. Diğer yandan, her ne kadar demokratik bir ülke olmasa da bu tip tartışmaların yapılabileceği, belli bir dönüşümün yaşanabileceği bir alan da var artık.
-
Türkiye toplumunda da Ermeni Soykırımı'yla ilgili bellek çalışmaları hızlı bir şekilde artıyor, bunu neye bağlıyorsunuz?
Unutmayalım ki Diaspora’daki militanların eylemlerinin de etkisi oldu, bu eylemler de toplum üzerinde bir baskı oluşturuyor. Diaspora’nın baskıları, eylemleri Türkiye'de bazı şeyleri harekete geçirdi. Öte yandan araya zaman girince Türkiye’de konuya bir mesafe alınabildi.
-
Türkler ve Kürtler, bireysel olarak bu travmayla nasıl yüzleşmeli?
Ben bu işi kendi analitik çalışmamla başardım, diğer kısmı size bırakıyorum, bunu siz bileceksiniz. Beni bu çalışmayı yapmaya iten çekilen acı aslında, kendinizi iyi hissetmediğinizde arayışa geçer-siniz. Cuma günü Türk psikanalistlerle bir araya geldik, onlar benim anlattıklarımdan etkilenerek konuşmaya ve ailelerindeki Ermenilerden bahsetmeye, anılarını ortaya çıkarmaya başladılar. Ailesinde Nazi olan bir sürü Alman'la görüştük, mesela genç bir Alman dedesinin Nazilerle işbirliği yaptığı gerçeğini biliyor ve bunun için suçluluk duyuyor ve acı çekiyorsa, bu aynı zamanda bir bellek çalışmasıdır.
-
Başbakan Erdoğan'ın taziyesi hakkında ne düşünüyorsunuz?
Taziye benim için utanç verici bir şey. Ben başsağlığı istemiyorum. Bu bir hakarettir, katlettiğiniz insanlar için taziyede bulunulur mu? Ama iyi olan bir taraf da var, bu taziyeden sonra basında Ermeni Soykırımı'ndan çokça bahsedilir oldu.
ALTOUNİAN'IN BABASININ GÜNCESİNDEN PASAJLAR
Çakallar mı parçalasın?
Validem ise, “Hastamız gayet ağır hastadır, aman rica ederim, bu seferkinde duralım, gelecek sefer gideriz” dedi. Onlar ise, “Vay sen cevap veriyon” diyip hayriğim kafasına vurmaya başladılar. Validem ise, “Aman ona vurma bana vur” diyordu. Birkaç sopa valideme ye(r)leştirdiler, bırakıp gittiler başka çadırlara.
Fakat ne fayda, ağır hastaya sopa vurursan ne olur. Altı gün sonra, hayriğimin vefat ettiği gün, tekrar sefkiyat. Tekrar mayriğimi dövmeye başladılar. Biz iki kardaş ağlıyoruz, ama ne fayda, elimizden bir şey gelmez ki. Onlar köpek sürüsü kadar. Mayriğime diyorlar ki: “İşte hastan öldü.” Mayriğim cevap verdi: “Ölüyü gömelim de öyle.” “Yok, herkes ne yapıyorsa siz de onu yapın.” Herkesin yaptığı şudur ki, bırakıp gidiyorlar, ertesi güne çakallar parçalıyor. Ben baktım ki olmayacak, yetmiş beş dirhemlik bir şişe gülyahı doldurdum hemen. Sefkiyat memuruna götürdüm: “Aman bizi bugün sevk etme de gelecek sefer gidelim.”
Neyse, herif ses çıkarmadı. O günü gittim, bir mezar kazdık iki arşın boyunda,
ve derdere beş guruş vererek hayriğimizi gömdük. On beş gün geçtikten sonra yine sefkiyat başladı. Sabahdan kalktım, bir de baktım ki, ortalıhı yakıyorlar.
Yol yok, bildiğin çöl, adam yok
Rakka’da bir han gösterdiler, oraya gittik. Ne bakalım, açlıktan ölen ölene, içerisi leşten durulmuyor. Hasılı, bir ay gittikten sonra paramız da bitti,
başladık açlıktan ot yemeye. Bir ay ettik, baktık ki öleceğiz: yöruduğumuz ziman iki adım attık mı hemen düşer idik. Validemiz düşündü ki: “Ben ölürsem ölem, siz ise ölmeyin” diyerek, bizi ikimizi de Araplara verdi. Bizi Arap eşeğe bindirdi, altı sahat sonra çadırına vardık, hemen bize ekmek verdi, güzelce karnımızı doyurdu. Beni yanına alıkodu, Hayk’ı ise başka çadıra verdi. Ertesi günü baktım ki, Haykgil gitmişler, ara ara yok. Ve ben ise gün günden kuvvetlenmeye başladım. Herif bana didi ki: “Sen çobanlık edeceksin” ve ben çobanlık etmeye başladım, gün günde beni beğenmeye başladı. Ama ben duramıyorum, istiyorum ki Validemin yanına kaçayım. Yol yok, bildiğin çöl, adam yok.