Birleşmiş Milletler belgelerine göre, 20. yüzyılda gerçekleştirilen ilk soykırım, o dönemki ismiyle Alman Güneybatı Afrikası’nda gerçekleştirildi. 1904-1908 yılları arasında, bugünkü Namibya topraklarında bulunan Alman General Lothar von Trotha’nın emriyle gerçekleştirilen katliamlar ve toplama kamplarında sürdürülen kitlesel imha eylemleri, Herero nüfusunun yüzde 80’i ile Nama nüfusunun yüzde 50’sinin yok olmasına sebep oldu.
EMRE CAN DAĞLIOĞLU
misakmanusyan@gmail.com
Birleşmiş Milletler belgelerine göre, 20. yüzyılda gerçekleştirilen ilk soykırım, Avrupa’nın biraz uzağında o dönemki ismiyle Alman Güneybatı Afrikası’nda gerçekleştirildi. 1904-1908 yılları arasında, bugünkü Namibya topraklarında bulunan Alman General Lothar von Trotha’nın emriyle gerçekleştirilen katliamlar ve toplama kamplarında sürdürülen kitlesel imha eylemleri, Herero nüfusunun yüzde 80’i ile Nama nüfusunun yüzde 50’sinin yok olmasına sebep oldu.
1990’da Namibya’nın bağımsızlığını ilan etmesine kadar pek hatırlanmayan bu soykırımın tanınma süreci ise halen sürüncemede. Almanya hükümetinin soykırımın 100. yılında ‘özür’ mahiyetindeki açıklamasına rağmen, Hererolar ve Namalar, halen Almanya’nın ‘resmi özür’ için ayak dirediğini düşünüyorlar.
Almanya’nın soykırımı resmen kabul etmeyi ve tazminat taleplerini açıkça reddettiği ve bu anlamda olumlu adım atmakta halen isteksiz olduğu da önemli bir gerçek. Almanya’nın bu ısrarının sebebi konusunda belki de en doğru cevabı ise eski Namibya Başbakanı Theo-Ben Gurirab veriyor: “Almanya, İsrail, Rusya veya Polonya’ya karşı suçlarından ötürü özür diledi, çünkü onlar beyaz. Biz siyahız ve bundan ötürü özür dilemek sorun oluyorsa, bu ırkçılıktır.”
1884 yılında, Franz Adolf Eduard Lüderitz’in çabalarıyla Hererolar ve Namaların yaşadığı topraklarda kurulan Alman Kolonisi’nin bölgede kurduğu kölelik düzenine karşı duyulan rahatsızlık, yerli liderlerin zaman zaman isyanına sebep oluyordu. Koloni hukukuna göre, yedi siyahın bir Alman’a eşit sayılması, siyah kadınların uğradığı tecavüzlerin cezalandırılmaması ve siyahların kolayca köleleştirilmesinin yanı sıra 1903 yılında Almanya’nın Afrika sömürgelerini Avrupa’yla bağını kolaylaştıracak olan Otavi Demiryolu’nun yapımı sırasında Hereroların topraklarına usulsüzce el konulması, yerliler için bardağı taşıran son damla oldu. Hererolar, Büyük Şef Samuel Maharero önderliğinde, Namalar ise Kral Hendrik Witbooi’nin emriyle silahlanarak isyan ettiler. 150 Alman askerini öldürdükleri saldırı sonrasında, bir Alman yerleşimini ele geçiren yerliler için artık tehlike çanları çalıyordu. İşlerin iyi gitmediğini gören Alman Merkez Yönetimi, Mayıs 1904’te, olağanüstü yetkilerle donatılan General Lothar von Trotha ve 14.000 kişilik bir orduyu bölgeye sevk etti.
Çöl formülü
Ekim 1904’te General von Trotha, isyanı sona erdirmek için yeni bir savaş planı ortaya koydu. Yapılacak olan Waterberg Savaşı’nda Hererolar üç bölgeden kuşatılacak ve böylece onlara tek kaçış yolu olarak, Kalahari Çölü kalacaktı. Plan ‘başarı’yla uygulandı. Çöle doğru kaçan Hereroları burada da yeni tuzaklar bekliyordu. Çöldeki kısıtlı su kaynakları zehirlenmiş ve bu kaynakların yakınına yerleştirilen askerlere yaklaşan Hereroları, erkek, kadın veya çocuk ayırt etmeden vurma emri verilmişti. General’in taktikleri, Hererolarınkinden önemli bir noktada ayırılıyordu. Herero liderleri, yalnızca Alman askerlerini hedef alırken, Alman ordusu için savaşçı veya sivil ayrımı yoktu, tüm Hererolar yok edilecekti.
Soykırımın belgesi
Shark Island Toplama Kampı |
Generel von Trotha, bu yok etme planını ayaklanmanın başlamasının ardından Hererolara yazdığı bir mektupla (Almanca ‘yok etme emri’ anlamına gelen Vernichtungsbefehl başlığıyla) ilan etmişti. Botswana Ulusal Arşivi’nden bulunan bu mektup, II. Dünya Savaşı sırasında Almanya arşivleri büyük ölçüde tahrip olduğu için soykırımın en büyük delili olarak görülüyor. Zaten bu mektup, bir soykırıma girişileceğinin en açık şekilde ifade ediyor:
“Ben, Alman askerlerinin büyük generali, bu mektubu Hererolara yazıyorum. Hererolar, artık Alman tebaası değildir. Öldürdüler, çaldılar, yaralı askerlerin kulaklarını ve vücutlarının diğer kısımlarını kestiler ve şimdi artık ödlekçe savaşmak istiyorlar. Açıklıyorum ki, her kim bana şeflerinden birini teslim ederse, bin mark alacaktır ve Samuel Maherero içinse bu bedel beş bin marktır. Herero ulusu, şimdi ülkeyi terk etmelidir. Eğer reddederlerse, bunu toplar vasıtasıyla gerçekleştireceğim. Alman sınırları içinde silahlı veya silahsız, sığırla veya sığırsız bulunan herhangi bir Herero infaz edilecektir. Kadın veya çocuk ayrımı yapmayacağım. Onları defetme ve üzerlerine ateş açma emri verdim. Bunlar, Herero halkına sözlerimdir.” General, her şey olup bittikten sonra, kendisini şu sözlerle savunacaktı: “Terörizm ve hatta zorbalıkla güç kullanmak, benim politikam ve her zaman öyleydi.”
Ölüm kampları
Von Trotha’nın bu zulmü, kamusal bir tepkiye de sebep oldu. Şansölye Bernhard von Bülow, İmparator II. William’dan General’i görevden almasını istese de, bu karar için artık çok geç kalınmıştı. 1904-1908 yılları arasında, General’in ölüm tuzaklarından kurtulan Hereroların çoğunluğu toplama kamplarına kapatılmış ve Alman ordusu ve yerleşimleri ya da Otavi Demiryolu’nun yapımı için esir olarak çalışmak zorunda bırakılmıştı. En asgari insani şartların bile sağlanamadığı kamplarda yaşayan Hereroların birçoğu, fazla çalışma, yetersiz beslenme ve hastalıktan ötürü yaşamını yitirdi. Daha sonra kamplardaki ölüm oranlarının yüzde 69 ile yüzde 74 arasında olduğu anlaşılacaktı. Kampları ziyaret eden askerlerin ve misyoner grupların raporlarına göre, 1905 yılında bir günde 9 ile 12 civarında kişi ölüyordu. Bu sebeple, dünya tarihindeki soykırımlar üzerine çalışan UCLA Tarih Bölümü’nden Doç. Benjamin Madley, bu kampları, toplama kampı veya hapishane olarak adlandırmanın yanlış olacağını, bunların ‘ölüm kampları’ olarak isimlendirilmesi gerektiğini söyleyecekti.
Kamplarda, çoğu kadın ve çocuk olan esirler, çalışmaya uygun olanlar ve olmayanlar olarak sınıflandırılıyor ve 18 saate yakın kendilerine verilen işleri yapmak zorunda bırakılıyorlardı. Esirlere yemek olarak bazen pişirmeye bile ihtiyaç duyulmadan sadece pirinç veriliyordu. Kamplarda ölen at ve öküzler de pişirilerek esirlere veriliyordu. Bu sebeple, kamplarda dizanteri yaygınlaşmıştı. Hastalananlar, hiçbir tıbbi müdahale olmaksızın ölüme terk ediliyordu. Hastalıktan ölenler için ölüm sertifikaları önceden hazırlanmıştı: ‘Bitkinlik sonrası zayiat’. Holokost’taki uygulamaya benzer şekilde, kamplara gönderilenlere önce dövme yapılıyor, kamp dışında çalışmaya gittiklerinde ise kimliklerini belli edecek olan boyun bantları takmaya zorlanıyorlardı. Çalışmayı reddedenler vuruluyor ya da asılıyorlardı. ‘Yeterince’ çalışmayanlara karşı uygulanan en yaygın yöntem ise su aygırı derisinden yapılan ‘sjombak’ denilen kırbaçla dayak atmaktı. 1905 yılında kamplardan birini ziyaret eden muhasebeci Percival Griffith, yaşanılan vahşet sahnelerinden yalnızca birini, Cape Argus gazetesine şöyle anlattı:
“Orada, yüzlercesi var. Çoğu kadın ve çocuk, az sayıda yaşlı erkek de var. Düştükleri zaman, askerler tüm güçleriyle, kalkıncaya dek kırbaçlıyorlardı. Bir keresinde, sırtında bir yaşından küçük bir çocuk taşıyan bir kadın gördüm. Başının üzerinde de ağır bir üzüm çuvalı vardı. Birden düştü. Onbaşı hemen geldi, dört dakikadan fazla kadın kırbaçladı, aynı zamanda bebeği de kırbaçlıyordu. Kadın kalkmak için yavaşça mücadele ediyordu ve sonunda tüm yüküyle birlikte kalktı. Bu süre boyunca, kadının gıkı bile çıkmadı, fakat bebek feci şekilde ağladı.”
Nazi rejimine örnek olacak deneyler
Kamplar, bazı ‘antropolojik’ ve ‘tıbbi’ araştırmalara da sahne oldu. Alman antropolog Eugen Fischer, ‘ırklar üzerine bazı tıbbi deneyler’ yapmak için kamplarda bulundu. 310 ‘karışık ırktan’ çocuk üzerinde araştırma yapan Fischer, bu çocukları ‘düşük ırksal kalitedeki Rehoboth piçleri’ olarak adlandırdı. Bu çocukların, Alman askerlerin bazılarının tecavüzüne uğrayan siyah kadınların çocukları olduğu sonradan ortaya çıkacaktı. Irk çalışmaları için bu çocukların her türlü ölçümünü yapan Fischer, ‘Irklar üzerine çalışan herkesin kabul edeceği gibi aşağı ırk’tan olan bu insanların yok edilmesini savundu. Fischer’ın bu fikirleri, Nazi rejimi sırasında büyük takdir görecek ve kendisi Berlin Üniversitesi Rektörü (Şansölye) olarak Nazi fizikçilerine dersler verecekti. Fischer’ın bu emekleri ‘boşa gitmeyecek’ ve kendisi, Holokost sırasında Yahudi çocuklar üzerinde genetik deneyler yapan Josef Mengele’nin hocası olma ‘şerefine nail olacak’tı.
Fischer, Almanya’ya da eli boş dönmedi. Beyaz ırkın üstünlüğünü ispatlamak için kullanmak üzere yanında dört yüzden fazla Herero’nun kafatası olacaktı. Bu kafatasları üzerine yaptığı çalışmayı daha sonra kitaplaştıracaktı ve bir iddiaya göre, Adolf Hitler, 1923’te hapishanedeyken bu kitabı elinden düşürmeyecekti.
Siyahların kafataslarına olan ilgi bu dönemde o kadar çok arttı ki, bölgede bulunan Alman askerler tarafından kafatası ve kemik ticareti başlatıldı. Müşterileri de Almanya’daki bilim insanları, müzeler ve enstitülerdi. Bu ticaret, posta kartlarına konu olacak kadar yaygınlaşmıştı. Ağustos 2008’de, Namibya’nın Almanya Büyükelçisi Peter Katjavivi, bir televizyon programında, Almanya’dan bu kafataslarını geri isteyecek ve 40 tanesi Almanya üniversitelerinde olduğu anlaşılan kafatasları 2012 yılında Namibya’ya gönderilecekti. İkinci kemik iadesi de Mart 2014’te gerçekleşti.
Toplama kamplarındaki deneyler bununla da sınırlı değildi. Dr. Bofinger de iskorbüte yakalanan esirlere yüksek oranda arsenik ve uyuşturucu madde enjekte ederek ölmelerine sebep oldu. Bofinger’in amacı, öldürdüğü bedenleri daha sonra otopsiye alarak, bu maddelerin vücut üzerindeki etkisini incelemekti.
Yaşananların sonucunda ne kadar insan öldüğü, her soykırım tartışmasında olduğu gibi bu olayda da tartışmalı. BM’ye göre, ayaklanmadan önce nüfusu yaklaşık 80 bin olan Hererolar, 1911 nüfus sayımında 15 bin olarak görülüyor. Konu üzerine çalışan Jeremy Sarkin-Hughes, ölenlerin 100 bin civarında olduğunu söylerken, Alman yazar Walter Nuhn’a göre, mağdurların sayısı ‘yalnızca’ 24 bin.
100. yılda gelen özür gibi olmayan özür
1918’de İngiltere’nin Afrika’daki katliamlardan ötürü Almanya’yı kınamasından sonra, uzun bir süre Herero ve Nama Soykırımı gündeme gelmedi. 1985’te BM tarafından yayımlanan Whitaker Raporu’nun Holokost ve Ermeni Soykırımı’nın yanı sıra, Hererolar ve Namalara karşı girişilen katliamlardan da ‘soykırım’ olarak bahsetmesi ve 1990’da Namibya’nın kurulmasıyla, yüzyılın başındaki sistematik katliamlar ve cinayetler tekrar hatırlandı. Fakat Namibya’nın soykırımın kabulü için harekete geçmesi için Hererolar ve Namaların 2006’ya kadar beklemeleri gerekecekti. Çünkü ülkenin çoğunluğunu oluşturan Ovambolar, Almanya’nın tepkisini çekmek istemiyorlardı.
General Lothar von TrothaSoykırım’ın bir diğer kurbanı: NamalarNisan 1905’te Generl von Trotha, bu kez bölgede yaşayan bir başka etnik grup olan Namalara karşı bir ölüm politikası başlattı. Namalara da bir mektup göndererek, teslim olmaları yönünde çağrı yapan General, teslim olmayanların vurulacağını ve yok edileceğini söyledi. ‘Güçlü Alman İmparatoru’yla savaşmaya cesaret edecek olanlara da Hereroları hatırlatan General’in mektubu şöyle sonlanıyordu: ‘Sorarım size, Hererolar nerede bugün?’ Verilen bu emirle girişilen katliamlar sonucu, bölgede yaşayan 10 bin Nama öldürülürken, 9 bini de toplama kamplarına kapatıldı. |
2001 yılında Hererolar, Alman hükümeti ve ABD’de bulunan iki şirket hakkında 4 milyar dolarlık tazminat davası açmalarına rağmen, Almanya’nın yaptığı ‘savaşçı ve sivillerin korunmasına dair uluslararası kuralların o dönemde var olmadığı’ savunması kabul edildi ve dava sonuçsuz kaldı.
16 Ağustos 2004’te, soykırımın 100. yılında, Gerhard Schröder yönetimindeki Alman hükümeti, Kalkınma Bakanı Hidemarie Wieczorek-Zeul aracılığıyla Herero ve Namalardan özür diledi, fakat pek ‘resmi özür’ gibi olmayan bir özürdü bu. Namibya’daki 100. yıl anmalarına katılan Bakan Wieczorek-Zeul, törendeki konuşmasında, ‘O dönemde uygulanan vahşet, bugün soykırım olarak isimlendirilirdi ve bugün, General von Trotha’ya dava açılır ve o, mahkûm edilirdi. Biz Almanlar, tarihi ve ahlaki sorumluluğumuzu ve o dönemdeki Almanlar tarafından işlenen suçu kabul ediyoruz. Ve dolayısıyla, Mesih’in duasındaki sözlerle, günahlarımızı affetmenizi diliyorum. Bilinçli bir hatırlama süreci olmaksızın, üzülmeden, uzlaşı olamaz. Hatırlama, uzlaşının anahtarıdır’ dedi. İzleyenlerin ‘özür talebi’ üzerine Bakan, ‘Bu ifadelerinin Almanya’nın kolonyal dönemde işlediği suçlar adına bir özür anlamına geldiğini’ ifade etti. Fakat daha sonra, bu ifadelerin kişisel olarak Wieczorek-Zeul’ü bağladığı ve hükümetin resmi politikasıyla ilgisi olmadığı açıklandı.
1933’te Almanya’da iktidarı ele geçiren Nazi rejimi, Münih’teki bir caddeye General von Trotha’nın ismini vermişti. Caddenin ismi, 2006’da Münih Şehir Meclisi’nin kararıyla, savaşın kurbanlarının anısına ‘Herero Caddesi’ olarak değiştirildi.
Bir yıl sonra, soykırıma imza atan General von Trotha’nın ailesi, yerli Herero şeflerinin davetiyle Omaruru’yu ziyaret etti. General’in torunlarından Wolf-Thilo von Trotha’nın “Von Trotha ailesi olarak biz, 100 yıl önce gerçekleşen feci olaylar sebebiyle derin bir utanç içindeyiz. O dönemde, insan hakları büyük ölçüde ihlal edilmiştir” diyerek ailesi adına dedesinin yaptıklarından dolayı Hererolardan özür diledi.
Aynı yıl, Herero Şefi Kuaima Riruako’nun Alman Parlamentosu’nu ziyaretiyle yeniden gündeme gelen soykırım için, Almanya’nın tazminat ödemesi tartışmaları da sonuçsuz kaldı.
2012 yılında ise Herero ve Nama katliamlarının soykırım olarak tanınması, resmi özür dilenmesi ve tazminat ödenmesi gündeme geldi. Biri Sol Parti, diğeri ise Yeşiller ve Sosyal Demokratlar tarafından parlamentoya getirilen iki önerge de dönemin parlamentosunun çoğunluğunu oluşturan Hıristiyan Demokratlar’ın karşı oylarıyla reddedildi.
Almanya’nın bu konuda resmi bir adım atmasını engelleyen en önemli etken, Namibya’ya ödenmesi gereken tazminat olduğu öne sürülüyor. Almanya’nın bunu kabul etmesinin Fransa, Portekiz ve İspanya’nın da kolonyal dönemde işledikleri suçları gündeme getirerek tazminat talepleriyle karşılaşacakları konuşuluyor.
‘Almanya ırkçılıkla değil, Nazizm’le yüzleşti’
Herero ve Nama Soykırımı’nı, Almanya’nın bu soykırımla yüzleş(e)memesini ve bu konuda Türkiye’yle benzerliğini, Freie Universitat Berlin’de göç, etnik çatışma ve hafıza politikaları çalışan Doç. Bilgin Ayata’yla konuştuk.
-
Almanya’nın Ermeni Soykırımı’ndaki rolü ve Holokost’u düşündüğümüzde, toplu katliam pratiği anlamında bir birikim elde etmeye 1904’te başladığını söyleyebilir miyiz?
Evet, bunu diyebiliriz. Mesela ilk toplama kampları ve insanları çölde açlık, susuzluk, hastalık ve bazı diğer tuzaklara kurban etme pratikleri, burada hayat buluyor. Ayrıca ‘üstün ırk’ fikrinin bilimsel çalışmaları, Herero ve Nama Soykırımı’ndan sonra hız alıyor. Ancak bu iki soykırım arasındaki bağı kurmak, Alman tarihçiler arasında çok tartışma yarattı, bu konuda ilk önemli çalışmayı Prof. Jürgen Zimmerer yapmış ve çok eleştiri almıştı. Bu konuyu konuşmak, bu bağlantıyı kurmak, yani Holokost'un 12 yıllık izole bir suç değil, öncesinin var olduğunu görmeye karşı ciddi bir direnç var Alman tarihçiler arasında.
-
Almanya’nın bir bakan aracılığıyla 2004’teki özür açıklamasına rağmen, Herero ve Nama soykırımı konusunda resmen kabul edilmediği veya tazminat konusunda halen adım atılmadığı söyleniyor. Hererolar ve Namalar, Almanya’dan ne bekliyorlar?
Soykırımın 100. yılında, dönemin Kalkınma Bakanı, Namibya’ya gidip af dilemişti; ancak bunun resmi bir boyutu yok. 2012 yılında sol partiler parlamentoya bir önerge sundular, soykırımın kabul edilmesine dair ve hükümet bunu reddetti. Yani Almanya hâlâ resmi olarak bu soykırımı inkâr ediyor. Hererolar ve Namalar resmi özür ve tazminat bekliyorlar. Ayrıca 30.000’in üzerinde olduğu tahmin edilen ve o dönemde Almanya’ya getirilen kafatasları ve kemiklerin iadesini talep ediyorlar.
-
Kerteriz noktası olarak Holokost, gösterilir ve Almanya’nın ırkçılıkla yüzleştiği söylenir. Kolonyal dönemindeki suçlar için inkârcılık devam ediyor diyebilir miyiz?
Almanya ırkçılık ile yüzleşmedi, daha çok anti-semitizm, faşizm, Nazizm ile yüzleşti. Irkçılık ile yüzleşmenin yolu bu soykırımı ve Alman sömürgeciliğini gündeme getirmekle olur, ancak bu halen yapılmıyor Almanya’da. Bu açıdan, evet Almanya'da kolonyal suçlara yönelik inkârcı bir tutum sergiliyor.
-
Almanya ile Türkiye’nin inkârcılığı hangi tezler üzerinden sürüyor?
Türkiye’nin soykırım inkârcılığı dünya çapında tektir. Benim bildiğim kadarıyla, hiçbir ülkenin devleti, bu kadar efor, para ve kurumlarını inkârı ayakta tutmak için işleve sokmuyor. Türkiye’de teşekküllü bir devlet apparatusu soykırım inkârını ayakta tutmak için görevde. Almanya’da ise, birçok kurum tarihle yüzleşmek için uğraşıyor, eğitim programlarından tutun, birçok değişik alanda Holokost ile yüzleşmek için çabalıyor. Yani iki zıt ülkeyi karşılaştırıyoruz, fakat ilginç bir biçimde, mesele Herero Soykırımı’na gelince, Alman devletinin argümanı, Türkiye’nin resmi argümanına çok benziyor. 2012 yılında parlamento önergesini hükümet şu argümanla reddetti: ‘Herero olayları, Almanya’nın soykırım konvansiyonunu imzalamadan önce oldu’. Bu çok saçma bir argüman, çünkü Holokost da bundan önce gerçekleşti.
-
Herero ve Nama Soykırımı’nın kabulü için ne gibi çalışmalar yapılıyor? Bundan sonraki süreçte Almanya’dan bu konuda bir adım bekliyor musunuz?
Çok fazla bir çalışma olmasa da, yavaş yavaş bu konudaki medya haberleri, araştırmalar, kitaplar artıyor. Mesela öğrencilerimin Berlin’de yaptıkları bir sergiden sonra, çok olumlu yanıtlar aldık. İnsanların çoğu, bu konuda bir şey duymamışlar, öğrendikten sonra da bir direnç sergilemiyorlar. Daha çok çok şaşırıyor ve sorular soruyorlar, ‘Nasıl böyle bir şey olur da, bizim haberimiz olmaz’ minvalinde. Tarih derslerinde, hâlâ Almanya’nın sömürgeleri hakkında pek bir şey öğrenmiyorsunuz. Almanya kendisini bir sömürgeci olarak görmüyor. Hâlbuki Almanya’nın sömürgeleri tarihi çok kısa ve bir o kadar da şiddetli. Bu konudaki farkındalık çok düşük bir düzeyde. Almanya’da çoğu insan, Alman sömürgelerinin isimlerini bile sayamaz. Bütün tarih bilinci, 1933-45 arasına yöneldiği için, Almanya’nın tarihsel suçunun bu dönemle sınırlı olduğu düşünülüyor. Mesela 1884-85’te Berlin'de yapılan ve Afrika kıtasının Avrupalı sömürgeciler arasında pasta dilimleri gibi paylaşıldığı Kongo Kongresi’nin bu yıl 130. yıldönümü, ancak resmi olarak herhangi bir anma, bilgilendirme yok. Az sayıda sivil toplum kuruluşu, bu konuda bir şeyler yapmaya çalışıyor, çoğu da Afrikalı Alman örgütleri.
-
Sizce 2015’te Türkiye’den, Almanya’nın 2004’te yaptığına benzer bir şekilde kabul etmeden özür açıklaması gelir mi?
Tabii ki bu mümkün. Bunun için 2004'teki hadiseye bakmaktansa, 2011 yılında Türkiye'de Başbakan Erdoğan’ın ‘özür olmayan Dersim özrü’ne örnek olarak alabiliriz. 2015 için hükümetten bir söylem değişikliği bekliyorum, ancak bu zihinlerdeki bir değişimi göstermekten çok daha ziyade, yurtdışında konuya olan ilgiyi dağıtmak sebebiyle olacağını düşünüyorum. Türkiye devleti, Ermeni Diasporası ile adeta bir yarışa girmiş vaziyette soykırımın yüzüncü yılı ile ilgili, söylem hâkimiyeti telaşı ile bir çıkış yapabilir.