Bu hafta gösterime giren ‘Zaman Makinesi 1973’, afişlerde ne kadar geniş yer olsa da çoğunlukla A. Gülyüz diye kısaltılan ismi Yeşilçam’la özdeşleşmiş bir yönetmen olan Aram Gülyüz’ün 140. filmi. İnanması güç ama elli beş yıllık bir sinema kariyerine sahip olan yönetmenin bugüne kadar hiçbir filminin galası yapılmamış. Aram Bey’le Okmeydanı’ndan gelen acı haberden bir gün önce, Nişantaşı’nda müdavimi olduğu kafede buluşup uzun uzun sohbet ettik.
EVRİM KAYA
evrimrkaya@gmail.com
Bu öyle bir meslek ki, sen yaptığın filmin çok iyi olduğunu zannedersin ama rezil olursun. Kapalı kutudur, açılmadan bilemezsin. Bu film de insanlara nasıl tesir edecek bilmiyorum, konu çok değişik. |
Bu hafta gösterime giren ‘Zaman Makinesi 1973’, afişlerde ne kadar geniş yer olsa da çoğunlukla A. Gülyüz diye kısaltılan ismi Yeşilçam’la özdeşleşmiş bir yönetmen olan Aram Gülyüz’ün 140. filmi. İnanması güç ama elli beş yıllık bir sinema kariyerine sahip olan yönetmenin bugüne kadar hiçbir filminin galası yapılmamış. Yönetmen geçen Çarşamba gecesi 140. filmi için ilk kez olarak gerçekleşecek galaya hazırlanırken, kaderin cilvesi, Salı sabahı Berkin Elvan’dan gelen kötü haberle İstanbul’da hayat durdu ve pek çok etkinlikle birlikte 55 yıllık bir yönetmenin ilk gala gecesi de belirsiz bir tarihe ertelendi. Aram Bey’le Okmeydanı’ndan gelen acı haberden bir gün önce, Nişantaşı’nda müdavimi olduğu kafede buluşup uzun uzun sohbet ettik.
55 yıl önce Kore’de askerken tanıştığı Halit Refiğ’in ısrarıyla sinemaya girmeden önce British Airways’te çalışıyormuş Aram Gülyüz. Havayollarını bıraktığına pişman olduğunu söylese de geçmişi gülümseyerek hatırlıyor. 140 sinema filmi, 29 televizyon dizisini içeren bir kariyerden söz ediyoruz. Haliyle tanımadığı, birlikte çalışmadığı bir oyuncu kalmamış gibi. Hiçbirinden şikayet etmiyor, hepsini sevgiyle anıyor. Son filmi ‘Zaman Makinesi 1973’, Gürgen Öz’ün canlandırdığı günümüzden bir gencin babasından kalma bir Anadol’la hız yapınca kendisini birdenbire 1973 yılında bulmasıyla ortaya çıkan komik olayları anlatıyor. Aram Bey’e zaman makinesi kendisinde olsa ne zamana dönmek isterdiniz diye sorunca geçmişte de gelecekte de gözü olmadığını söylüyor; yaşadığı şeyleri bir daha yaşamaya niyeti yok. Ancak onun anlattıkları, o günleri yaşamayanlar için bir küçük zaman yolculuğu olanağı sunuyor.
-
Bu hafta 140. filminiz gösterime giriyor. Mutlu musunuz?
Heyecanlıyım daha çok. Elli beş sene sonra ilk defa bir filmimin galası olacak. 140. filmim bu. 139 tanesinin galası olmadı, Yeşilçam’da gala ne gezer? Onun için heyecanlıyım. Mecburen bir sürü arkadaşı davet ettik. Bu öyle bir meslek ki, sen yaptığın filmin çok iyi olduğunu zannedersin ama rezil olursun. Kapalı kutudur, açılmadan bilemezsin. Bu film de insanlara nasıl tesir edecek bilmiyorum, konu çok değişik. Biraz sol sağ hikayeleri var. Gala dendiği zaman şarap marap içilecek tabii. Erken gelirler içsinler diye, sonra da filmi sarhoş izlerler. Ne anlarlarsa... Bir de şunu sevmiyorum, herkes gelir ellerine sağlık canım der, sonra arkasını döner, “böyle boktan film görmedim” diye konuşur. Gazeteler ne yazarsa yazsın, ben artık o kadar alıştım ki bu tip şeylere...
Kemal Kenan Ergen yazdı filmi. Birlikte daha önce ‘İnce İnce Yasemince’de ve ‘Tatlı Kaçıklar’da çalıştık. Kenan o zamanlar birkaç kişi ile birlikte Gani Müjde’nin takımındaydı. Skeçler halinde gelirdi senaryo, dört beş tanesi güzel, öbürleri felaket. Kenan’ın yazdıkları iyi çıkardı hep. Yılmaz Erdoğan’dan sonra Sürahi Hanım’ı Kenan yazdı mesela. ‘Tatlı kaçıkları’ da o yazdı, çok değişik bir beyni vardır Kenan’ın. Kemal ne yazarsa yazsın, “senaryo Kemal’in” dediler mi gözüm kapalı çekerim. Çok da iyi anlaşıyoruz, onun düşündüğünü ben iyi çekiyorum, seviyorum çekmeyi. Bu filmin değişik bir hikayesi var, çekim biraz zor oldu. Dönem filmi olduğu için buralarda çalışamadık. Heybeliada’ya 80 tane eski model otomobil taşıdık, orada çektik. Çok maliyetli bir işti ama sağ olsun yapımcımız hiçbir şey esirgemedi. O bakımdan çok şanslıydık, yoksa çok zor olurdu. Gürgen Öz oynuyor filmde, Gürgen iyi bir komedyen, rol de çok oturdu ona. Cast çok önemlidir, bazen büyük isimler olur ama role oturmaz. Eskiden beri hastalıktır bu, uymadı mı film batar.
-
Bu film tutar mı peki?
Bence fena bir film değil bu. Bayağı uğraştık. Aslında hippilerle bir sahne vardı, orda baş karaktere esrar veriyorlar, kafayı buluyor. Ama o esrarı koydun mu hemen yaş sınırı atıyormuş. Yapımcının para kazanması lazım tabii. Bazı güzel sahneleri de 105 dakikaya indirmek için attık ki seans kaybetmeyelim. Benim aklım işin ticaretine pek ermez.
-
Sizin içinize sindi mi film?
Şöyle sindi, en azından yazılanı çekebildik, onu biliyorum. Hemen başladılar, ‘Geleceğe Dönüş’ün kopyası diyorlar mesela. Ama bu bir tarzdır zaten, kopya demek değil ki o. Olaylar hep Türkiye’yle ilgili.
-
Kemal’in yazdığı sizin hatırladığınız yetmişlere benziyor mu?
Benziyor tabii. Figüranına kadar bir sürü kostüm diktik, benzemesin mi?
İyi oyuncular vardı, gençleri tanımıyorum ama iyiler. İlk gün sete gittik, hiç kimseyi tanımıyorum. Şaşkınlıkla baktılar bana. Yaş yetmiş iş bitmiş derler ya, öyle görüyorlar.
-
Özlemiş misiniz seti?
Bana sanki hiç zaman geçmemiş gibi geldi. Ama işte hem kimseyi tanımıyordum, hem de eskisi gibi çalışılmıyor artık. Set çok kalabalık. Yeşilçam’da tek asistan vardı yanımda. Dizilerde time-code hikayesi var, haydi bir kişi daha. Ama beş kişi? O ona söylüyor, o öbürüne... Bunlar boşa para gibi geldi bana. 65 kişi vardı ekipte. Yazın geçen bir filmdi, biraz da geç kalındı çekime. O zaman güneş çok önemli oluyor. Alışmışlar, sabah sekiz buçukta kahvaltı geliyor. Ama catering’den, omlet momlet yapıyorlar basbayağı, uzun uzun. 11’den evvel çalışmaya başlayamıyoruz. Üç saat güneş gitti bile. Şimdi dizi çekeceğiz beraber, yine Kenan yazdı. Aynı şekilde olmaz, sinema ekibi ağır dedim. Çok yavaş çalıştılar, ben onlara uydum mecburen. Mesela Emre reklam görüntü yönetmeni, reklamcı da ne kadar pahalıya mal ederse o kadar çok para alıyor. Çok abartılacak işler değil ama bir şişeyi üç saatte çekiyorlar, ona alışmışlar, değiştirmek zor. Efektler filan.. Bizde de araba uçuyor. Uçtu işte, zor bir şey değil ki... Sinemanın durumu iyi değil.
Ben bizim seyirciyi de biraz suçluyorum. Çok beğendik, çok güzel filmdi diyorlar. Neden? Çok ağladık. Ağlamayı seviyor. Böyle saçmalık olur mu? O yüzden üstüne üstüne gidiyor bizim filmler de. Amerikalı’ya bak, onlarda da duygusal sahneler vardır ama üstüne gidilmez, hemen atlar başka bir şeye. Ama işte ‘Recep İvedik’ bu seyircinin hak ettiği filmdir. Böyle seyirciye böyle film. Gaz bırakıyor, çok gülüyorlar. Bizim filmde akıllı şeyler var ama.
-
Zeki Müren’i görüyoruz mesela.
Zeki Müren’i oynayan çocuk çok yetenekli mesela. Zeki Müren’in Halit Kıvanç’la bir röportajında söylediği tekerlemeyi aynen ezberledi.
-
En beğendiğiniz oyuncular kimdi?
İzzet Günay, Sadri Alışık, Ayhan Işık, Cüneyt... Bunlarla ne yapacağını bilirsin. Oyun tarzları o kadar bellidir ki.. Sadri küçücük köpekten korkarken ‘Atını Seven Kovboy’u yaptık, Red Kit’i oynadı orada. “Yarı ölü bir at getirin” dedi, at zor yürüyordu. Ancak ona binebildi. Red Kit tabii sigara içer, şimdi tele-vizyonda oynayınca film boyunca flu oluyor ağzı Sadri’nin. Sonra erotik film dönemi vardı. Dokuz tane de erotik filmim var. Hiç utanmam, onları da çok severek yaptık, çok komik filmlerdi. En büyük iş yapanı mesela, ‘Hasan Almaz Basan Alır’dır. Bugün yapılsa erotik de denmez belki. Ama yapımcı demeye dilim varmıyor, bir kısmı işi pornografiye çevirdi. Belden aşağı çekim yapıyorlardı, sonra diyelim Fatma ile Fikret Hakan’ın filminde, öpüşme sahnesinden sonra onu koyuyorlardı.
-
Sizin filmlerinizin başın da geldi mi bu hiç?
Bilmiyorum ki, belki gelmiştir. Bizim yaptığımız filmler pornografik değildi. Şimdi yapsak aynı filmleri sinemaya, oynar aslında. 18 yaş filan alır ama oynar. Benim zamanımda da sansür vardı. Adı ‘Sansür Heyeti’ydi basbayağı. Suphi Kaner geldi bir gün Orhan Günşıray’a, “bu araba sahnesi olmaz” dedi. Neden? Sollama lafı var diye geri geldi çünkü film, onu çıkardık. Altmışlarda oldu bu dediğim. Şimdi bir serbestlik var tabii ama bu sefer de televizyona zor satıyorsun.
-
Seksenden sonra nasıldı?
Video vardı o zaman, videoya iş yapardık doğrudan. Amerikan film kasetleri alıp dublaj yapmaya başladım bir garajda. Onları kiralıyorlardı. Bir-iki sene öyle geçti. Sonra video filmi yapalım diye bir şirket çıktı, bizden kiraladılar kameraları falan. Dört bölüm onu çektik. Bir piyesten uyarlamaydı, ‘Sevdiğim Adam’ diye bir film, Yalçın Gülhan’la Berna Laçin oynuyordu. İlk dizi maceram odur.
-
Bu 139 filmden aldığınız hiç telif var mı?
Bir el işareti yapmak lazım buna. Bir kuruş almıyorum. 1995’ten önce çekilen filmler telif kapsamına girmez diye saçma sapan bir kanun koymuşlar, torpille, sırf telif alamayalım diye. Safa Önal çok uğraştı ama bilmiyorum ne oldu? Sadece benim bildiğim her hafta beş on filmim oynar, bir de bilmediklerim vardır.
-
Sinemaya gidiyor musunuz peki?
Geçen hafta gittim, Meryl Streep’in bir filmi oynuyordu.
-
‘Aile Sırları’. Beğendiniz mi?
“Neden?” dedim yahu. Bunu yapmak kolay iş. Böyle aile olur mu? Baldızından çocuk oluyor da, o da gidip kız kardeşiyle sevişiyor. Bunu düşünsen bile yapmaman lazım. Bir buluş değil çünkü, marifet değil. Pislik. Amerikalılar da şaşırdı biraz. O DiCaprio’nun oynadığı film neydi?
-
‘Para Avcısı’.
Pornografik. Bir de komedi ödülü verdiler, nasıl verdiler anlamadım, hiç uymamış role. O rolü Bruce Willis güzel oynardı, hiç oturmamış oğlan role. Burada iş yapmaz öyle filmler.
-
Çok sıkı takip ediyorsunuz ama sinemayı...
Woody Allen’ın filmlerini seviyorum ben. Roma’daki filmini sevdim. Sinemaya gitmek de şimdi dert, nerede ne oynuyor anlamıyorum. Ama evde izlemem, sinema gibi olmuyor. İşte inşallah biz de galada rezil olmayız sinemada.
JÖN DEVRİ KAPANDI
-
Çok uzun zaman televizyon için çalıştınız, televizyonla aranız nasıl?
Çok televizyon işi yaptım evet. Yirmi senem Türker İnanoğlu ile URT’de geçti. ‘Bir Başka Gece’ diye bir program vardı, onun güldürü sahnelerini hep ben çekiyordum. Yasemin Yalçın, Şemsi İnkaya, Nilgün Belgün, Ayşen Gruda, Peker Açıkalın, Volkan Severcan ile bir takımdık. İki üç sene sürdü. Sonra Müjdat’la (Gezen) uzun sene ‘Darbukatör Bayram’ı yaptık. Türker’in kanal bulması hep kolaydı. Şimdi de ‘Küçük Ağa’yı yapıyor mesela, her haftanın birincisi. Hani aylarca Kıvanç’ı at üstünde koşturdular, neydi o dizi?
-
‘Kurt Seyit ve Şura.’
Hah, işte, bu dizi sizi mahveder dedim Türker’e. Aynı gün oynuyorlar çünkü. Ama ‘Küçük Ağa’ birinci olmuş gene. ‘Kaçak’ diye bir dizi var, o bile geçmiş, Kurt Seyit üçüncü olmuş. Anlamıyorlar bu işten. Eskisi gibi değil tabii, eskiden Türkan Şoray’la Cüneyt Arkın’ı koy, kesin iş yapardı. Senaryo zaten arak. Eskiden konusu ne diye hiç sorulmazdı, “Kim oynuyor?” denirdi. Şimdi jönle de olmuyor. Ama Türker ne yaptığını hep bilir.
-
Siz izliyor musunuz televizyonu?
Paralı bir şey var, Avrupa kanallarını gösteriyor. Onu izliyorum ben artık. Sansür filan yok, öyle buharlı sigara da yok.
-
Kendi filmlerinize denk gelmiyorsunuz o zaman...
29 tane dizi yapmamın nedeni şu: hep parayı koyan adamı düşünmüşümdür. Kötü bir film bile yapsam, ki vardır kötüleri, yine de zarar etmezlerdi. O yüzden o kadar film yapabildim. İki film birden de çektim, aynı anda, aynı oyuncularla. İki şirket anlaştı. En çok çalıştığım kadın oyuncu Ajda’dır.
-
Beğeniyor muydunuz oyunculuğunu?
Ajda’yı çok severim ben. Kim ne derse desin Ajda çok iyi bir kızdır. Çok matrak, çok da iyi kalplidir. Ona göre de süperstar oldu işte. Estetikli diye dalga geçerler ama kolay değil onun yaptığı iş. Kendileri de yapsınlar bakalım görelim.
140 film çektim ama sinemaya girdiğime pişmanım
-
Sinemayı seviyorsunuz ama girdiğime pişmanım demişsiniz daha önce pek çok kez. Öyle mi hala?
Pişmanım tabii. Artık başka bir iş yapamayacağım için yapıyorum. İngiliz Havayolları’nda beraber çalıştığım Ferdinand diye bir arkadaş vardı. Oradan emekli olmuş, onu gördüm. İngiltere’den geliyor maaş, pound üzerinden. 2000-3000 pound, ne geliyorsa artık... Bir de British Airways’e binerken yüzde on ödüyor. Her Perşembe açıyor telefonu, boş koltuk nereye var? Zimbabwe’ye. Tamam gidiyorum diyor. Pilotların, hosteslerin kaldığı otelde de yüzde onla kalıyor. Seyahat hastalığımdır benim. Ne güzel olurdu...
-
Çok gezebildiniz mi?
Tabii. Ben askerliği Kore’de yaptım. Kore soktu beni bu işe zaten. Halit Refiğ’le tanıştım orada, o soktu.
-
Siz emekli olabildiniz mi?
Oldum. SSK’lıyım. Ümit Utku sayesinde, o becerdi o işi. Kendi özel şirketi olmayan ve paralı ölen yönetmen yoktur. Tabii bir de oyuncu sevgili çok önemli. Haftalar dağıtılırdı mesela şirketlere. “Fatma’yı vereyim, bana iki hafta ver” derdi Memduh Ün. Türker de öyle, Filiz’i, Gülşen’i... Benim karım konservatuarda bale öğretmeni olunca bir işe yaramazdı tabii...
-
Onunla da sinema üzerinden tanıştınız ama, değil mi?
O çok enteresan bir hikâyedir. Aysel Tanju vardır meşhur, göbek atar. Modern dans yapması lazımdı bir filmde. Yapamam dedi. Ayberk Çölok vardı, o zaman asistanımdı, sonra oyuncu oldu. Konservatuarda okuyordu. Yeni bir bale öğretmeni geldi, çok şeker bir kadındır, ondan rica edelim dedi. Öyle tanıştık. Bale tabii çok disiplinli bir meslek. Güzel bir evlilik geçirdik. Ama geçti gitti işte.
-
Bu zaman makinesi sizde olsa ne zamana dönersiniz?
Valla bilmiyorum, herhâlde düşünmezdim öyle bir şey. Bildiğim şeyi neden bir daha yaşayayım? Ama mesela yaşımın gençleşmesini isterdim. Ama şikayetçi değilim ben.
-
“Kore’ye gidip bu film işine girme” der miydiniz?
Hah, onu yapardım. Halit’le hiç konuşmazdım. “Merhaba kardeş”, “Sana da merhaba yoldaş”. Filmde de var, yoldaş denirdi o zaman.
-
Siyaset sizin hayatınızda çok olmadı ama galiba. Çalıştığınız insanlarla hiç konuşmadığınız bir şey miydi?
Konuşmazdım.
-
Öztürk Serengil’le çok çalıştınız mesela, onun ülkücü olduğunu söylerler, anlaşabilir miydiniz?
Ben o şeylerden hiç anlamadığım için meşgul de olmadım. Hayatımda hiç oy vermedim. Birinin beni idare etmesini sevmiyorum. Üç yüz tane adam çıkıp şunu yapacaksın, bunu yapacaksın diyor. “Onlar kim ki!” diyorum. Bugün de öyle, partilerin hiçbirine bakmam. Sen doğru yaşa, ihtiyacın olmaz ki... Ama dünya böyle kurulmuş. Öztürk’le çok iyiydik, hep gülerdik. Sadri’yle çok iyiydik, o bambaşka bir adamdı. Ama işte geçiyor hepsi. Çok yaşamak da güzel bir şey değil, habire ölüyor insanlar etrafında.
-
Başka projeleriniz de varmış bu filmden önce.
Kınalıada projesi var. Yazarı sizde köşe yazarı, Bercuhi Berberyan. Senaryo yazıldı bitti. Yapmak isteyen bir şirket var. Bu yaz belki olacak. Türkiye’de yapılan filmlerde hep ya bir problem olacak, ya çok sulu, çok kaba espriler olacak, ya da hüngür hüngür ağlatacak. Bu öyle değil. Bercuhi adalarda büyüdüğü için gördüğü şeyleri yazmış. Her şey gerçek. Bir Ermeni tiyatrosu vardı, orada bir piyes yapmışlardı. Suna Pekuysal’la izlemeye gittik, çok beğendi. “Aram, aklın varsa bunu film yap” dedi bana. Onun üzerine senaryoyu geliştirdik filan ama tabii iş yapacağı garanti olmadığı için kimse yanaşmadı. Şimdi tam zamanı gibi geliyor bana.
-
Daha önce Ermenilerle ilgili film yapmayı düşündünüz mü peki?
Hayır. Kınalıada’da Rumlar, Ermeniler, Yahudiler, Süryaniler var... Orada yaşayan insanların hikâyesi olacak. Müzikleri çok güzel, her birinin bir müziği var. Bakalım, yapabilirsek çok güzel olacak. Benim için gişe başarışı önemli değil, yapabilmek önemli o filmi.
-
Siz nerede büyüdünüz?
Şişli’de büyüdüm ben. Şimdi de Kurtuluş’ta oturuyorum. Oğlum ve köpeğimle. O kadar bağlıyım ki köpeğime, bırakıp bir yere gidemiyorum. Maalesef 15 yaşında. Ama yapacak bir şey yok, almam yenisini bir daha. Geçmişi hemen unutuyorum. Yarını da hiç düşünmüyorum. Yarın ne olacağını kimse bilmez ki...