Rita Ender, Agos’ta uzun süredir hazırladığı ‘Meslekler Mekânlar’ köşesine son verdi. Ender, bugüne kadar görüştüğü 85 kişi ve 80 mekânın öyküsünü bu kez bir sayfaya sığdırmayı başardı.
RİTA ENDER
ritaender@gmail.com
Cevaplar yaralayıcı ama soruyor olmak, mağduriyetin hatırlanması, mağdur Edilmişlerin acılarının tanınması ve hiç değişse hatıralarının korunması bakımından, bir parça da olsa önemli. |
“Siftah senden, bereketi Allah’tan!”
Bu topraklarda, sabahları kasalarını bu sözle açar insanlar. Dini, dili, kimliği olmayan para, kasaya böyle girer. Ve günün ilk kazancı olan o para, böylece bir çeşit ritüelle kutsanmış olur. Kutsanan para değil, emektir aslında. Ve emeğin meslek hanemize yazılan isim hali, dükkânlarda, atölyelerde cisimleşir. Mekânlarda ruh bulur.
Ölenlerin-ölümlülerin, gidenlerin-gönderilenlerin ruhlarını benliklerinde taşıyan tüm mekânlar, kentler için önemlidir. Çünkü kentler, Italo Calvino’nun 'Görünmez Kentler' isimli kitabında söylediği gibi, birçok şeyin bir araya gelmesidir: “Kentler birçok şeyin bir araya gelmesidir: Anıların, arzuların, bir dilin işaretlerinin. Kentler takas yerleridir, tıpkı bütün ekonomi tarihi kitaplarında anlatıldığı gibi, ama bu değiş-tokuşlar yalnızca ticari takaslar değil; kelime, arzu ve anı değiş-tokuşlarıdır.”
Değiş-tokuş konusu kelime, arzu ve anıları ‘hatıra’ olarak sahiplenmek ve bir kenti terk etmek, aslında mekânları sahipsiz bırakmaktır da. Sahipsizliğe dair hüznün çoğunlukla nostaljiyle, kederli bir özlem duygusuyla yaşandığı bu toprakları zorunlu olarak terk eden gayrimüslim azınlıkların, ‘Rum usta’, ‘Ermeni zanaatkâr’ ve ‘Yahudi tüccar’ tiplemelerinin ardından ve onların mekânları üzerinden ‘nostalji’ yapılması bir anlamda onların acılarının tanınması da sayılabilir diye düşündüm. Ve Haziran 2012’den geçen haftaya kadar, Agos’un 12. sayfasında yayımlanan ‘Meslekler & Mekânlar’ isimli köşe için söyleşiler yaptım.
85 kişiyle görüştüm, 80 mekân, dükkân - atölye - işyeri, çalışma alanı gördüm.
Tıpkı bu mekânlar gibi, benim için de bu söyleşileri yapıyor olmamın bir hikâyesi oldu.
Yerli yabancılığın türleri
Bu hikâye sayesinde, Türkiye’de Ermeni olmanın ne demek olduğunu anladım.
Türkiye’de ‘Rita’ ismi ile yaşıyorsanız, yabancılığınızdan şüphe duyulmaz pek. Fakat ‘ne çeşit’ bir yabancı olduğunuz her zaman önemsenir. Türkçeyi anadiliniz gibi konuşuyorsanız ‘yerli yabancı’lığınız teyit edilmiş olur, ama yetmez! Yerli yabancıların da türleri vardır çünkü: Ermeni, Yahudi, Süryani, Rum, Levanten...
Osmanlı’da farklı renklerde giyinmek zorunda olan bu türler, sahiden de farklı renkler taşır, taşımaya alışkındır. Kendi içlerinde, kendi hallerinde yaşayıp gider çoğu ve kendi içlerinden birini görünce kendileri gibi olmaktan ürkmezler. Ürkmediklerini gördüm; mesela Ermeni meslek sahipleriyle yaptığım söyleşilerde, Ermeni olduğumu düşündükleri için benimle daha ‘rahat’ konuştuklarını hissettim. Arada kendimi, karşımdakini kandırıyor olmamak için Yahudi olduğumu ifade ederken buldum ve her seferinde insanların farklılıklarımızdan bahsettiğini gördüm. Ama bu farklılıkların, içten konuşma, içini açma yolunda engel olacak denli büyük olmadığını da. Yine de konuşmaya devam ettiklerini de... İçlerinden, yazları Kınalıada'da olan torunlarını düşünerek, bekâr olup olmadığımı soranlar da oldu.
Yazları Büyükada’ya gittiğimi söyledim, “Parev!” diye başlayan maillere bazen “Şalom” diyerek cevap verdim. Ve sık sık neden Şalom’da yazmadığım sorusunu yanıtladım.
Agos sadece Hayların (Ermeni) yazdığı bir yer miydi ki? Ya da siz Yahudi iseniz ille Şalom’da mı yazmalıydınız? Bu konuda da soy kodlarımıza göre mi tasnif edilmeliyiz? Azıcık da olsa karışamaz mıyız?
Agos sadece Hayların (Ermeni) yazdığı bir yer miydi ki? Ya da siz Yahudi iseniz ille Şalom’da mı yazmalıydınız? Bu konuda da soy kodlarımıza göre mi tasnif edilmeliyiz? Azıcık da olsa karışamaz mıyız? |
Söyleşilerdeki karışıklık duygusu
Hrant Dink ve canice öldürülmesi, beni, bu ülkede yaşayan pek çok kişi (evet, Yahudiler dahil) gibi karıştırdı. İç şişiren, iç acıtan o karışıklık duygusu bazı söyleşilerde dile geldi. Örneğin çanta tamircisi Jirayir Özgün, onun sık sık hatır sormak için dükkânına uğradığını anlattı. Kimileri, onu ne kadar çok sevdiğini söyledi. Sonra, aynı Hrant Dink’ın anlattığı hikâyeler gibi, hikâyeler içinde hikâyeler oluştu. Örneğin Galata’yı Galata yapan adamlardan Artin Aharon yani demirci Gabi Usta, Kuledibili eski bir esnaftan söz etti. O esnafın torunu Amerika’dan telefonla bize ulaştı ve dedesi hakkında okuduklarının fazlasını öğrenmek istediğini söyledi. Duygulandık. Ben duygulandıkça ya Reysi’yi aradım ve anlattım, ya da o anda yanımda olan Berge’e baktım.
Berge Arabian ve Reysi Kamhi, duyguların yalnız yazıyla anlatılmadığını hatırlattılar. Bu söyleşi dizisi boyunca, hemen hemen her meslek sahibinin özellikle ellerinin fotoğrafını çekti Berge. Meslek sahibi insanları, anlattıkları işlerini yaparken, kendi mekânlarında gösterdi. Ve her seferinde bana bir insanın gözleriyle gülmesinin ne kadar önemli olduğu söyledi. O, ânı durdurdu; sonra Reysi sanki çizerek yeniden canlandırdı. Rebul’ün lavanta kolonyasını sayfaya döktü, Katia Kiracı’nın şapkalarını vitrine dizdi.
İnsanlar nasıl bulundu?
Dizilenler; bu söyleşi dizisi kimlerle yapıldı? Bu insanlar nereden, nasıl bulundu?
Bazılarını, mesela Yeni Moda Eczanesi ve eczacı Melih Ziya Sezer’i, yazmaya başlamadan çok önce bulmuştum. Önce, bulmuş olduklarıma gittim. Hani yabancı bir arkadaşınız İstanbul’a gelirse onu Topkapı Sarayı’nın dışında sevdiğiniz bir yerlere götürmek, size ait olan - kendinizi ait hissettiğiniz yerleri ona göstermek istersiniz ya, ben de benzer bir hisle, önce kendi sevdiğim yerleri, insanları yazdım. Tanıdığım, bildiğim, alışveriş yaptığım, beraber çalıştığım insanların kapısını çaldım. Galiba biraz da bu nedenle Kadıköy, Moda, Beyoğlu ve Galata’dan çok yazı çıktı. Sonra, bu söyleşi serisinin içinde hem meslek, hem mekân olarak ‘olmazsa olmaz’ları düşündüm (Vefa Bozacısı gibi) ve onları ilave ettim. Arada sırada, tanıdık-tanımadık okuyuculardan tavsiye aldım. Kapısını çalıp söyleşi yaptığım insanlar bazen beni başka kapılara yönlendirdi.
Aşındırdığım kapıların arkasında çok güzel adamlar buldum, çok güzel kadınları dinledim.
Hemen herkese aynı soruları yönelttim. Bu, söyleşilerin bütünlüğü açısından ve sonrasında bir kıyas yapabilme bakımından önemliydi. İnsanlara, işlerine-mesleklerine nasıl, ne zaman başladıklarını, yıllar içinde o meslekte nasıl değişiklikler yaşandığını, o mesleği o mekânda yapıyor olmanın nasıl bir şey olduğunu ve mesleğin-mekânın sonraki kuşağa devredilip devredilmeyeceğini sordum. Cevaplar, sıkça gayrimüslim azınlıklarla ilişkilendirildi. Aradaki bağ, çoğu kez kendiliğinden oluştu. Çünkü bu söyleşilerin tümü İstanbul’da yapıldı. İstanbul’un eski sakinleri, bir kuşak önceki ustaları onlardı ve biz onlara ne olduğundan söz ettik.
Azınlıkların haksızlık hikâyeleri
Azınlıkların maruz kaldığı haksızlıklardan söz etmemek mümkün değildi, çünkü örneğin 6-7 Eylül olaylarında, bazılarının, mesela İlya Avramoğlu’nun (Kelebek Korse) dükkânı yağmalanmıştı ve bu konuşuldu. Daktilo tamircisi Yakup Çukran, Varlık Vergisi’nden ve o dönem yaşanan büyük sıkıntıdan söz etti. Andonis Parizyanos, azınlık okulunda öğretmen olmayı, İshak Alaton gazetelerde ‘Yahudi iş adamı’ olarak yer almayı anlattı.
Bu anlatılanlardan, Türkiye’deki azınlıkların ortak tarihine-hafızasına dair yeni bir bilgi edinmedim. Bildiğim olayları başka hikâyeler içinde dinlemiş oldum. Fakat dinlemenin, konuşturmak açısından nasıl bir önemi olduğunu deneyimledim.
Özellikle azınlık gruplarına mensup kişilerle yaptığım röportajlarda, bu işi neden yaptığımı açıklamanın, onları söyleşiyi yapmaya ikna etmek açısından ne kadar önemli olduğunu gördüm. Bilindiği üzere, bu ülkede azınlık olmak kolay değildi, hâlâ değil, hep tedirgin insanlar. Bu yüzden kimini ikna etmek için, mesela Yahudilerle söyleşi yapmak için Yahudi olduğumu belli ettim. Kimine, belki daha fazla güven uyandırabilirim diye, aslında avukat olduğumu söyledim.
Kendi yüzleşmem ve şu zor 'Neden gittiler?' sorusu
Bunu söylerken, mesleğiyle ilgili sorular yönelttiğim insanların, kendilerini bir meslek üzerinden tanımlayıp tanımlamadıklarını düşündüm. Bunu özellikle gözlemledim, çünkü bu yazıları yazmaya başladığımda kararsızdım, ‘avukat’tım ama avukatlık yapabilecek miydim, emin değildim. Bu söyleşileri yaparken, işini severek yapan ve “Dünyaya bir daha gelsem yine bu işi yapardım” diyen insanlarla tanıştım. Yüreklendim ve avukatlık yapar oldum.
Ben yapsam da yapmasam da, dünya var oldukça avukatlık da var olacak. Ama bazı meslekler, bu söyleşi dizisinde meslek sahipleri tarafından dillendirildiği üzere, varlığını sürdüremeyecek. Kaybolacak veya şekil değiştirecek. Mesela, gramofon tamircileri belki akıllı telefon tamir etmek durumunda kalacak, faytoncular taksi şoförü olacak. Yorgancılar, muhtemelen yorganlarını katlayıp gidecekler...
Bu gidenlerin ardından da ‘nostalji’ yapacağız herhalde, biz bize. “Ne güzel komşumuzdu”, “Bayramlarda Paskalya çöreği yerdik”, “Neşeli insanlardı, sirtaki yaparlardı”...
Yapıyorlardı da, neden gittiler? Arkalarında bıraktıkları mekânlara, mesela dükkânlarına ne oldu? Mesleklerine, mekânlarına sahip çıkmalarına niçin izin verilmedi?
Cevaplar yaralayıcı ama soruyor olmak, tüm bunları konuşabilmek, mağduriyetin hatırlanması, mağdur edil-mişlerin acılarının tanınması ve hiç değilse hatıralarının korunması bakımından, bir parça da olsa önemli.
Önem verdiğiniz mekânların korunması, emeklerinizin hep kutsal sayılması dileğiyle… Değiş-tokuş edilen kelime, arzu ve anılar gülümsetsin; “Siftah sizden, bereket Allah’tan olsun!..”
teşekkür notu: Bu yazıları burada yazma fırsatı veren Rober Koptaş’a, sayfa editörlerim olmuş olan Sarkis Güreh, Vartan Estukyan, Maral Dink’e ve Altuğ Yılmaz’a çok teşekkür ederim.
Berge Arabian: Farklı bir İstanbul keşfettim
Agos’ta çalıştığım süre boyunca her hafta Rita Önder’in köşesi için bir portre çalışması yaptım. Bu işler sırasında tanıştığım insanlar sayesinde kendi başıma asla keşfedemeyeceğim bir İstanbul buldum. Gazete için çalışarak zaten hiç tanışamayacağım insanlarla tanıştım ve hiç göremeyeceğim yerlerde bulundum, fakat Rita’nın beni yönlendirdiği kişiler ve mekânlar gerçekten şanslı bir kaç kişinin tecrübe edebileceği türden.