Hazal Halavut, zulmünü ‘yok edişi’nde aradığımız tarihin ‘yokluğunu yok ettiği’ Zabel Yesayan’ı yazdı.
HAZAL HALAVUT
Yokluğun öznesi kimdir? Yok olan mı? Yokluğu hisseden mi?
İster 8 Mart hatırası olsun, ister bir iç burukluğu ya da geç kalmış bir kavuşma, ne isterseniz o olsun ama bu soru burada dursun bugünlük. Vaktinde sorulmamış, sorulmadıkça kararmış, karadıkça karartmış onlarca sorunun yerine dursun. İfritli, iblisli, karanlık masal coğrafyalarına yakışır bir muammanın, arkalarında “yokluk” bırakmadan yok olabilen yüz binlerce insanın esrarına dair dönüp kendimize sormadığımız soruların yerinde dursun. Zulmünü “yok edişinde” aradığımız, hâlbuki yok ettiklerinin yokluğunu yok etmekle adını bulan bir Tarih’in karşısında dikilip sormadığımız soruların yerinde dursun. Bu soru burada dursun. Ve biz Zabel Yesayan’dan bahsedelim şimdi.
Adı akıllarda “Ermeni Konferansı” diye kaldı. 2005 yılında, duyulduğu anda kopan onca tantanaya, yasal engellemelere, tehditlere, Cemil Çiçek’in Meclis’ten hedef gösteren konuşmalarına rağmen, son anda Boğaziçi Üniversitesi’nden Bilgi Üniversitesi’ne taşınarak yapılabilen konferansın tam adı 'İmparatorluğun Çöküş Döneminde Osmanlı Ermenileri: Bilimsel Sorumluluk ve Demokrasi Sorunları'ydı. Birçok ilke imza atan konferansın en güzel ilklerinden biri Zabel Yesayan’la ilgili olandı. Elif Şafak, Zabel Yesayan’ı tanıtmış, anlatmış, bu olağanüstü Ermeni kadın yazarın doğup büyüdüğü topraklardan silinen izini ürettiklerinde, kitaplarında sürmüştü. Ermeniler tanıyordu elbet Zabel Yesayan’ı. Ermeni olmayanların çoğu ise adını ilk kez duymuştu.
1878’te Üsküdar’da doğup büyüyen, üniversiteye giden ilk Ermeni kadın unvanının sahibi olan, Sorbonne’da edebiyat ve felsefe eğitimi alan, ilk şiirini 17, ilk romanını 25 yaşında yayınlayan, Ermeni gazetelerinde kadın sayfasını hazırlayan, makalelerinde, hem Ermeni cemaatinin, hem Osmanlı toplumunun ilk feminist çıkışlarını yapan, ilk kadın örgütlenmelerinde yine adı olan, 1909’da Adana katliamına tanıklık eden ve tanık olduğu vahşetle yazısının da yaşamının da yönünü değiştiren, 1915’te “yok edilecek” 234 Ermeni aydını listesindeki tek kadın ve o kara listeden sağ kurtulmayı başaran birkaç isimden biri olan Zabel Yesayan ve olağanüstü yaşam hikâyesi konferans salonundaki herkesi büyülemişti. Bütün ömrü boyunca yazan ve geçimini yazarak sağlayan Yesayan, 1915’ten sonra da hayatını mücadeleyle geçirmiş, Fransa’daki yıllarının ardından Ermenistan’a yerleşmiş, fakat adının yazıldığı ikinci kara listeden kurtulamamış ve Stalin dönemindeki “Büyük Temizlik” ardından Sibirya’da sürgünde ölmüştü.
Bu “büyük” hikâye nasıl olmuş da duyulmamıştı peki? 2005 yılındaki konferansta Elif Şafak, Zabel Yesayan’ın hayatını edebiyatıyla ve edebiyatını hayatıyla anlattığı sırada, aslında Yesayan’ı Türkiye okuruna tanıtacak ilk kitap da yayına hazırlanıyordu. Lerna Ekmekçioğlu ve Melissa Bilal’in hazırladığı Bir Adalet Feryadı: Osmanlı’dan Türkiye’ye Beş Ermeni Feminist Yazar kitabı ertesi yıl Aras yayınlarından çıktı.1 Kitapta tanıtılan Ermeni yazarlardan biri de Zabel Yesayan’dı.
2005 sonrasında adı giderek daha sık işitilir oldu; hiç değilse akademi ve edebiyat çevrelerinde Zabel Yesayan keşfedildi. Ama bu keşifle birlikte bir şey daha oldu, anlatması zor bir şey… Zabel Yesayan üzerine, Zabel’in edebiyatını anlatan, tanıklık edebiyatını tartışan, onu Halide Edip’le karşılaştıran ya da başka türlü edebi yeteneklerini konu edinen yazılar, makaleler yazıldı. Fakat bunları yazanların çoğu Zabel Yesayan’ı okumamıştı. Ve bu –mış gibi yapma, Elif Şafak’ın konferanstaki sunumuyla başlamıştı. Zabel ve hayat hikâyesi o kadar etkileyici, o kadar çarpıcıydı ki, kimsenin aklına gelmedi belki de sormak: Biz Zabel’le yeni tanışanlar hangi kitaplarını okuyabilirdik? Zabel’e, Zabel’in kelimelerine hangi dilde dokunabilirdik?
2006 yılında Belge Yayınları Silahtar’ın Bahçeleri isimli bir kitap yayınladı. Başında Elif Şafak’ın konferansta sunduğu bildirinin de yer aldığı bu kitap, aslında Zabel Yesayan’ın beş-altı eserinden tadımlık (beşer onar sayfa) çevirinin yer aldığı bir derlemeydi. Üstelik bu derleme de Ara Baliozian tarafından hazırlanan İngilizce derleme Silihtar’s Gardens derlemesinin çevirisiydi. Zabel Yesayan’ın Türkçeye ya da İngilizceye çevrilmiş başka kitabı yoktu. Fransızcaya çevrilmiş birkaç eseri vardı. Ermenice bilmeden Zabel Yesayan üzerine yazan, çizen, konuşan herkes, söylediklerini ikincil kaynaklardan almış, bir başkasının, Ermenice okuyabilen birinin, çoğunlukla bir Ermeni’nin Zabel Yesayan anlatısını anlatıyordu.2
Bugün artık –mış gibi yapmaya ihtiyaç kalmadığı “kutlu” bir gün. Zabel Yesayan’ın 1909 Adana katliamına tanıklığını anlattığı ve onu Ermeni tanıklık edebiyatının kurucusu yapan kitabı Averagneru Meç/Yıkıntılar Arasında, Kayuş Gavrilof Çalıkman’ın çevirisiyle Aras Yayıncılık’tan çıktı. Ama tam da Yıkıntılar Arasında’nın ilk kez Türkçe okunabildiği ve Zabel Yesayan’la gerçek bir teması, gerçek bir karşılaşmayı mümkün kıldığı bugünlerde, –mış gibi yaparak, sormayı bir kez daha ertelediğimiz soruyu satıra düşmenin vakti: 1915’te ne olmadı?
Tarih’in habire sorup durduğu, yüksek siyasetin daha da yüksek siyasetçilerinin Tarih’e yaslanarak kaçıp durduğu, çok uzman kimselerin terminolojileriyle, abaküs plastikliğindeki ölü sayıcılıklarıyla cevapladığı o çok mühim soru kadar, en az “1915’te ne olduğu” sorusu kadar, belki ondan da mühim bu soru: 1915’te ne olmadı? Yok olanı, gideni “1915’te olup bitenlerin” hanesine yazarken, gidenlerin/yok olanların ardından kalana ‘olmayan’ı başka hangi sorunun hanesine yazacağız? Sağ kurtulan Ermeniler, imkânsız bir tanıklığın esaretinde yine de yazdılar, anlattılar tanık olduklarını. “1915’te ne olduğu” hanesine bir çentik daha. Peki, hiçbir şeyin değilse bile yokluğun tanıklığı olmaz mıydı? Bir gün var, öbür gün yok olanın ardında bıraktığı yoklukla hemhal olan birileri?
Arkalarında yokluk bırakmadan yok olabilen insanlar ancak karanlık masallara yakışır tabi. Ama bizden ötede, uzakta, Tarih’in karanlık sayfalarında, hep başkalarının günahlarındaymış gibi emin bir mesafeyle dinliyoruz ya hani bu masalı, işte bu biraz da 1915’te olmayan, bugün hala olmadığından. Mesela karşılaştığımız, hikâyesiyle büyülendiğimiz o ilk anda biz Ermenice okuyamayanlar, biz Ermeni olmayanlar Zabel’i anlatan Ermenilerin anlatılarını kendimize mal etmek yerine Zabel Yesayan’ın “yokluğuna” temas etmeyi beceremediğimizden. Yoklukla kendimizi incitmediğimizden, yoklukla damgalanmayı, bir yokluğu yüklenmeyi bilmediğimizden…
Yıkıntılar Arasında çıktı. Zabel Yesayan’ın deriye işleyen keskinlikte kelimelerle tanıklık ettiği Adana katliamını okuyabilir, satırlarda onun izini sürebiliriz artık. Ama ne Zabel’le ne de tanık olduklarıyla gerçek bir karşılaşma gerçekleşmeyecek, önce Zabel’in yokluğuyla karşılaşmadan.
1 Kitapta Hasmik Khalapyan, “Kendine Ait Bir Feminizm: Zabel Yesayan’ın Hayatı ve Aktiviteleri” başlıklı makalesi bulunuyor.
2 Elbette Zabel Yeseyan’ın hayatını ya da hikâyesini anlatan yazılardan değil, eserlerini okumuş gibi yazdıklarını, tanıklığını, edebiyatını konu edinen yazılardan bahsediyorum. Elif Şafak’ın bildirisi de dâhil Zabel Yesayan yazılarının çoğu, Marc Nichanian’ın Yesayan üzerine analizlerine dayanıyor. Melissa Bilal ve Victoria Rowe’dan da “esinlenmeler” mevcut. Ermenice öğrenerek Ermeni yazarları kendi dillerinde okuyan Murat Cankara ve Mehmet Fatih Uslu’nun çalışmaları, galiba bu konudaki tek istisnayı oluşturuyor.