Gazeteci, yazar, belgesel yönetmeni Talin Suciyan, 2008’den bu yana büyük bir özenle çalıştığı doktora tezini tamamladı. ‘Sıradan Olanla Hayatta Kalmayı Başarmak: 1930’lardan 1950’ye Türkiye’de Ermeniler’ başlığıyla yazılan kapsamlı tez çalışmasında Suciyan, Türkiye Ermenilerinin toplumsal hayatının ve geçmişten günümüze devletin Ermenilere yönelik inkâr siyasetinin izlerini sürüyor
Ermeni kızlarının kaçırılması Cumhuriyet döneminde de devam etti. Özellikle İstanbul dışında yaşayan Ermenilerin İstanbul’a gelmelerinin önemli sebeplerinden biri Ermeni ailelerinin kızlarının eğitimini sağlayamamaları ve kaçırılma tehlikesiyle yaşamak zorunda olmalarıydı
EMRE ERTANİ
emreertani@agos.com.tr
Talin Suciyan birçok alanda başarıyla emek veren bir isim. Gazeteci, yazar, belgesel yönetmeni Suciyan, 2008’den bu yana büyük bir özenle çalıştığı doktora tezini tamamladı. ‘SurvivingtheOrdinary: TheArmenians in Turkey 1930s to 1950’ (Sıradan Olanla Hayatta Kalmayı Başarmak: 1930’lardan 1950’ye Türkiye’de Ermeniler) başlığıyla Münih’teki Ludwig-Maximilian Üniversitesi Ortadoğu Çalışmaları Bölümü’nün Türkiye Çalışmaları Kürsüsü’nde yazılan kapsamlı tez çalışmasında Suciyan, dönemin Ermeni basınından ve çeşitli diğer Ermenice kaynaklardan hareketle Türkiye Ermenilerinin toplumsal hayatının ve geçmişten günümüze devletin Ermenilere yönelik inkâr siyasetinin izlerini sürüyor.
Ermeni Milli Meclisi tutanakları, raporları gibi birincil Ermeni kaynaklara da ulaşan akademiysen, resmi tarihyazımının bu kaynakları görmezden gelme mekanizmalarını, inkârın gündelik hayat içerisinde sıradanlaşan uygulamalarını ortaya koyarken kavramsal olarak da yeni önermelerde bulunuyor. Soykırımsonrasıtarihyazımı üzerine kafa yoran bu tezi vesilesiyle halen LMU Türkiye Çalışmaları Bölümü’nde öğretim üyesi olarak görev yapan Talin Suciyan’la söyleştik.
-
Tezinizin başlığı ‘Sıradan Olanla Hayatta Kalmayı Başarmak: 1930’lardan 1950’ye Türkiye’de Ermeniler’, Bu ‘sıradan’ kavramı ile başlayalım. Nedir sıradanlaşmış olan?
Sıradanlaşmış olan, kurulmuş ve pek çok alanda yeniden üretilmiş inkâr habitusudur. Soykırımsonrası inkâr habitusu Türkiye’de hem devlet ve birey tahayyülünde hem de sosyalleşmede önemli bir önkabul oluşturdu. Bu da hepimizin gündelik hayatına Talat Paşa İlkokulu, Ergenekon Caddesi ya da Ermeni, Yahudi, Rum, Süryani, Kürt, Alevi düşmanlığı olarak girdi.
Öncelikli olarak bu gruplar hedef alınsa da, devletin hedef gösterdiği tüm gruplar, solcular ya da dindarlar aynı inkârcı habitusun hedefi ve kurbanı haline geldiler. Hukuk da bu habitusun dışında değildir. ‘Türklüğe hakaret’ davaları ve bu davaların toplumsal ve hukuki etkisi/yapısı, ya da kamulaştırma, mülklere el koyma aynı sıradanlığın bir parçasıdır. Bu durumda toplumda adalet duygusu da ortadan kalkar. Cumhuriyet tarihinde adalet duygusunu tesis eden, vicdanları rahatlatan kaç dava örneği verebilirsiniz?
Yine köy isimlerinin defalarca değişmesi aynı sıradanlığın bir parçasıdır. Kültürel mirasın parçası olan binaların askeri alanlara dâhil edilmesi, devlet dairesi haline getirilmesi, ahır olarak kullanılması ya da dinamitlenerek yok edilmesi, bu bölgelerde yaşamış insanların varlığının, kültürel mirasının anlamsızlaştırılması, ortadan kaldırılması yoluyla varlıklarının ve yok edilmelerinin inkâr edilmesidir.Bütün bunlar biraraya geldiğinde gündelik ırkçılık sıradanlaşır.
Örneğin Küçük Asya ve Kuzey Mezopotamya’da yaşamaya çalışan Ermenilerin ölülerini gömerken karşılaştıkları saldırılar, Ermeni çocuklarının sokakta, okul çıkışlarında karşılaştıkları ırkçı saldırılar, Tokat’ta kalan Yahudilerin sokağa çıktıklarında “Yahudi illeti, yutar bütün milleti – Yahudi yaka biti, bizim sokağın iti” şeklinde bir ırkçılıkla karşı karşıya kalmaları ya da basın yoluyla etnik/dini gruplara açıkça saldırmak, aşağılamak, bireylerini hedef göstermek aynı şekilde sıradanlaşır.
İnkârcı zihniyeti yerleştirip, devleti, toplumu, sokağı onun içinden, onunla birlikte örgütlediğinizde, bu artık üzerinde anlaşılmış kimsenin aksini düşünmeyeceği bir sıradanlık durumu ortaya çıkarıyor. Bu durum Cumhuriyetle birlikte çok hızlı bir şekilde kurumsallaştı. Cumhuriyet tarihini inkâr mekanizmalarını anlamak üzerine okumak henüz yapılmayı bekleyen bir iş. Türkiye bu inkâr kıskacından kendini kurtarabildiği oranda özgürlüklerin, adalet duygusunun ve toplumsal barışın tesis edilebildiği bir ülke olacak.
-
Tezinizin giriş bölümünde ulaştığınız Ermeni kaynaklarının çokluluğundan ve orijinalliğinden bahsederken, bazı kaynakların dil kullanımı gerekçe gösterilerek ulaşılmaz kılınmasının da inkâr politikasının bir parçası olduğunu söylüyorsunuz. Örnekleriyle gerek bu kaynakları gerekse inkârcı uygulamayı paylaşabilir misiniz?
Öncelikle, sadece benim ulaştığım değil, genel olarak, Ermeni kaynaklarının Cumhuriyet dönemine ilişkin hem sayı itibarı ile çok, hem de çok çeşitli olduğunu söyledim. Cumhuriyet öncesi için de aynı şeyi söylemek mümkün. Benim araştırmam 1930’lu yıllardan başlayıp 1950’nin sonuna kadardı ve kaynakları toplarken bu dönemdeki bütün süreli yayınlarını tarama imkânım olmadığını anladım. ‘Hay BarperaganMamuliMadenakidutyun’ (1794-1967) (Ermeni Süreli Yayınları Bibliyografyası) 1924 ile 1950 arasında 71 ile 94 olarak iki ayrı sayı vermekte. Bu sayılardan ilkinin doğru olduğunu kabul etsek bile bu hâlâ bir doktora tezi araştırması için çok yüksek bir sayı. Dolayısıyla Cumhuriyet tarihinin Ermenice kaynakları yoğun bir materyal ile müstakbel araştırmacılarını bekliyor.
ABD’de 1980’lerde 1915’den kurtulanlarla yapılan sözlü tarih çalışmaları, ya da dünyanın dört bir yanında Ermenilerin yaşadıkları şehirlere dair çıkardıkları kitaplar Osmanlı ve Türkiye tarihçiliğinin bir parçası değildir.
Aynı şekilde benim tezde yararlandığım bütün kaynaklar sadece Ermenilerin tarihi değil, Türkiye’nin Cumhuriyet tarihyazımının bir parçasıdır. Ancak Batı Ermenicesi gibi, Rumca, Ladino, Süryanice, Arapça, Kürtçe bu alanların dışında bırakıldıkları oranda tarihyazımının dışında bırakılmış oluyorlar. Bu durumda bu dillerdeki kaynaklar da sessizliğin kaynakları haline geliyor.
‘Türklüğe hakaret’ davaları ve bu davaların toplumsal ve hukuki etkisi/yapısı, ya da kamulaştırma, mülklere el koyma aynı sıradanlığın bir parçasıdır. Bu durumda toplumda adalet duygusu da ortadan kalkar. Cumhuriyet tarihinde adalet duygusunu tesis eden, vicdanları rahatlatan kaç dava örneği verebilirsiniz?
-
Tezinizde taradığınız bu birincil kaynaklar ve dönemin Ermenice gazetelerinde Ermenilerin yakın dönem tarihi açısından en çok hangi konular dikkatinizi çekti?
1930’lardan başlayarak Ermenilerin kurumlarının ve genel olarak toplumun geçirdiği dönüşümü anlamak için, NorLur, Ngar, Panper, NorHuys, NorLuys gazetelerinin yanı sıra, SurpPırgiç Hastanesi Salnamelerine, ayrıca 1940’lı yıllar için Marmara, NorLur, NorOr, Aysor, TebiLuys ve Paros gazetelerine, yine1940’lı yıllardan başlayıp 1950’lerin sonlarına kadar YerçanigDarekirk’e (Mutlu Yıllık) ve Bardez Yıllıkları’na baktım. Jamanak gazetesini de kısmen, konu tabanlı olarak taradım. Agos’un da 2003’ten başlayarak bazı sayılarından yararlandım. Bunlar dışında Ermeni Milli Meclisi’nin tutanakları ve Meclis komisyonlarının hazırladığı raporlar çok önemli birincil kaynaklar oldu.
Patrik Mesrob Naroyan |
Bu kaynaklar sadece Ermenilerin tarihine ışık tutmakla kalmaz, Türkiye’nin sosyal ve siyasi tarihi açısından da önemli ipuçları verir. Bunların yanısıra Osmanlı ve Türkiye tarihçiliğinin pek rağbet göstermediği patrik anıları özellikle 1915 öncesi ve sonrası için çok önemli ve çok çeşitli bilgiler sunar. Ne yazık ki Cumhuriyet dönemine ilişkin patrik anısına ulaşamadım. Patrik Mesrob Naroyan’ın anılarından birkaç satırlık alıntılar bile 1930’lu yıllara dair çok şeyi anlatıyor. Dönemin önde gelenlerinin anıları bir diğer önemli kaynaktı. Toros Azadyan’ın ‘LipananyanHuşer’ (Lübnan Anıları), Aras Yayıncılık’tan çıkan anı kitapları, örneğin ‘Adım Agop Memleketim Tokat’ ya da ‘BatmutyunMalatyoHayots’(Malatya Ermenileri Tarihi), ‘BadmutyunYozgatiyevŞırçagayitsHayots’ (Yozgat ve Çevresinde Yaşayan Ermenilerin Tarihi) gibi şehir tarihi kitaplarının Cumhuriyet dönemine ilişkin bölümleri de yerel tarihe dair önemli kaynaklar sunuyor. Ayrıca Ermenistan’da yayımlanan Gatoğigos VI. Kevork’un mektuplaşmaları Türkiye’deki Ermenilerin tarihinin yanısıra özellikle II. Dünya Savaşı sonrasındaki dönemde Sovyet Ermenistanı, Türkiye, tüm dünyadaki Ermeniler ve siyaset bağlamında çok kıymetli bir kaynak.
Elbette ki, bunlara ek olarak Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi, birincil kaynaklar olarak, özellikle de Cumhuriyet döneminde devletin genel olarak gayrimüslimlere ve özelde Ermenilere yönelik siyasetini anlamak adına önemli. Bunların dışında farklı yerlerde doğup yaşayan Ermenilerle yaptığım sözlü tarih çalışmaları, belgelere derinlik kazandıran günlük hayat deneyimleri oldu.
Dönemin Ermeni basınında ise geniş bir gazete arşivi ile çalışma şansına sahiptim ve bu sayede Ermenice gazetelerin farklı işlevleri olduğunu anladım. Ermenice gazeteler Cumhuriyet döneminde sistematik bir Ermeni tarihi öğrenmenin imkânsızlığında önemli bir tarih bilinci yaratma işlevi görebiliyor. Birincil kaynaklara ulaşmanın zorluğunda Ermenice gazetelerde tıpkıbasımlar, patrikhane, gatoğigosluk açıklamaları, kanunlar, uygulama değişiklikleri, önemli biyografik bilgiler, anılar, Türkçe gazetelerden Ermenilerle ilgili haberlerin çevirileri ya da Ermenice harfli Türkçe metin olarak alıntılar, dünyanın dört bir yanında çıkan Ermenice gazetelerden alıntılarla diasporanın diğer merkezlerinde olan bitenlerle ilgili haberler, vakıflarla ve cemaat mülkleriyle ilgili davaların günü gününe takibi, Türklüğe hakaret davalarıyla ilgili detaylı haberler gibi kolay ulaşılamayacak metinler var. Ermenilerin çıkardığı gazetelerde bu işlevlerden önemli bir kısmı bugün de devam ediyor.
-
Alternatif tarihyazımı son 120 yıldır kullanılmaya başlayan bir kavram. Siz tezinizin şekillendirirken bu kavramsal çerçevenin içine ne kadar içine dahiloldunuz? Alternatif tarihyazımının özellikle Ermeni Tarihi açısından Türkiye’de nereye gelebildiğini düşünüyorsunuz?
Sosyal bilimler ve tarihyazımı özellikle 20. yüzyılda iki önemli konu etrafındaki tartışmalardan beslendi. Bunlardan biri sömürgecilikse diğeri 20. yüzyılın bir soykırım yüzyılı olmasıydı, özellikle de Holokost’un Avrupa entelektüel, toplumsal, siyasal, kültürel ve sanatsal hayatında yarattığı etki bu alanlardaki değişimlerden ayrı tutulamaz. Ancak bu iki konu da Türkiye ve Osmanlı tarihçiliği alanına ne yazık ki çok geç girdi.
Örneğin İsmail Beşikçi’ye yaptığı araştırmalardan ve yayınlardan dolayı ödettirilen bedeller Türkiye’de akademisyenlere nelerin yapılabilir nelerin yapılamaz olduğunun açık bir işaretiydi. Osmanlı sömürgeciliği hakkında bugün hâlâ iki elin parmakları kadar yayın olmasını bunun da pek çoğunun İngilizce olmasını nasıl anlamalıyız? Ya da tüm dünyada onbinlerle ifade edilen rakamlarla Holokost literatürü oluşmuşken Türkiye’de bu literatürün cılızlığını nasıl açıklayabiliriz? Elbette buna karşılık “Ama şu kitap var, bu kitap var” diyenler olacaktır. Fakat benim bahsettiğim şu ya da bu yayın değil, bir bilinç yaratılmamış olması, dahası bir bilinç yaratılmasının engellenmiş olmasıdır. Avrupa’nın, ABD’nin ya da Hindistan’ın başını çektiği çalışmalar Türkiye’de on yıllarca inkârın esiri oldu. Bugün geldiğimiz noktada ise, Türkiye’de profesyonel bir Ermeni tarihçiliğinden nasıl bahsedebiliriz?
İnkâr sadece olanı inkâr etmeyi değil, yeni bir anlatı yaratmayı, yeni ilgi alanları oluşturmayı ve asıl temayla ilgilenmemek için bu alanların gelişimini desteklemeyi gerektirir. Prof. Hans-LukasKieser’in‘Iskalanmış Barış’ kitabında söylediği gibi on yıllarca Türkiye tarihçiliği Türkiye içinde ve dışında yapılan çalışmalarda devletle ortaklık aradı. Bu ortaklığın temel şartı Kieser’in dediği gibi I. Dünya Savaşı, Ermeni ve Kürt sorunları, Hıristiyan misyonları ve genel olarak Anadolu’nun Hıristiyan mirası hakkında araştırma yapmamaktı. Böylelikle Türkiye ve Osmanlı tarihçiliği Yahudilerin olmadığı bir Almanya ve Kızılderililerin olmadığı bir Kaliforniya tarihine dönüştü. Bu durum ancak 1990’lardan itibaren değişmeye başladı.
İnkârcı zihniyeti yerleştirip, devleti, toplumu, sokağı onun içinden, onunla birlikte örgütlediğinizde, bu artık üzerinde anlaşılmış kimsenin aksini düşünmeyeceği bir sıradanlık durumu ortaya çıkarıyor. Bu durum Cumhuriyetle birlikte çok hızlı bir şekilde kurumsallaştı ve sosyal alanın bir parçası haline geldi. Cumhuriyet tarihini inkâr mekanizmalarını anlamak üzerine okumak henüz yapılmayı bekleyen bir iş
-
Tezinizde neden özellikle 1930-1950 arası döneme yoğunlaştınız? Bu dönemde Türkiye’de Ermeni toplumunun yaşadığı temel sorunlar nelerdi?
Tezin tarih aralığını Türkiye’de kalan Ermenilerin yaşadıklarından yola çıkarak belirlemek istedim. Bu bakımdan tek parti dönemi bolca kaynak sunuyor; vakıf yönetimlerinde tek mütevelli uygulamasından, Ermeni Nizamnamesi’nin altının oyulmasına, Küçük Asya ve Kuzey Mezopotamya’dan İstanbul’a gelmeye devam eden Ermenilerden, patriklik makamının sosyal ve siyasal bir güç odağı olmaktan çıkartılıp, dini alana sıkıştırılmasına kadar önemli gelişmeler, Cumhuriyet’in 1915 -23 arasında olanları inkâr ederek devraldığı mirasla yarattığı açmazlar.
1930’lu yıllardan itibaren bu gelişmeleri anlamaya çalışarak özellikle 1944-1950 arasındaki patriklik seçimi krizi dönemine bakmaya çalıştım. Bu tarih Türkiye açısından da pek çok önemli dönüm noktasına denk gelmiştir. II. Dünya Savaşı sonrası uluslararası konjonktür, Türkiye’nin pozisyonu, SSCB ile ilişkiler, Stalin’in Ermenilere yaptığı göç çağrısı, Eçmiadzin’in1930’lu yıllardaki krizden sonra yeniden gücünü toparlaması ve uluslararası alanda Ermenilerle yapılacak siyasette rol oynaması, Türkiye’de Patrik MesrobNaroyan’ın 1944’deki ani ölümüyle yerine tayin edilen vekil BaşepiskoposKevorkArslanyan’ın seçimlere giden yolu hazırlamak yerine merhum patriğin mirası üzerine SurpPırgiç Hastanesi yönetimi ile ciddi bir hukuki mücadeleye girmesi ve sonrasında ise patrik seçiminin organize edilmemesi, önce İstanbul’daki Ermenilerin daha sonra da bahsettiğim tüm aktörlerin de dâhil olduğu uluslararası bir krize sebebe oldu.
Genel olarak Cumhuriyet döneminde Türkiye’deki Ermeniler tüm uluslararası konjonktürün en zayıf aktörü bile değildi, kendilerine biçilen aktörlük pozisyonunun aldatıcılığı ayan beyan ortadaydı ama bu durumda bile kendilerinden beklenen bir temsil görevi üstlenmeleriydi. Kendini aktör pozisyonunda gören çeşitli gazete genel yayın yönetmenleri dönem dönem bu zeminin kayganlığını ifade ettikleri yazılar yazıyorlardı ya da doğrudan gazeteler kapatılıyordu. II. Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında en önemli meselelerden biri Ermeni düşmanlığı kampanyalarıydı.
Ulusal ve uluslararası alanda yürütülen bu kampanyalara da İstanbul’da yayımlanan Ermenice gazeteler cevap vermek zorundaydı ve bütün bu siyasi meselelerle ilgili olarak yorumlar yapmak sonuç olarak bu gazetelerin ya tamamen kapatılmasına ya da editörlerinin hapse atılmasına, sürülmesine, ülkeyi terk etmesine neden oluyordu. NorOr gazetesinin yayın hayatının kısa sürmesi ve gazeteyi çıkaranların önce tutuklanıp sonra da ülkeyi terk etmeleri buna verilebilecek örneklerden sadece biri.
Ayrıca Ermeni kızlarının kaçırılması Cumhuriyet döneminde de devam etti. Özellikle İstanbul dışında yaşayan Ermenilerin İstanbul’a gelmelerinin önemli sebeplerinden biri Ermeni ailelerinin kızlarının eğitimini sağlayamamaları ve kaçırılma tehlikesiyle yaşamak zorunda olmalarıydı. Ermenilerin İstanbul dışında okul açamaması da bir Cumhuriyet açmazı idi.
Haklar kâğıt üzerinde vardı ama uygulamada Ermeni okulu açılmasına kesinlikle müsaade edilmiyordu. Bunlar Ermeniler açısından İstanbul’a gitmeyi zaman içinde mecburiyet haline getiren sebeplerden sadece ikisi. Sonuçta 1915 sonrasında bu bölgeler herkesin bildiği gibi fail ile kurbanın birarada yaşadığı, her gün birbirlerinin yüzüne baktığı yerlerdi ve herkes olan bitenin farkındaydı. Sözlü tarih çalışmalarında ve anılarda bu durumun sıradanlığı açık bir biçimde görülür.
-
Cumhuriyet dönemi Ermenilerinin toplumsal ve siyasi hayatınıele alırkenhabitus ve diaspora terimlerine başvuruyorsunuz. Bu kavramlar neleri kapsıyor?
Habitus ve diasporaCumhuriyet döneminde Türkiye’de kalan Ermenilerin tarihine ve genel olarak Cumhuriyet tarihine bakarken yararlı bulduğum araçlar. Yaptığım tüm araştırmalardan anladığım şu ki, 1915 ile 1923 arasındaki tarihin Cumhuriyet eliti tarafından inkârı, bunun uluslararası destek bulmuş olması ve inkârın mevcut tüm devlet mekanizmalarıyla kurumsallaştırılması ile sokakta, mahallede, neredeyse bütün toplumsal alanlarda kabul görmüş ve yeniden üretilmiş bir habitus ortaya çıkarmış.
Bu habitusta ırkçılığın, adalet anlayışının ters yüz edilmesinin, gayrimüslimlere ya da devletin hedef gösterdiği kitlelere saldırmanın normalliği, bunun suç unsuru teşkil etmeyeceği kanaati ve buna bağlı bir günlük hayat pratiği kurulmuş. Yani Türklüğe hakaret davalarının normalliği, ‘Vatandaş Türkçe Konuş’ kampanyalarının yarattığı ortam, Varlık Vergisi, 20 Kura Askerlik uygulamaları, özellikle İstanbul dışında yaşayan Ermenilerin okulda, düğünlerini yaparken, ölülerini gömerken ya da gömemezken karşılaştıkları ırkçı saldırılar ya da kiliselerinin dinamitle patlatılmasına tanık olurken ellerinden birşey gelmemesi; bunların tamamı kabul edilmiş davranışlar, yargılar ve değerler bütününü oluşturuyor. Bu her ne kadar da devlet ve kurumları nezdinde başlatılsa da sokakta da oldukça büyük bir yansıma buluyor. Böylece inkâr bir sıradanlık, bir olağanlık durumu olarak kendini sürekli yeniden üretiyor.
İkinci kavram diaspora kavramı. Türkiye’de kalan Ermenilerin Ermenistan ve diasporadaki diğer cemaatlerden ayrı bir pozisyonu olduğu ve diaspora olmadığı, çünkü kendi yurtlarında yaşadıkları söylenir. Ancak bu görüşün 1930-40’lı yılların Kemalist devlet anlayışının önemli bir parçası olduğu Başbakanlık Cumhuriyet arşivlerinde rahatlıkla görülebilir. Cumhuriyet Arşivi’nde Ermeni basını ile ilgili pek çok raporda bir Ermenice gazetenin ‘diğer Ermeni kolonileriyle’ bağının olup olmamasına, onlarla ilgili haberlere ne kadar yer verdiğine özel önem gösterilir. Bir Ermenice gazetenin devlet nezdindeki kanaat oluşumunun en temel kriterlerinden biri diaspora ile ilişkileridir. Ayrıca, bütün Ermeni karşıtı kampanyalarda, Ermenilerin kendilerini ‘dışarıdaki kötü Ermenilerden’ ayırması ve kendini Türkiye’nin resmi politikası ile aynı çizgiye getirmesi istenir ki bu bugün de aynıyla geçerlidir.
Kemalist devlet anlayışı ta başından beri, gerek sağ kalan Ermenilerin yurda dönüp mallarını talep etmelerini engellemekle, gerekse basın ve yayın kontrolü yoluyla Türkiye’de kalan Ermenileri dünyanın dört bir yanına dağılmış akrabalarından ayırma, onları birbirine karşı örgütleme pratiğini kullandı. Cumhuriyet dönemi siyasetleri sürgünlerin devam etmesini destekledi, gerektiğinde yeniden tehcir kararları verdi, yani Ermenileri yaşamakta oldukları topraklar üzerinde diaspora haline getirdi. Yozgat’tan İstanbul’a gelmek zorunda kalmış, aynı durumda olan binlerce kişiyle zorla göç ettirilmiş Ermenilerin kaldığı merkezlerde kalıp, parasız, işsiz, evsiz ve aç insanların diaspora olmadıklarını nasıl söyleyebiliriz?
Ulus-devlet, milliyetçilik, azınlık gibi kavramlar Türkiye’deki cumhuriyet dönemi pratiğini anlatmakta yetersiz kalıyor. Çünkü bu kavramların çok ötesinde bir durum, soykırımsonrası devlet ve soykırımsonrası toplum meselesi var. Diaspora kavramının da bu doğrultuda, bu gerçeklikleri de içine alacak şekilde yeniden düşünülmesi gerektiğini düşünüyorum. Fakat burada sadece algılardan ve hislerden değil, kurumsal, sosyal, kültürel, ekonomik, tarihsel yapısal değişikliklerden yola çıkmayı öneriyorum. Özellikle Türkiye’de kalan Ermenilerin deneyimlerinin bu literatüre önemli bir katkısı olacaktır.
‘Hepimiz Baron Varujan’a tarihimizi borçluyuz’
-
Tezinizi araştırmacı yazar VarujanKöseyan’ın hatırasına adamışsınız. Bunun hikâyesini de anlatır mısınız?
Araştırmanın büyük bir kısmını Surp Pırgiç Hastanesi’nin bahçesindeki bir odada, depo benzeri bir yerde yaptım. VarujanKöseyan 1927’den bu yana düzenli bir şekilde biriktirilen gazete ciltlerini geri dönüşümden kurtararak o odadaki raflara dizmişti. Eğer o bunu yapmasaydı Cumhuriyet dönemine ilişkin çok önemli kaynaklar yok olacaktı. Bu nedenle, hepimiz Baron Varujan’a tarihimizi borçluyuz. Ölümünden önceki iki yıl boyunca yılın yaklaşık beş ayını o depoda geçiriyordum ve o da ne yaptığımı yakından takip ediyordu.
Bu araştırmanın benim için en önemli kısmı onun dostluğuydu. Pek çok kez sözlü tarih konuşmaları yaptık, tarihe ve bilimsel çalışmaya verdiği kıymet, gösterdiği titizlik benim için ufuk açıcıydı. Vefatından sonra Hastane yönetimi, özellikle de Arsen Yarman çalışmamı sürdürmeme imkân sağladılar. Şu anda da bildiğim kadarıyla bu depoyu yeniden düzenleme ve bir arşiv odası hazırlama çalışması başladı, umarım orada bulunan bütün süreli yayınlar araştırmacıların kullanabileceği bir şekilde düzenlenir ve tabii gönlümden geçen bu arşive VarujanKöseyan Arşivi isminin verilmesidir.