Düşünün, yıl 1915, dul bir genç kadın, atı ve kucağında bebeğiyle, başka kimi kimsesi yok. Doktor Saadet diyorlar, Lice’nin tek doktoru. Kocakarı ilaçları ile hayat kurtarıyor. İnsanların ona saygısı bundan geliyor. Öyle cesur, öyle becerikli ki, insanlar neredeyse önünde eğiliyorlar. Diyarbakır’a kadar ün salıyor Saadet. Çoluğu çocuğu, yaşlısı, gebesi, sakatı, herkes Saadet’in elleriyle hazırladığı ilaçlarla şifa buluyor.
PELİN AYIK
pelin_ayik@hotmail.com
1980’li yıllarda cemaatsiz kaldıktan sonra harabe halini alan, ancak Diyarbakır Belediyesi’nin de katkılarıyla yenilenerek ayağa kalkan Surp Giragos Kilisesi yöneticilerinden Pelin Ayık, ailesinin üç kuşağının hikâyesini ve Liceli büyükannesi “Doktor” Saadet’i anlatıyor.
Pek çok Ermeni ailede olduğu gibi, bizim evde de, kalabalık yemek sofralarında, günlük konuşmalardan sonra konu bir şekilde 1915 yılına kilitlenir. O sohbetlerde, defalarca duyduğum hikâyelerin değişik versiyonları anlatılır. Sanki bize kalan bir miras gibi, ölenlerin kulaklarını çınlatmadan, acılarını paylaşmadan içimiz rahat edemez.
Hem anne hem de baba tarafımdan Diyarbakırlıyım. Babam Liceli, annem ise “Çocukluğum dört ayaklı minarenin etrafında oynayarak geçti” cümlesiyle anlattığı gibi, Suriçi’nde doğmuş. Doğrusunu söylemek gerekirse, Diyarbakır’la ilişkim, belli bir yaşa kadar, Mıgırdiç Margosyan’ın kitaplarında anlattığı karakterlerle ya da “Hatırlıyor musun, Diyarbakır’daki ‘kıti’ (salatalık) ne güzeldi!” gibi kulaktan dolma cümlelerle sınırlıydı. Anne babamın doğduğu toprakları gidip görecek kadar yakından bir ilgim yoktu. Hikâyelerden duyduğum kadarıyla, hayalimde bir Diyarbakır vardı, hepsi bu.
Babamın inadı
Eğitime önem veren, Ermeni cemaatinin fazla içinde olmayan mütevazı bir ailenin içinde büyüdüm. Yurtdışında lisans ve yüksek lisansımı tamamlayıp birkaç yıl çalıştıktan sonra 2005’te doğduğum yere, İstanbul’a geri döndüm. 2008’de, babamın cemaat işlerinde aktif olan birkaç arkadaşı; Diyarbakır’da harabe halindeki Surp Giragos’u kurtarmak için ne yapabileceklerini düşünürken, “Bu işi becerirse tek Ergun yapar” diye düşünüp babamın kapısını çalmışlar. Babam, hayatımda tanıdığım en sorumluluk sahibi, çalışkan ve yaptığı hiçbir işi yarım bırakmayan, Alman ekolünden bir yüksek inşaat mühendisidir. Bu kilisenin babam için ayrı bir yeri var, çünkü zamanında dedem tapusunu geri alabilmek için çok uğraşmış. Babam arkadaşlarının teklifini bu yüzden fazla düşünmeden kabul etti ve Diyarbakır serüvenimiz böylelikle başladı.
Annem pek gönüllü değildi başlarda, korkuyordu. Geçmişin acıları hafızasından silinmemişti. Ama babam olur demişti bir kere. Babamın bitmek tükenmek bilmeyen Diyarbakır yolculuklarına önceleri katılmadım. Ama elinde kocaman dosyalarla, üstü başı kir toz içinde İstanbul’a dönüşlerinin birinde “Benim de ona eşlik etme vaktim geldi artık sanırım” dedim kendime.
Elektrik çarpan Sevo’nun kızı
Uçaktan inip kendimi Hançepek Mahallesi’nde bulduğum o ilk seferde karşımda hemen dört ayaklı minareyi gördüm. Çocukluğumdan beri dinlediğim hikâyeler ilk kez yerli yerine oturuyordu.
Annemin küçüklüğü mesela... Surp Giragos Kilisesi’nin paralel sokağında yaşarlarmış. 8 yaşındayken, evlerine elektrikçi gelmiş. Adam işini bitirip evden çıkmış. Anneannem büyük teyzeme, “Bu adam da evi batırdı, hele bir kova su ver de şurayı sileyim!” demiş. Islak bezle elektrik teline dokunduğu gibi yere savrulmuş. Büyük teyzem o panikle annesinin üstüne atlamış, onu da elektrik kapmış. Annem 8 yaşında, gözlerinin önünde, kucağında sarı kedisi Mestan, annesi düşüyor, ablası da üstüne… O da ablasının üstüne atlıyor, elektrik onu da kapıyor; fakat iki saniye sonra karşıdaki duvara fırlatıyor.
Annem 8 yaşında, kedisi, yaşlı babası ve kendinden 20 yaş büyük ağabeyi ve dört ayaklı minaresiyle baş başa kalıyor. Bu hikâye bütün Diyarbakır’a yayılıyor. Herkes yas içinde. Annem, “Sen kimin kızısın, diye sorduklarında ‘Elektrik çarpan Sevo’nun kızıyım’ dediğimde dizlerine vuran insanlar gördüm ben” diye anlatır.
Benden Paşa torunu olur mu?
Babamlar annemlerin evinin bir paralel sokağında oturuyorlar. Onların evi anneminkinden daha büyük. Avlusunda küçücük bir havuz var. Anneannemin babamlara “Dikkat edin, boğulacaksınız!” diye bağırdığı havuz hayalimde o kadar büyüktü ki, onu ilk kez gördüğümde kahkaha atmamak için kendimi zor tuttum. Dedemin Ulu Camii’nin karşısında tuhafiye dükkânı varmış. Paşa derlermiş dedeme, sebebi lise mezunu olmasıymış. Bilgili, herkesin akıl danıştığı bir kişilik. Bir oğlunu Robert Kolej’de, öbür oğlu ve kızını Alman Lisesi’nde okutuyor. Çocukları doğana kadar nüfusunda Müslüman yazıyor. Çocuklar doğduktan sonra tam 3 yıl onları Hıristiyan yazdırmak için uğraşıyor dedem. “Paşa’nın torunu, hoş gelmişsen Diyarbakır’a” selamlarına her seferinde mahcubiyetle karşılık veriyorum. Benden Paşa torunu olur mu?
İşte benim Diyarbakır sevdam hiç bitmemek üzere o seyahatle başladı. Ben buraya aitim dedim, çünkü benim ait olduğum insanlar buraya aitti. Annem çocukluğunda ayrıldığı Diyarbakır’a bir daha hiç gitmemişti. Onların ekmek aldıkları fırını, çocukluklarının geçtiği sokakları gezdim. Süleyman Nazif İlkokulu’nda annem ve babam aynı sınıftalarmış, orayı gittim, gördüm. Evlerini buldum, kapıyı çaldım, kimse açmadı. Kapının önünde, hiç görmediğim anneanneme, teyzeme ve dedeme dua ettim içimden.
14 kiliseden geriye kalan
Sonra Kiliseye girdik. Bir toz bir duman, nefes almak imkânsız. Taş ustaları ellerinde çekiçler, vur babam vur. Güneşin altında saçları, kirpikleri tozdan gözükmüyor. Yürüdüm bahçesinde, kulağımda küçüklüğümden beri duyduğum cümleler: “Çocukluğumuz bu kilisenin içinde geçti… Şu havuzun içinde nasıl da oynardık! Kolumu kilisenin avlusunda kırmıştım…”
Hani filmlerde, kendini geçmişi anlatan siyah beyaz görüntülerin içinde bulursun ya, işte aynen öyle. Sağımda annemin küçüklüğü, kıvır kıvır saçları, ablası ve kuzenleri, koşuşturuyorlar etrafımda. Solumda babaannem ve dedem, babamın ellerinden tutmuşlar, yürüyorlar. Bayram günü kilisenin bahçesi hınca hınç dolu, herkes en güzel elbiselerini giymiş. Kilisenin içinde oturacak yer kalmamış, insanlar bahçeye doluşmuş.
Yenilenen kiliseden içeri girdim, öyle güzel olmuş ki, o kadar huzur veriyor ki insana. Sanki bütün ruhlar benimle beraber. Tanıdık tanımadık herkes orada. “Kaç Ermeni kaldı ki Diyarbakır’da, ne gerek var restorasyona, o kadar masrafa!” diyenlere, ‘Bakın, herkes burada aslında, bütün ruhlar rahatlamış, burada toplanmışlar’, diyebileceğim. Dedem Ermeni başına bürokrasinin koridorlarından ne zorluklarla almış bu kilisenin tapusunu, ben mi sahip çıkmayacağım buraya! Ben mi yeniden ayağa kaldırmayacağım yıkık kiliseyi! Yarın öbür gün, Diyarbakır’daki Ermeniler için de ‘sözde’ dendiğinde, bu kilise olmadan nasıl kanıtlayabilirim kentteki derin aile tarihimin izlerini. Bu şehirde 14 Ermeni kilisesi varmış zamanında, hepsi yıkılmış. Biz buradayken, gücümüz kuvvetimiz yerindeyken, Surp Giragos da mı aynı akıbeti paylaşsın? Ermeniliği geçtim, hangi vicdanlı insan bir ibadethanenin yok olmasına razı gelebilir.
Tanımadan tanıdığım akrabam
Kilisenin bahçesinde bir çardağımız var, görmeniz lazım. Kocaman bir dut ağacının hemen altında, gölgesindeki rüzgârda ne sohbetler ediliyor. Çayımı yudumlarken, yaşlı bir amca girdi kapıdan. Geldi, oturdu yanıma. “Sen kimsin” dedi; dedim “Ben Vakıf Başkanı Ergun Bey’in kızıyım.”Baktı, gözleri doldu hafiften. “Ben” dedi,“Sizin baba tarafından akrabanızım.”
Dedemin hiçbir akrabasıyla tanışma şansım olmamıştı bugüne dek. Babamın anlattığı, “O zamanlar” Müslümanlığı seçmek zorunda kalan akrabalarımız geldi aklıma. Amca, hepimize çok aşina hikâyelere benzeyen hikâyesini anlattı. Durdu, yorgun gözleriyle bana bakıp, “Sen Saadet’e çok benziyorsun” dedi. Evet, Saadet; Lice’nin ufak tefek cesur Doktor Saadet’i.
Saadet: Tek başına bir kadın
Saadet, dedemin annesi, babamın nenesi.1915’te kocası askere alınıp geri dönmemek üzere gittiğinde yeni doğmuş dedemle tek başına… Ailede tek bir erkek kalmamış. Genç daha, kısa boylu, incecik... Bir de atı var, tanımayan yok Lice’de, adı Kolos. Vahşi mi vahşi, kimseyi yanına yanaştırmıyor. Sadece Saadet’e dokundurtuyor kendini. Saadet her yere Kolos’la gidiyor.
Düşünün, yıl 1915, dul bir genç kadın, atı ve kucağında bebeğiyle, başka kimi kimsesi yok. Doktor Saadet diyorlar, Lice’nin tek doktoru. Kocakarı ilaçları ile hayat kurtarıyor. İnsanların ona saygısı bundan geliyor. Öyle cesur, öyle becerikli ki, insanlar neredeyse önünde eğiliyorlar. Diyarbakır’a kadar ün salıyor Saadet. Çoluğu çocuğu, yaşlısı, gebesi, sakatı, herkes Saadet’in elleriyle hazırladığı ilaçlarla şifa buluyor.
Dedem okumak için Diyarbakır’a gittiğinde çok ısrar etmiş annesine,“Sen de gel, ne yapacaksın tek başına Lice’de!” diye. “Yok” diyor Saadet,“Ben burada doğdum, burada öleceğim.”
Bir fotoğrafı bile yok Saadet’in, ona benzeyip benzemediğimi bilmiyorum ama bazı huylarımı ondan aldığım kesin.“İnadı inattı Saadet’in” derler. Annem bazen inadım tuttuğu zaman “Sende Saadet inadı var” der bana. Saadet inat etmiş, Kolos’la tek başına Lice’de kalmış. Yaşadığı onca acıya rağmen kin tutmamış; din, dil, ırk fark etmeksizin hayat kurtarmış son nefesine kadar.
Sanırım insanın sahip olabileceği en büyük zenginlik, ya da evlatlarına, torunlarına bırakabileceği en büyük miras bu hikâyelerdir. Diyarbakır’da tanışma imkânı bulduğum benle akran insanların nenelerinden Saadet’in hikâyelerini dinlemek, hayatım boyunca yaşadığım en derin mutluluklardan biri oldu bana. Birisinin size gelip minnet duygusuyla“Eğer senin nenen olmasaydı benim dedem simdi hayatta olmayacaktı” demesine eş kaç olay vardır hayatta?
Tapu vesikalarındaki yüzler
Babamla kiliseden çıkıp Lice’ye doğru yol aldık. Harabe olmuş bir kilise ve birkaç mezar taşından başka hiçbir şey kalmamış eski Lice’den. Elimizde Saadet’e ait tapular var. Kadastro geçiyor, şimdi tam zamanı aile mülklerine sahip çıkmanın. Lice’nin kahvesinde muhtarı bulduk, beraber Belediye’ye gittik. Babamın elinde 10 tapu var, çıkara çıkara 3 tanesini çıkarıyor görevli. Saadet’in kanından geliyoruz ya, baba kız bir olup inatlaştık. Bulana kadar adım atmayacağız buradan.
Sonunda görevli eski tapu defterini getirdi önümüze. Ortadan açtı defteri, sayfaları hızlı hızlı çevirdi. Gözümün önünden Ermeni isimleri akıyor. Arman oğlu Bedros, Boğos oğlu Tekin... Eski vesikalık fotoğraflarından bana bakıyorlar. Çoğunun kaydının üzerinde “Takipsizlikten durdurulmuş” yazıyor. Birden, adamın kolundan tutuyorum, “Dur!” diyorum,“Geri git, al işte, Saadet oğlu Paşa Sabri… Bir tane daha...” O anki duygularımı kelimelere nasıl dökebilirim bilemiyorum…
Bileğimdeki diken
Eski Lice’ye doğru yol almak için arabaya bindik. Arabanın gidebildiği yere kadar gittikten sonra yürümeye başladık. Yorucu bir yürüyüşten sonra sadece birkaç taşın kaldığı Ermeni mezarlığına vardık. Saadet orada yatıyor. Taşların üzerinde yazı yok. Bizimkinin hangisi olduğunu bilemeyince bütün mezarlar bizim oluverdi. Bütün ölüler için okuduk dualarımızı.
Derken, bileğime koca bir diken battı. Batıl inanç mı dersiniz, yoksa kaderin hiç de tesadüfi denilemeyecek bir oyunu mu? Ben Saadet’in, dikenin battığı yerde yattığına inandırdım kendimi. Durdum ve şükrettim.“Sana çekmekle ne kadar şanslıyım” dedim içimden. Çok iyi biliyorum, Lice’nin o insanları ayırt etmeden seven, herkesin yardımına kosan, cesur yürekli Saadet’i benim içimde yaşıyor.