şapgir’in portrecisi Levent Özata, bu hafta “çok sevemeden yanından ayrılanları yakalamak için acelesi olduğundan” erken giden “kuzucuk”larının anneannesi Adile Naşit’i yazdı: “İşte onun gibi kısa boylu, tombiş... Al işte baş örtüsü bile onun gibi bağlanmış. Şizofrenik bir hayal mi benimkisi, yoksa anneannem ünlü bir aktris miydi?”
Levent Özata
levozata@gmail.com
Kimi zaman iki tane anneannem varmış gibi gelirdi bana. Tamam, biri hep yanımda, gerçekten dokunabildiğim ve o bana dokunduğunda kendimi inanılmaz huzurlu hissettiğim kadın, diğeri ise televizyonu açınca sık sık gördüğüm. Hiç ‘kuzucuk’u olamadım onun. Daha kendimi anlamayacak kadar küçüktüm o sıralarda. Öldüğünü bile bilmiyordum, büyüyünceye kadar. Benim için o da bayağı bir anneanneydi. İşte onun gibi kısa boylu, tombiş... Al işte baş örtüsü bile onun gibi bağlanmış. Şizofrenik bir hayal mi benimkisi, yoksa anneannem ünlü bir aktris miydi?
Adile Naşit, Adile Özcan adıyla 16 Haziran 1930’da İstanbul’da doğdu. Annesi Kantocu Amelya Hanım, babası ise Abdülhamit’i bile güldüren adam “Komik-i Şehir” Naşit Bey idi. Naşit Bey aslında Leman Hanım’la evliydi ya, kaptırdı gönlünü Kemani Yorgo Efendi’nin kızı Amelya Hanım’a. Bir şekilde ikna etti Amelya Hanım’ı evliliğe. Önce Selim dünyaya geldi, çok geçmeden de Adile. Daha kendini bilmezken koşturuyordu fuayede. İlk kelimeleri babasının canlandırdığı karakterler Surpik ve Haçik, ben söyleyenlerin yalancısıyım.
Daha ne yapacağına karar vermediği bir yaşta, 1943 senesinde babasını kaybetti Adile Naşit. Hayatını değiştiren yegane ölüm bu olmasa da, ilkiydi. Madem babası olmayacaktı hayatta bundan sonra, kendisi pekala onun yerini alabilirdi. Önce tiyatrocu olmaya karar verdi ya, öyle her isteyeni kapıdan içeri almıyorlar. Babası ‘maskaram’ diye severdi ama evdeki maskaralık tiyatroya yetmiyor. Kasımpaşa’da bir konfeksiyon atölyesinde işe girdi. Girdi de, aklı gitmişti bir kere tiyatroya, öyle hemen vazgeçmek olmaz.
Bir gün tesadüfen gittiği İstanbul Şehir Tiyatrosu’ndan Adile Naşit sahne adıyla ayrıldı. Allem etmiş kallem etmiş, tiyatrocu olmayı başarmıştı, hem de on dört yaşında. İstanbul Şehir Tiyatorsu’nu, Muammer Karaca, Naşit ve Gazanfer Özcan Tiyatroları izledi.
Hayatını oyunuyordu, hep duygularını da katıyordu işe. Bu yüzden tiyatroculuğu hiç bırakmadı ama babası demişti bir kere, “vakıa sahnede halkla karşı karşıya durmaktan zevk alırım amma, film daha rahat ve halk üzerinde tesiri de daha iyi.” Babasının sözlerini kendine görev addetmiş olacak, ilk 1947’de Yara filmiyle 40 yıl sürecek bir yolculuğa adım attı. 1970’e kadar tek tük filmlerde yeralsa da, 1970 ile 1987 arasında yetmişten fazla filmde rol aldı. En çok Hababam Sınıfı’ndaki kahkahaları, Şabanoğlu Şaban’daki tavukumsu ağlaması ya da Neşeli Günler’deki turşu suyu tartışması kaldı akıllarda. 1976 yılında İşte Hayat ile Altın Portakal kazandı.
Filmleri ne kadar ağlatsa da, bazen hafif bir tebessümle, çoğu zaman da kendisini taklit eden sürekli kahkahalarla bitiyordu ama hayatı pek mutlu olmadı. 1950 yılında Karaca Tiyatrosu’ndan Ziya Keskiner’e aşık oldu Adile Naşit. Keskiner, bir akşam tiyatro çıkışı onu yemeğe davet etti. Ağa Camii’ne paralel sokaktaki Stadt Hamburg restoranında Keskiner’e göre Alman bonfilesi, Naşit’e göre bildiğin kaşarlı köfte eşliğinde evlenmeye karar verdiler. Mutluydular. İki yıl sonra güzel gözlü Ahmet dünyaya geldi. Ama kalbi delikti Ahmet’in. 1966 yılı, hem de kendi doğum gününde Ahmet’i aldı Adile Naşit’in kollarından. O gün karar verdi, bir daha doğum günü kutlamamaya.
Belki de bu yüzden olacak yarım kalan sevgisini çocuklara verneye çalıştı hep. Hep bir anne yada anneanne oldu. Bugün otuzlu yaşlarında olup da, onun kuzucuğu olmayan kişi pek azdır. Ama hayat ona hep adaletsiz davrandı. 1987 yılında bağırsak kanseri olduğu anlaşıldı. Bir süre kendisinden saklansa da, anlıyordu olan biteni. Çok sevemeden yanından ayrılanları yakalamak için acelesinden olsa gerek, o da gitti, daha çok fazla güldüreceği insan varken.