Prof. Ümit Cizre vesayet ipinin cambazlarını Agos için yazdı: “TSK’nın hatırı sayılır bir kadrosu rejimi koruma misyonu ve siyasetteki vasi rolünü, kendi çizdiği paradigma içinde tanımladığı ‘iç tehdit’lerden almayı sürdürmektedir. Hükümetin hem reformcu, hem statükocu ve hem de tutarsız sivilleşme sicili bu tepkiyi yok etmekte yetersiz kalmaya mahkûmdur.”
Türkiye’de özellikle son günlerde iç ve dış politikada yaşanan gelişmeler, asker-siyaset, AK Parti-TSK ilişkilerini yeniden gündeme getirdi. Bu hafta TESEV tarafından yayımlanan, gazeteci Lale Kemal tarafından kaleme alınan ‘Zayıf Kalan Meclis İradesi: Yeni Sayıştay Yasası’nda Askeri Harcamaların Denetim Sorunu’ başlıklı çalışma, sivilleşme ve askeri vesayetin tasfiyesi yolunda henüz her şeyin bitmediğini bir kez daha gösteriyor.
‘AP-Ordu İlişkileri’, ‘Muktedirlerin Siyaseti’ gibi kitaplarıyla tanıdığımız, Türkiye’de asker-siyaset ilişkilerini yakından izleyen siyaset bilimci Prof. Ümit Cizre, son dönemde yaşanan gelişmeleri, Lale Kemal’in raporundaki verilere de gönderme yaparak Agos için yorumladı. Prof. Cizre, TSK’nın geçmiş ve şimdiki yüksek komuta heyetleri ve diğer devlet kuruluşları ile AK Parti hükümetinin yaptığı gizli görüşmelerin, anlaşmaların ve hesaplaşmaların önemine dikkat çekiyor.
ÜMİT CİZRE
Türk Silahlı Kuvvetleri’nin görülmemiş ölçüde gündemde olduğu bir dönemden geçiyoruz. Sadece son iki yılda gerçekleşenler bile bir bakıma göz kamaştırıcı: Bir yandan ‘eski’, bir yandan da ‘yeni’ darbelerle ve darbecilerle yüzleşmeye çalışan bir yasama organı, yargı sistemi ve ortamla karşı karşıyayız. Ağustos 2011 Yüksek Askeri Şurası’nda kuvvet komutanları ve Genelkurmay Başkanı’nın atanması sürecine seçilmiş sivil iktidarın iradesini dahil eden bir ‘ilk’ gerçekleştirilmişti. Balyoz Davası kararları da darbe planlayan TSK mensuplarının sivil mahkemelerde yargılanabileceği konusunda seçilmiş bir iktidarın kararlılığını ilk kez göstererek caydırıcı bir anlam kazandı denebilir. Eski Genelkurmay Başkanını ve darbeci bir ‘general-cumhurbaşkanı’nı ilerlemiş yaşına rağmen yargılamaya çalışan yeni bir siyasi cesaretle karşı karşıya olduğumuzu söylemek mümkün. Şu son haftada ise darbeleri legalist bir veçheye büründürmeye hizmet eden TSK İç Hizmet Yasası’nın 35. Maddesi’nin kaldırılmasından söz edilmeye başlandı.
Öte yandan, madalyonun öbür yüzü çok daha farklı ve düşündürücü: Balyoz davası kararlarına ilişkin olarak Başbakan ve parti ileri gelenlerinin, yargılama sürecinin henüz bitmediğine ve Yargıtay’ın kararına bakmak gerektiğine dair yorumlarına bakacak olursak, iktidar partisinin böylesine önemli suçlamaların karara bağlandığı bir ‘ilk’ yargılamanın anlam ve önemini net bir biçimde vurgulamaktan kaçındığı görülüyor. Hatta yargı sürecine yöneltilen eleştiriler karşısında garip bir mahcubiyet içinde olduklarını düşünmek bile mümkün. “Dünyanın sonu değil” diyerek bu kararı normalleştirme işlevi bile eski Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’e düştü! En son, Lale Kemal’in TESEV’e hazırladığı Sayıştay Raporu’na göre, hükümetin Sayıştay Yasası’nda Haziran’da yaptığı değişiklikle, birçok kamu kuruluşunun yanı sıra TSK da sivil otoritenin icazeti olmadan Sayıştay tarafından denetlenebilir olmaktan çıkmış durumda.
Üç soru üç cevap
Ortaya çıkan çelişkili resme bakarak neler söyleyebiliriz? Yapacağımız değerlendirme genelde başlangıçtaki dönüştürücü dinamiklerden uzaklaşarak muhafazakâr-milliyetçi bir çizgiye kayan bir iktidarın demokrasi siciline ve özelde de TSK’nın siyaseten normal bir konuma geri çekilmesi sürecinin içerdiği doğrulara, yanlışlara ve tuzaklara da ışık tutması bakımından önem taşıyor.
Konuya üç soruya cevap vererek başlamak gerekir. İlk soru şu: Asker-sivil ilişkilerinde demokratik sivil denetim dediğimiz yeni bir paradigmaya geçişi sembolize eden önemli reformların önceden planlanarak ve kararlı bir biçimde gerçekleştirildiği bir süreçten mi geçiyoruz? Bu sorunun cevabı olumsuz. 2007’deki ’27 Nisan e-muhtıra olayı’nın zorlayıcılığı sonucunda askerle ilgili yapısal reformların gündeme alındığını kabul etsek bile, o tarihten bu yana askeriyenin siyaseti şekillendirici/vesayetçi rolünü ‘sistemli’ bir oyun planıyla geri çekmeye kararlı ve hevesli bir iktidar yapısından söz edemeyiz.
Sormamız gereken ikinci soru ise şu: iktidar partisi, aslında Türk sağının DNA’larına bulaştığı için doğal ve zahmetsiz bir biçimde gerçekleştirdiği bir denge politikasını mı yeniden sahnelemektedir? Türk sağının geleneğinde, iktidarda kalabilmenin bir koşulu olarak asker kesimini memnun kılmak önemli bir mülahaza olageldi. Sivil iktidarlar, siyasete müdahil olmayı görev sayan ve sivil denetimden uzak ve özerk yaşamaya alışkın bir ordunun varlığı ile ‘milli irade’ arasında kurdukları ‘denge’ politikalarına dayandılar. O sayede ayakta kaldılar. Ve bu kısır döngüyü kıramadıkları için askeri bürokrasiyi denetleyemeyen seçilmiş otoriteler sıfatıyla TSK yüksek komuta heyeti ile uzlaşmaya ve hatta ittifaka uzanan bir ilişki kurmak gereğini hissettiler. AK Parti bu geleneği sürdüren ya da yeniden icat eden bir parti midir? Yani öncelikli amacı demokratik bir sivil denetimi yerleştirmek olmayıp Kemalist iktidar bloğunun dışından denkleme dâhil olması nedeniyle kendisine yönelik tehdit algısını savuşturmak ve iktidarını sağlama almak mıdır? Çok bildik bir içgüdü ile mi hareket etmektedir?
Üçüncü olarak, AK Parti iktidarının, tüm bu reformları aslında bazı unsurlar tarafından zorlanması nedeniyle kendi istemi dışında gerçekleştirdiğini düşünebilir miyiz?
Mevcut durum, ikinci ve üçüncü sorulara verilecek olumlu cevapların birbirini tamamlar niteliği ile netliğe kavuşabilir. TSK’nın dördüncü bir erk olmadığını, tersine ‘idarenin bir unsuru’ olduğunu vurgulamaya hizmet edecek olan kurumsallaşmaların yapılmaması şunu gösteriyor: Hükümet, askeri camia içinde bazı canların yanmasına izin vererek kendi iktidarının temellerini sarsmamak koşulunu yerleştirmektedir. Dengenin bir ucunda hem kendi reformist imajını sıcak tutan hem de sivil iradeye itaatsizliği savuşturan bir hükümet, öbür ucunda da gerileyen ve savunmacı bir konuma çekilerek hükümetin yerleştirdiği siyasal statükoyu koruyan bir askeri bürokrasi bulunmaktadır. Bu noktada, TSK’nın geçmiş ve şimdiki yüksek komuta heyetleri ve diğer devlet kuruluşları ile yapılan gizli görüşmelerin, anlaşmaların ve hesaplaşmaların da öneminden söz etmek gerekir.
‘Kendi ayağına ateş etmek’
TSK’nin siyasal rolünü geri çeken gelişmeleri kurumun ve başta CHP olmak üzere sivil müttefiklerinin temsil ettiği kurucu ideolojinin zafiyete düşmesi, yani Kemalist sivil politik alanın krizi biçiminde açıklayanlar var. Bu açıklama, TSK’nın siyasal statüsünün zayıflamasında bizzat kendisinin bir aktör olarak oynadığı rolü azımsayıp sivil iktidarınkini abartan bir açıklama olması nedeniyle eksiktir. Milli Güvenlik Kurulu’nu radikal bir biçimde yeniden şekillendiren 2003 ve 2004 Uyum Yasaları, Avrupa Birliği’ne angajmanın gerekli olduğunun düşünüldüğü bir konjonktürde gerçekleşti. Yani araçsal bir vukuattı. O noktadan itibaren asker-sivil dengesine ilişkin olarak iktidarca gerçekleştirilen reformların temel ivmesi aslında ‘askerin kendi ayağına ateş etmesinden’ gelmiştir. İktidar, bu meseleye kendiliğinden değil, bir ölçüde zorlanarak ve kerhen girişmiştir. Peki, bu ne anlama gelmektedir?
Kısaca hatırlayacak olursak, ‘irtica’nın öncelikli iç tehdit seviyesine çıkarılması ile başlayan 28 Şubat Süreci’nin sonucunda siyasi sorunların çözümü, asker ve yargı bürokrasisi gibi siyaset dışı alanlara ve aktörlere bırakıldı. Dahası, generallerin ve yargıçların tasarrufları sonucunda devletin resmi vizyonuna ters düştüğünü varsayılan AK Parti iktidara geldikten 5 yıl sonra, önce bir e-muhtıra ve bundan bir yıl sonra ise de kapatılma tehdidi ile karşılaştı. Komutanlar hükümet mensuplarının başörtülü eşlerinin elini sıkmayı reddetti. Ordu içinde durmaksızın darbe planları yapan, yasadışı aktörlerle bağlantı kuran, demokrasi perspektifi olan komutanlara ‘bu da onlardan’ diyebilme pervasızlığını ya da aldırmazlığını gösterebilen, yakalanmaktan korkmayan, yakalansa bile sivil mahkemelerde hesap vermeyeceğini düşünerek rahat hareket eden irili ufaklı cuntalar türedi. Bir yönüyle göz kamaştıran askeri reformları zorlayan temel dinamik buydu.
Darbecilik damarına ne oldu?
Meselenin bir boyutu buysa ikinci boyutu TSK’nın müdahaleci/vesayetçi perspektifinin ve edasının geri çekilip çekilmediği sorunudur. Yaşamın doğal çelişkilerine ve çoğulculuğuna itirazı kurucu ideolojinin merkezine oturtmuş, eğitim yoluyla dolaşım sistemine sokmuş ve dolayısıyla rejim sorunları diye bellediği temel siyasal sorunları güvenlikleştirmeyi görev saymış bir teşkilat ve toplumun kendisinin militarist söyleminin üzerine kurulduğu ‘milli güvenlik rejimi’nin temel taşları yerinde duruyor. Savunma ve güvenlik konularının temel olarak askeri konularda bilgili sivillerin yüksek komuta heyetinin desteği ve tavsiyelerini de alarak belirlediği bir alana dönüşemediği son Uludere Olayı’nda açıkça ortaya çıktı. TSK kendisine itaat ettiği ve yapılan askeri hatalar hükümeti zor duruma düşürmediği sürece hükümetin de bu durumdan herhangi bir şikâyeti ya da hoşnutsuzluğu olmadığı anlaşıldı. Silahlı Kuvvetlerin demokratik sivil denetimi içselleştirmesine hizmet edecek adımların en temeli olan Cumhurbaşkanı ve Başbakan’ın TSK ile doğrudan ilişkiye geçmelerini gerektiren tüm yetkilerini Milli Savunma Bakanlığı aracılığıyla kullanmaları konusunda bir gelişme olmamasının nedeni de bu. Genelkurmay Başkanı’nın Milli Savunma Bakanı’na bağlı olması gereği hâlâ yasalaşmadı, çünkü hükümet de bu konunun sembolik bir önem taşıdığını kabul etmekle beraber içerdiği gerçek demokratik değeri ve işlevselliği henüz kavramış değil.
Bunların yerine iktidar, ‘AP-Ordu İlişkileri’ kitabımda sözünü ettiğim ve Süleyman Demirel’in 1971’de kendisine verilen muhtırayı MGK’da gizleyen komutanlara güveninin sarsılması üzerine başvurduğu ‘yandaş komutan atama’ stratejisini seçti. Başbakan Erdoğan, 2011’de atadığı Genelkurmay Başkanı ile bunu gerçekleştirdi. Darbe planlayɩcɩlarɩnɩ da yargıya havale edip ‘asker sorunu’nu çözdüğünü düşünerek rahatladı. Bu resme bir de hükümetin Kürt meselesinde bir rahatlama sağlama ve bölgedeki savaşa hakim olma konularında da sınıfta kaldığını ve savaşı askerle elele ve dozu artan bir milliyetçilik ve muhafazakârlıkla sürdürdüğünü ekleyecek olursak şu sonuca varmak mümkün: TSK’nın hatırı sayılır bir kadrosu rejimi koruma misyonu ve siyasetteki vasi rolünü, kendi çizdiği paradigma içinde tanımladığı ‘iç tehdit’lerden almayı sürdürmektedir. Hükümetin hem reformcu, hem statükocu ve hem de tutarsız sivilleşme sicili bu tepkiyi yok etmekte yetersiz kalmaya mahkûmdur.
Üstelik darbe planlamanın diğer karşılığı çeteleşme olduğuna, eski Genelkurmay Başkanı’nın da bu suçlamayla tutuklandığına ve darbe davalarına mesnet teşkil eden kanıtları ordu içi unsurların dışarıya sızdırdığına bakılacak olursa, TSK içinde bölünmelerin, hem hükümete hem de kurum içi askeri hiyerarşilere tepkilerin olduğuna hükmedebiliriz. TSK’nın kurumsal haleti ruhiyesinin içinde bulunduğu durumu saptayacak ölçüde bir şeffaflık ortamı olmadığı gibi bilimsel çalışmalar yapma olanağı da yok. Gizlilik ve bürokratik engeller bu tür çalışmalara kaynaklık edecek verileri sağlamayı engelliyor.
Meşrep sorunu
Konuya ilişkin bir son boyut da AK Parti iktidarının 2003’te başlattığı sivilleşme/demokratikleşme dinamiğini statükocu bir dönüşüme çeviren nedenlerin saptanması ile ilgili. Söz konusu nedenlerin başında muktedir olmama durumu mu yoksa meşrep sorunu mu yatmaktadır?
Yaşadıklarımız bize şunu gösterdi: Muktedir olmak demokrat olmak anlamına gelmediği gibi, iktidar partisi, askeriyenin merkezde olduğu bir ‘devlet’ geleneğini sorunsallaştıran bir meşrebe, kimliğe, niyete ve angajmana sahip değil. Buna bir de Türk sağının ideolojiden soyutlanmış pragmatizmini ve samimi bir özgürleştirme projesi geliştirme kapasitesinin eksik kalışını eklersek mesele biraz daha anlaşılır. AK Parti’nin kendi ideolojisi militer devlet kültürüne son derece yatkın olduğundan, kendi icraatına dokunmayan bir militarist yapıyı ve sessizliği kendisine destek unsuru olarak kullanabilme esnekliğine sahip.
Güneydoğu’daki savaş ve Uludere’den başlayarak birbiri ardısıra tırmanan ve patlayan şiddet, insan kayıpları tüm topluma bu savaşı yürütenlerin başvurduğu askeri stratejinin ve dayandığı siyasal paradigmanın çoktan eskidiğini gösterdi. AK Parti toplumdaki bu farkındalığı ve öfkeyi asker-sivil denkleminde demokratikleşme fırsatı olarak kullanabilirdi. Uzağa gitmesine gerek yok: Hüseyin Çelik’in, asker-sivil ilişki modeli değiştirilmez ve orduda hücre yenilenmesi sağlanmaz ise (Çelik’in kendi deyimiyle) ‘geri bir demokrasi modeli’ olarak kalacağımız ve ordunun da bir kurum olarak tükeneceği uyarılarına kulak versin yeter.
İşin ilginç yanı ise parti içinde sivilleşmeyi felsefesi ve yapıları itibariyle düşünen, araştıran ve kamuya dillendiren Hüseyin Çelik gibi isimlerin varlığı. Çelik, Ağustos 2011 YAŞ’ından sonra medyaya konuşarak adeta “eksiksiz” bir sivilleşme hamlesinin yol haritasını çıkarmış ve bu hamlenin gecikmeden yapılması gerektiğine dikkat çekmişti. Çelik’in listesinde idari, yasal, anayasal ve zihinsel olarak atılması gereken adımlar sıralanırken askeri okullarda verilen eğitimden, Yunanistan ve Balkanlar’dan gelen tehdit algısına karşı kurulan Ege Ordusu ve 1. Ordu’nun kaldırılmasına, Milli Güvenlik derslerinin içeriğine ve TSK içinde askere dayak ve kötü muameleye kadar uzanan 15 reform maddesi yer alıyordu. Ev ödevini bu kez mükemmel yapan bir parti kurmayının reform önerilerinin rafa kaldırılmasının temel nedeni, parti liderliğinin hassas dengeleri daha fazla oynatarak mevcut statükonun hizmetinde bir ordu yapılanmasını tehlikeye atmamak olsa gerek. Çelik’in çizdiği düzgün reform haritasının ‘şimdi sırası değil, önce terörizm bitsin’ tarzı bahanelerle rafa kaldırıldığını tahmin etmek zor değil.
Bir ‘güven unsuru’ olarak CHP
AP-Ordu İlişkileri kitabımda vurguladığım düşündürücü bir husus var: 1980 darbesinden 9 ay önce, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kenan Evren’in başını çektiği komuta heyetinin Başbakan Süleyman Demirel’e verdiği muhtıra olayı. Demirel, muhtırayı verenleri niçin emekliye ayırmadığı sorusuna cevap verirken üç güç odağına –cumhurbaşkanı, CHP lideri Ecevit ve MHP– güvenemediğini söyler. Bu üçlü içinde en fazla güvenmediği ismin ise CHP lideri Ecevit olduğunu, Ecevit’in ‘bir oyun ile’ kendisini ordu ile karşı karşıya bırakabileceğinden çekindiğini anlatır.
Ecevit’in hem 1971 hem de 1980 darbesine karşı çıktığını ve kendisinin o dönemdeki (sosyal) demokrasi anlayışının partinin bugünkü lider kadrosundan çok daha geniş olduğunu işin içine katsak bile, bu demokrat niteliğin, 70’lerin şiddetli iktidar kavgasının içinde kendisini ordunun yanında yer alma ihtimalini dışlamadığı, CHP ve lideri Kılıçdaroğlu’nun da ne ölçüde kuvvetli bir damarı miras olarak devraldığı ortaya çıkıyor. CHP, zaman tünelinden çıkamayan bir parti olarak kendini ve gündemi değiştirme konusundaki iktidarsızlığını sürdürürken “bugün iktidardaki parti CHP olsaydı, ordu-politika ilişkisi nasıl şekillenirdi? Balyoz, 12 Eylül, 28 Şubat, Ergenekon gibi davalar açılır mıydı? Parti mi ordunun önüne geçerdi yoksa ordu mu partinin önüne geçerdi?” gibi sorular da bir fantezi olarak kalmaya devam ediyor.