OHANNES KILIÇDAĞI

Ohannes Kılıçdağı

MUHALEFET ŞERHİ

Düşman değil eşit vatandaş

Ülkedeki Türk-Müslüman olmayan toplulukların sorunları çözülmek isteniyorsa her şeyden evvel devletin bu topluluklara karşı öteden beri takındığı tutumu değiştirmesi gerekiyor. Bu gruplara sorunları çözülmesi gereken vatandaşlar olarak değil, müzakere edilen bir düşman olarak bakılıyor, üstelik ‘mağlup edilmiş’ bir düşman; onun için de kendilerine ‘verilen’le yetinmeleri normal kabul ediliyor.

Bilindiği üzere Vakıflar Genel Müdürlüğü, 2013 yılında Vakıflar Yönetmeliği’nin gayrimüslim cemaat vakıflarının yönetim kurulu seçimlerini düzenleyen 29 ila 33. maddelerini iptal etmişti. O günden beri bu topluluklar vakıf yönetim kurullarını seçemiyorlar. Bu durum birçok vakfı felç etti veya vakıflarda zaten var olan oligarşik yapıyı daha da güçlendirdi, kuşaklar arası devir-teslimi kesintiye uğrattı. Bu sorun geride bıraktığımız dokuz yıl boyunca defalarca gündeme getirilmesine rağmen idare tarafından çözülmedi ve doyurucu bir yanıt alınamadı.

Son olarak, geçen Kasım ayında HDP milletvekili Garo Paylan’ın Plan ve Bütçe Komisyonu toplantısındaki sorusu üzerine, Kültür ve Turizm Bakanı Mehmet Nuri Ersoy, vakıf yöneticileriyle temasların sürdüğünü, seçimleri düzenleyen maddelerin Nisan 2022’de hazır olacağını söyledi. Ancak, Ersoy’un bahsettiği türden, yaygın bir görüş alışverişi olmadığı anlaşıldı. Birçok vakıf yöneticisi bundan haberdar olmadıklarını, kimsenin kendilerinden görüş almadığını, ilgili düzenlemenin Nisan ayında hazır olacağını ilk defa Bakan’ın ağzından, basın yoluyla duyduklarını söylediler. Dolayısıyla, bırakın istişareyi, Paylan o toplantıda o soruyu sormasa düzenlemenin Nisan ayında çıkacağından da muhtemelen haberimiz olmayacaktı.

Peki, düzenleme gerçekten Nisan ayında hazır olacak mı? Meselenin ‘tarihi’ne bakınca kuşku duyanlara hak vermemek zor. Nitekim, Bakan Nisan ayı derken Bedros Şirinoğlu bu ayın başında Agos’a verdiği demeçte “tüzüğün” “3-5 ay içinde” şekilleneceğini söyledi. Bu ifade meseleyi gene kesin olmayan bir tarihe erteliyor. Bu rastgele söylenen bir söz müydü, yoksa Şirinoğlu’na da öyle mi söylendi, bilemiyoruz.

Yine de bir an için, düzenlemenin Nisan ayında çıkacağını kabul edelim. Fazla bir zaman kalmamasına rağmen öyle anlaşılıyor ki hâlâ kapsamlı ve sistematik bir istişare çalışması yok. Hâlbuki, Agos’un çeşitli topluluklardan vakıf yöneticileriyle yaptığı röportajların da gösterdiği gibi, burada göz önünde bulundurulması gereken, farklı talepler var. Bir kişiyi çağırıp konuşmakla olacak bir iş değil bu. Geniş katılımlı arama toplantıları gibi faaliyetlerin yürütülmesi gerekiyor. Bunların hiçbiri yapılmadan, Ermeni patriği seçiminde olduğu gibi emrivaki yaparak, tepeden inme bir şekilde “İşte bu” deyip insanların önüne bir seçim düzenlemesi koymak demokratik olmayacağı gibi, soruna kalıcı bir çözüm de getirmeyecektir. Müslüman olmayan toplulukların birbirinden farklı demografik durumları ve buna bağlı olarak farklı ihtiyaç ve beklentileri var. Eğer bunlar tek bir metinde bağdaştırılıp karşılanamıyorsa ve eğer murad edilen varolan sorunu çözmekse her bir topluluk için ayrı bir düzenleme yapmak da ihtimal dışı tutulmamalıdır. Ama yok amaç bu toplulukları tamamen bitirmekse, o zaman diyecek bir şey yok. Bu yol oraya çıkar. 

Siyasetçiler ve bürokratlar, lafa gelince ‘halkın hizmetkârı’ olduklarını söylemekten kaçınmazlar ama iş onlarla muhatap olmaya, sorunlarını çözmeye gelince kimseye açıklama yapmak zorunda olmayan efendilere dönüşürler. Bu bütün vatandaşlar karşısında genellikle böyledir ama Türk-Müslüman olmayan topluluklar söz konusuysa, onlara eşit vatandaş muamelesi dahi yapılmaz. Onların sorunlarını çözmek bir yana, açıklama yapmak dahi zül addedilir. Örneğin, cemaat vakıflarının seçim düzenlemesi yakın zamanda çıksa da çıkmasa da “Bu düzenlemeyi yapmak niye bu kadar uzun sürdü?” sorusu, cevaplanması gereken, meşru ve makul bir soru olarak orta yerde duruyor. “,Canım yönetmelik çıkacakmış işte, geçmişe takılmayalım” diyerek geçiştirilecek, önemsiz bir soru değildir bu; çünkü cevabı, devleti yönetenlerin bu topluluklara bakışının, onlar için ne öngördüğünün göstergesidir. Bu basit sorunun bir cevabı olmalı; karar alıcılar ne düşündü/düşünüyor da bu işi bu kadar geciktirdiler? 

Bu sorun da dâhil, ülkedeki Türk-Müslüman olmayan toplulukların sorunları çözülmek isteniyorsa her şeyden evvel devletin bu topluluklara karşı öteden beri takındığı tutumu değiştirmesi gerekiyor. Bu gruplara sorunları çözülmesi gereken vatandaşlar olarak değil, müzakere edilen bir düşman olarak bakılıyor, üstelik ‘mağlup edilmiş’ bir düşman; onun için de kendilerine ‘verilen’le yetinmeleri normal kabul ediliyor. Devletle bu gruplar arasındaki ilişki ‘kayıp-kazanç’ modeli içinde anlaşılıyor. Dolayısıyla onlara ‘verilecek’ler birer taviz ve devletin kaybı olarak görülüyor. Onun için de ‘vermemek’ için her şey yapılıyor. Bu grupların talep ettiklerinin hakları olduğu zinhar kabul edilmiyor. Sorunların çözümü için, durumu sanki müzakere eden iki düşman taraf varmış, birinin kazancı ötekinin kaybıymış gibi gören anlayışı terk ederek hak odaklı bir yaklaşımı benimsemek gerekiyor.