Kılıçdaroğlu, tarihle yüzleşme ve yeni kurucu hikaye

Bu ülkede eğer yeni bir Cumhuriyet istiyorsak, artık bu savaşı bitirmemiz ve bu savaş dilinin dost ve düşmanlarına bir son vermemiz; kendimize yeni bir kuruluş hikayesi anlatmamız gerekiyor. Ve bu kuruluş hikayesi, başta Ermeni soykırımı olmak üzere, yaşanan tüm yıkımları, Cumhuriyetin kuruluş hikayesinin bir parçası yapması gerekiyor.

Aşağı yukarı 30 yılı aşkın bir süredir, Türkiye’nin tarihi ile yüzleşmesinin zorunlu ve siyasetin bu konuyu merkezine almasının şart olduğunu savunurum. Bu konuda o kadar çok yazı yazdım, konuşma yaptım ki bazen boş duvara konuştuğum hissine de kapıldım. Ama Kılıçdaroğlu son çıkışıyla yazdıklarıma ses vermiş görülüyor. Üstelik bu yazılarımdan birisindeki sözlerimi de tekrar ederek (Gazete Duvar 16 Aralık 2020)

Şimdi herkes, Kemal Kılıçdaroğlu eksenli, “Yapar mı yapmaz mı?”, "Ne kadar yüzleşir, ne kadar yüzleşmez” tartışmasıyla meşgul. Oysa bu doğru bir yöntem değil. Tartışmanın sadece Kılıçdaroğlu’nun söyledikleri etrafında dönmesi bize bir şeyi gösteriyor. O da bu tartışmaya katılanların söyleyecekleri bir şey yok; bu nedenle yapabildikleri “çekiştirmenin” ötesine geçmiyor.

Burada konuyu bir adım ileri götürmek ve yüzleşmenin hangi çerçevede ele alınması gerektiği konusunda, Dersim özelinden hareketle bazı gözlemlerde bulunmak istiyorum. Ana tezim, Türkiye’nin temel probleminin, onun kuruluş hikayesi olduğu ve bizim yeni bir kuruluş hikayesine ihtiyacımız olduğudur.

Kuruluş hikayesi ön koşuldur
Bir ulusu bir arada tutan faktörler arasında önemli olanlardan biri anlatılan kuruluş hikayesidir. Bu hikâye hem insanlar arasında kolektif bir aidiyet duygusu yaratır hem de toplumun ayakta kalmasını sağlayan kurumlara meşruiyet zemini kazandırır. Özellikle hukuk devleti ve onun esasını oluşturan demokratik kurumların işlerliği açısından kuruluş hikayesinin kapsayıcı karakteri çok önemlidir. Burada Ulus’u Hannah Arendt’in jenerik ‘ulus devlet- nation state’ bağlamında kullandığımı söylemek isterim ve kastettiğim Türkiye’dir.

Türkiye’de anlatılan ve hepimizin ezberlemiş olduğu kuruluş hikâyesi artık bu ulusu bir arada tutmaya yetmiyor. Yaşanan bir ‘toplumsal doku dağılması’, ‘kumaş yırtılması'dır. Son yıllarda, çok sınırlı da olsa var olan hukuk devletinin ve demokratik kurumların son derece ciddi erozyona uğramasının arka plan nedenlerinden birisi de bu bilinen kuruluş hikayesinin çökmüş olmasıdır. 2023’e giderken yeni bir Cumhuriyete ve buna uygun yeni kurucu bir hikâyeye ihtiyacımız var. Ana soru, yeni Cumhuriyetin kurucu hikâyesinin köşe taşlarının ne olacağıdır. Bu konuda birkaç öneride bulunmadan önce eldeki kurucu hikâyenin ana probleminin ne olduğuna değinmek isterim.

Kurucu hikayesi bugün niçin sorun?
Türkiye’nin bugünkü kurucu hikâyesi, esas olarak onun kuruluş savaş(lar)ını anlatır. O zamanın ve savaşının dili bugün de egemendir. Bugün geçmişimiz ve geleceğimizle kurduğumuz ilişkiyi esas olarak belirleyen o dönemde oluşmuş bu savaşın dilidir. Başlangıç tarihini 19’uncü yüzyıl başındaki Sırp isyanına veya 1878 Berlin anlaşmasını kadar geriye götürebilirsiniz. Ama özel olarak 1912-13 Balkan savaşları ile derinleşen ve 1938'de tamamlanan kuruluş savaşlarında oluşan bir savaş dilinden söz ediyorum. Ve bugün için de zihinlerde devam eden bir savaşın varlığından söz ediyorum.

Bu kuruluş hikâyesini “vatanı ve milleti bölmek isteyen iç ve dış güçlere karşı verilmiş bir yoktan varoluş savaşının” anlatımı olarak özetlemek mümkündür. 1918-1923 Kuruluş savaşının bu dilin oluşmasında çok özel bir yeri vardır. Bu anlatı, ülkenin gerek siyasi gerekse entelektüel kültürel atmosferine büyük ölçüde egemendir. Burada sağcı-solcu, laik-Müslüman, Alevi-Sünni fark etmiyor. Çünkü bu savaş, Osmanlı İmparatorluğu'nun yıkımı ile sonuçlanan yüzyılı aşkın savaşlara ve onların yarattığı travmalara bir son verdi.

Savaşlar ve takip eden yenilgiler her ulus için bir aşağılanma ve küçük düşürülmedir. Ortada yıkılmış ve yaralanmış bir ulusal onur vardır. Savaşlardan yenilgi ile çıkan her ulus, ilk iş olarak yıkılmış onurunu tamire soyunur. Türk Kuruluş Savaşı, yaralanmış ve zedelenmiş Türk onuruna sürülmüş bir merhem gibiydi. Bu nedenle, sağcısından solcusuna, İslamcısından milliyetçisine, laik sekülerlerinden Alevilere kadar geniş kesimlerce sorunsuz kabul ve tekrar edildi.

Cumhuriyet’in kuruluş hikayesinin en önemli tarafı, onun bir zafer ve bir kahramanlık menkıbesi olarak anlatılmasıdır. Bu anlatımın bugün için çok ciddi sonuçları vardır.

Kuruluş hikayesinin üç olumsuzluğu
Birinci olumsuz sonuç: Bugün dahi hala bu savaşlarda oluşmuş savaşın dilinin kullanıyoruz. Bu savaş dili ile, sadece o dönemin savaş(lar)ı ve yapılanlar kutsanmıyor, o savaşların deneyimleri de bugüne aktarılıyor ve bugünün olayları da esas olarak o dönemin savaş söylemi içinde değerlendiriliyor. Savaş yıllarında oluşmuş dost ve düşman kategorileri sadece bugüne aynen aktarılmıyor, bugünkü aktörler de aynı dost-düşman kategorileri ile değerlendiriliyor.

Yani, savaş deneylerinin aktarılması eksenli oluşan bir kuruluş efsanesi, bize savaşın bugün hala devam ettiğini hatırlatıyor. Söylemde hala devam eden, bitmemiş savaş bugünkü en temel problemimizdir. Bu kuruluş savaşının artık bitirilmesi ve bu savaş döneminde oluşmuş dile bir son verilmesi gerekiyor.

İkinci olumsuz sonuç: Kuruluşu ve özellikle bugünü hala devam eden bir savaşın diliyle anlamaya ve açıklamaya çalışmak, düşman olarak tanımlanan ve zaferin kendilerine karşı kazanıldığı söylenen kesimlerin yine bu ülkenin vatandaşları olduğunun görülmemesi sonucunu doğuruyor. Sözü edilen kuruluş savaş(lar)ı aslında Osmanlı-Türk devletinin kendi vatandaşlarına karşı yürüttüğü bir savaş idi. Devletin, kendi vatandaşına karşı verdiği savaşı, bize bir zafer ve kuruluş hikayesi olarak anlatması ve savaşta oluşmuş söylemin bugün bile devam ettirilmesinin doğrudan sonucu ise bu ülkenin önemli bir kesiminin dışlanması ve yok sayılması oldu. Bu ötekileştirilenler ve bugün de hala düşman olarak görülenler, önce vaktiyle bu ülkenin yüzre 25’ini oluşturan Hıristiyan vatandaşları idi. Ve daha sonra özellikle Koçgiri ile başlayan yeni süreçle birlikte Kürtler ve Aleviler de buna dahil edildiler. Dersim, bu savaşların belki de son durağını temsil eder.

Üçüncü negatif yan sonuç: Kuruluş hikayesinin hala devam ettiği düşünülen bir savaş olarak anlatılması ve hatırlanması anlatılan hikâyenin aslında bir yıkım ve katliam hikayesi olduğunun görülmemesi sonucunu doğuruyor. Ve bu yıkımla asla yüzleşme ihtiyacının duyulmuyor olmasının asıl nedeni budur. Çünkü, yıkımlar, katliamlar ve yaşanılan acılar, bir zaferin olmazsa olmaz yan ürünü olarak görüldüler. Bu nedenle ne 1968 sol kuşağı ve oradan üreyen solcu örgütler, ne 2000’li yılların Ergenekoncuları ne de 2013 Gezi sonrası AKP çevreleri, kendilerini “Kuvayı Milliyeci” olarak tanımlamakta bir mahsur gördüler. Kendileri bugünün yeni kurucu kahramanlarıydı ve yapmaları gereken de atalarının yarım bıraktığı işi tamamlamaktı. Siyaseten yaptıklarını “ikinci kurtuluş savaşı” olarak göstermeyen ve böyle anlatmayan bir siyasi çevre bulmak gerçekten zordur.

Yeni bir hikâyenin bazı ön taşları
 Bugünkü Cumhuriyetin en önemli krizi budur ve üç sac ayağında sahiptir: Kuruluş hikayesinin sadece bir zafer savaşı olarak anlatılması; bugün de hala bu savaşın devam ettiğine inanılması ve bugünkü sorunlarla bu savaşın mantığı ve diliyle yaklaşılması ve yok edilen ve imha edilenin bu ülkenin vatandaşları olduğunun görülememesi... Bu nedenle tarihteki yıkımların, katliamların, acıların bu hikâyede yeri yoktur. Bu kuruluş hikayesi bu şekilde anlatılmaya devam edildiği müddetçe ne tarihle yüzleşmek mümkündür ne de barış ve demokrasiyi esas almış bir gelecek kurmak.
Bugün artık değişmesi gereken budur. Bize yeni bir kuruluş hikayesi şarttır. Artık savaşın bittiğinin kabul edilmesi ve bu savaş diline bir son verilmesi gerekiyor. Bugünün siyasetine geçmiş savaşın zihniyeti ve diliyle yaklaşmak bir kuruluş değil bir yıkım habercisidir. Geçmiş üzerine konuşmak sadece tarih konuşmak değildir, geleceği kurmaktır. İyi bir gelecek kurmak istiyorsanız, geçmiş yıkımları büyük zaferler olarak anlatmaktan vazgeçmek ve geçmişte yaşanmış yıkım ve katliam hikayelerini yeni kuruluş hikayesinin bir parçası haline getirmek zorundayız.

Eğer bu Cumhuriyet’te tüm vatandaşların eşit ve özgür biçimde bir arada yaşamaları arzulanıyorsa imha edilen ve yok sayılan vatandaşlarının hikayesinin de kuruluş hikayesinin bir parçası haline getirilmesi şarttır. Hıristiyan’ın, (Ermeni, Rum, Süryani) Yahudi’nin, Kürt'ün, Alevi'nin çektiği acıyı yeni kuruluş hikayesinin harcı haline getiremezsek yarını kuramayız. Bu kesimlerin yaşadıkları katliam ve acıların öyle çok kesişme noktası vardır ki, tarihe eleştirel gözle bakarak bu kesişmeleri görmemiz mümkündür.

Dersim’in yeri ve anlamı
Benim açımdan, 1937-38 Dersim soykırımı üzerine konuşmamızın anlamı burada yatıyor. Dersim katliamı, kendisinden önceki yaşanan katliamların hem son noktasıdır ve hem de onların izlerini taşır. Başta Ermeniler, Hıristiyanların imhasının derin izlerini Dersim soykırımında da yaşarız. Dersim, Ermeni, Süryani ve Rum soykırımının nihai bir noktası, Osmanlı’da başlayanın Cumhuriyette tamamlanması gibidir.

Ve aslında bu sürekliliği gözlemek için 1937-1938’de kadar beklemeye de gerek yoktur.

Kesişme noktalarına ufak örnekler
1920 Aralık ayında kurulan Milli Ordu’nun kumandı Sakallı Nurettin Paşa’nın verdiği ilk emirlerden birisi Koçgiri ve Dersim bölgesindeki Müslüman olmayanların listesinin çıkartılmasıdır. Koçgirililer, “Ermenilerden sonra sıra bize geldi ve bizi de Ermeniler gibi sürecek ve kesecekler”, endişesi ile hareket ederler. Nitekim, resmi yazışmalarda, Koçgiri katliamının gerekçesi olarak gösterilen Ümraniye olaylarının gerçek failinin Ermeniler olduğu yazılır ve bölge insanı Ermenilerle iş birliği yapmakla suçlanır. Koçgiri ve Dersim katliamlarında önemli bir rol oynayan Hüseyin Hüsnü olarak da bilinen Abdullah Alpdoğan, Ermeni ve Pontus soykırımlarında da çok önemli roller oynamıştır. Şükrü Kaya ve Mustafa Abdülhalik Renda gibi Ermeni soykırımının baş aktörlerinin Dersim soykırımında da başrol olduklarına değinmek bile gereksiz.

Daha 1937-38 katliamından beş yıl önce bile, 1933’te Dersim'de yapılan askeri operasyonların önemli hedeflerinden birisi bölgede saklanan Ermenileri bulmaktır. Bu yıl yapılan operasyonlar hakkında 6 Eylül 1933 tarihinde bir rapor yazan Umum Müfettişlik, yapılan aramalarda bulunan Ermeni sayılarını aktarır ve yakalanan Ermenilerin daha önce planlandığı veçhile sürgün edildikleri bildirilir. Raporda aktarılan önemli bir bilgi de köylerden, aralarındaki Ermeni nüfusunu bildirmelerinin istendiği ve ama gelen bilgilerde hiçbir Ermeni’nin olmadığının söylendiğidir. Dersimliler, aralarındaki Ermenileri korumaktadırlar.

1937-38 katliamının önemli nedenlerinden birisi de Dersimlilerin Ermenileri korumuş olmalarıdır. Katliamdan kurtulan bir görgü tanığı, askerlerin bazen öldürmelerden önce bazen de sonra, erkeklerin pantolonlarını indirip, sünnetli olup olmadıklarını kontrol ettiklerini aktarır. Örneğin Xêçe’deki katliamın yapılma sebebinin buranını ahalisinin Ermeni olmasından kuşkulanılmasıdır. Tanık, Xêçe katliamı sonrası, askerlerin erkeklerin donlarını indirip, sünnetli olup olmadıklarına baktıklarını söyledikten sonra, hükümetin “biz bunları Rum-Ermeni sandık” diyerek “pişman olduğunu” aktarır.

Son söz
Bu ülkede eğer yeni bir Cumhuriyet istiyorsak, artık bu savaşı bitirmemiz ve bu savaş dilinin dost ve düşmanlarına bir son vermemiz; kendimize yeni bir kuruluş hikayesi anlatmamız gerekiyor. Ve bu kuruluş hikayesi, başta Ermeni soykırımı olmak üzere, yaşanan tüm yıkımları, Cumhuriyetin kuruluş hikayesinin bir parçası yapması gerekiyor. Zaferlerle biten savaşlar değil, bu ülkenin kendi vatandaşlarına yazık edildiği; Rum, Süryani, Ermeni, Kürt ve Alevi bu ülke vatandaşına yazık edildiği bu yeni hikâyenin merkezinde durmalıdır. “Vatanı bölmek isteyen iç ve dış düşmanlar” söylemi yerini “yazık edilen vatandaşlara” bırakmak zorundadır. Tekçi, monologçu değil, farklı anlatımlara olanak sağlayan, çoğulcu bir kuruluş hikayesine ihtiyacımız var. Eğer bugünün Kürdü, Alevisi, Ermenisi, Süryanisi kendisini, bu kuruluş hikayesinin bir parçası olarak göremezse bu topraklarda bir arada yaşamak imkânsız hale gelir.

Dersim ve onun sembolik önderi Seyit Rıza da bu yeni kuruluş hikayesinin en önemli parçasıdır. Dersimin ve Seyit Rıza’nın bizim kuruluş hikayemizin bir parçası ve sembolü yapılmaları bizim demokratik geleceğimizin garantisi olacaktır.

(Not: Bu yazı, 18-20 Kasım 2021 tarihlerde düzenlenen, "Der Nicht Anerkannte Genozid Dersim 1937-1938" Uluslararası Konferansına sunulan tebliğin gözden geçirilmiş halidir. Türkiye'de daha önce Bianet sitesinde yayınlanmıştır)

Kategoriler

Dosya


Yazar Hakkında