Bilmem yukarıda söylemiş miydim, aslında dipçik gibi maşallah ama, Mülkiye’den canım hocam Nermin Abadan Unat ne de olsa tam yüz yaşında artık. Yani benden 1 yıl eksiğiyle çeyrek asır büyük. Siz bu yazıyı Perşembe günü okuduğunuzdan iki gün sonra, 18 Eylül Cumartesi günü yüzüncü yaş gününü kutlayacağız,
Nermin benim gençliğimden bu yana en özel sevgilimdir. İkimiz ayrı ayrı evlendikten sonra da devam etti. Ve bu yıl Bodrum’a geldiğinde yeniden alevlendi.
Kendisini gidip Bitez’de kaldığı siteden aldım. Eve geldik. Terasa geçtik. Kaç süpermarket tarayıp bulduğum ve buzlar gibi soğuttuğum pembe Fransız şampanyasını açtım. Siyah havyarlı kanepeler eşliğinde.
Nermin, afiyetler olsun, arka arkaya üç kadeh parlattı kanepelerle birlikte. Eline ne güzel yaraşıyordu, dipfrizden çıkıp buğulanmış kadehler…
Sonra dedim ki, “Nermincim, ayak bileğinde halhal olmadan gezen kadınları Bodrum Belediyesi topluyor. Çıkmadan önce halhalını takalım.”
Çok sevdi eğilip sağ ayak bileğine taktığım doğal taşlı halhalı…
Şişemiz bitince arabaya atlayıp The Garden’a gittik, benim Bodrum’da en sevdiğim, denize sıfır lokantaya. Tek yön olan Atatürk Caddesi’nden yukarı doğru çıkarken sağda Sanat Enstitüsü Cad. vardır, onun başında indirdim Nermin’i çünkü cadde yazdığına bakmayın dar bi sokaktır, o sokağa araba girmiyor; yaya alanı.
Gidip epey uzağa park ettim arabayı, yetişmek için The Garden’a koştum…
***
Kendisi sokakta ancak bikaç adım atmıştı, yetiştim. Yetişebildim çünkü iki kolunda (biraz önce galiba kendisiyle birlikte arabadan indirdiğimi söylemeyi ihmal ettiğim) iki kişiyle yürüyordu: Bir kolunda dame de compagnie’si Ayla Hanım, diğer kolunda da Feyhan.
Çünkü, yine bilmem yukarıda söylemiş miydim, aslında dipçik gibi maşallah ama, Mülkiye’den canım hocam Nermin Abadan Unat ne de olsa tam yüz yaşında artık. Yani benden 1 yıl eksiğiyle çeyrek asır büyük.
Siz bu yazıyı Perşembe günü okuduğunuzdan iki gün sonra, 18 Eylül Cumartesi günü saat 18.30’da kendisinin yüzüncü yaş gününü Müskebi’de kutlayacağız, New York’ta yaşayan ve şu günlerde Ege’de mavi yolculuktan dönmekte olan mimar oğlu Mustafa Kemal’le birlikte, yemekte…
***
Mustafa Kemal artık 61 yaşına gelmiş. Ben kendisini sanırım 10 yaşında iken filan tanımıştım Mülkiye öğrenciliğim sırasında, Ankara Güvenevler Kıbrıs Sokak’taki evlerinin terasında. Çünkü Nermin Hoca her yıl son sınıf öğrencilerine terasta kokteyl verirdi…
Sartori veya Lipset gibi isimleri ilk defa ondan duymanın yanı sıra ve bence daha bile önemlisi, bizlere o öğretti böyle şeyleri. (Bir o, bir de unutmadan, Seha Hoca.) Ve ben de iyi bir öğrenci olarak dersimi öğrendim ve lisansüstü öğrencilerime aynı şeyi yaptım. Asistan lojmanımda, sonra da evimde.
***
En başta “Nermin” deyişimin yazı kurgusu dışında sağlam bir sebebi var: Biz Mülkiye’de hocalarımıza hitap ederken tabii ki “Hocam” derdik ama, kendimize çok yakın hissettiklerimizden aramızda bahsederken adlarıyla anardık. Mümtaz’ın (Soysal) dersi veya Nermin’in dersi yarın öğleden sonra, filan diye. Ondan.
***
Nermin her zaman çok heyecanlı oldu ve etrafına heyecan verdi. Bir keresinde, şu anda adını bile hatırlıyorum, bizim sınıftan bir arkadaş, yıl 1965 veya 66 olmalı, Nermin ne söylediyse itirazı bastırıyor; hani hoca bir söylüyorsa o beş söylüyor cinsinden. Nermin sonunda çok kızdı, çıktı sınıftan gitti. Herkes dondu kaldı.
Ben (isterseniz yağcı deyin), arkasından çıktım, “Hocam sınıf sizin sınıfınız, nasıl çıkıp gidersiniz, lütfen geçin kürsünüze” gibilerden bişeyler söyledim, Nermin döndü ve derse devam ettiydi. Herkes ohh diye rahatladıydı.
***
Kendimle ilgili anılarımdan biri var ki unutmuşum, Nermin terasta şampanya içerken hatırlattı, Feyhan’a dönüp dedi ki, “Bu senin kocan var ya, derslere daha yeni başlamışız, ilk derste bana gelip dedi ki, ‘Hocam Marx’ı ne zaman anlatacaksınız’ dedi. Ben de dedim ki, oğlum, biraz sabret, Mart’tan sonra!”
Valla, hocam diye torpil geçecek değilim, zaten kendisine de söyledim onun için size de söylemekte sakınca görmüyorum, Mart’tan sonra da sıra gelmedi Marx’a! Aha şikayet ediyorum!
Bi de hiç unutmadığım anılarımdan: Bizim Mülkiye yurdunu (şimdi Kredi-Yurtlar’a bağlandı ve sadece kız yurdu oldu “ortam” gereği, o zamanlar üçte biri kız üçte ikisi erkek yurduydu ve Mülkiye’nindi), böcekler bastı. Dekanlık ilaçlatmaya karar verdi. Ben saka kuşum Rıfkı’yı nasıl bırakayım orada? Aldım kafesini, götürdüm Nermin’in odasına geçici olarak.
Nermin bunu hep anar, her seferinde. Doğrusu, benim bir öğrencim aynı durumda aynı şeyi yapsaydı ben de kendimle iftihar ederdim…
***
Diğer öğrencilerine ne yardımlar yaptığını teker teker bilmiyorum çünkü Nermin böyle şeylerden bahsedip övünmezdi. Ama bana nasıl kol kanat gerdiğinin örnekleri pek çok.
Mesela, 12 Mart faşizminde ben Kızılcahamam cezaevindeyim, o zamanki eşim (ve sınıf arkadaşım) Samiye’yi alıp kaç kere “görüş”e geldi parmaklıkların ardından. Nasıl unuturum…
Mesela, direktörü Prof. Jacques Freymont’la ahbaplığı varmış, beni Cenevre’deki ünlü Institut Universitaire de Hautes Etudes Internationales’e doktora sonrası özel öğrenci statüsünde gönderdi 1974’te. Bugün uzmanlık alanımı oluşturan azınlıklar konusuna o zaman başladım. Nasıl unuturum…
***
Terastaki aperitiften sonra gittiğimiz The Garden’da, yine dipçik gibi, “çok severim” diyerek sevinçle karşıladığı kalamar tava ve ardından ızgara çipurayla birlikte beyaz şarapları zarifçe götürdü...
Nasıl unuturum, Boğaziçi’nde Rektörlüğe arkasını dönen hocaların yanına varıp bu yaşında abidevî bir destek veren aslan hocamı…
Cumartesi günü yüzüncü yılını kutlayacağımız Canım Hocamı, Nermin’i…