Bunlar ‘dinleme tapesi’ falan değil. Osman Abi’yle ilgili sözde yeni sözde iddianameyi görünce ister istemez böyle konuşmalar geçti kafamdan. Osman Abi ÜÇ BUÇUK yıldır hapiste. Ya bağırıp çağırıp aklımızı oynatıyoruz, ya da deli deli gözümüz seğiriyor.
— Ya savcım, bir bakar mısın şu eylemlere?
— Neye efendim?
— Şu Osman Kavala’nın eylemleri, diyorum. Kesin bir suç var. Suç olmalı yani bunlar bence. Ama beraat etmiş.
— Efendim, o yasamanın işi, hani yeni bir suç yaratacaksak…
— Onu da yaptırırız da, şimdi buna şey olmaz…
— Genelde şey olmuyo öyle geçmişe efendim, ama yeni yasa çıksın, yine bundan sonrakilerde artık inşallah.
— Yok, ben diyorum ki, iyi baktınız mı? Burda bana kesin suç varmış gibi geliyor.
— Herhâlde öyledir efendim.
— İşte baksana, hep Kürtler, Rumlar, Ermeniler, Yezidiler falan. Orada burada buluşmalar, garip garip belgeseller, sergiler, hep böyle ayrımcı konular, 1915 olaylarını anmak için sözüm ona konserler falan…
— Haklısınız efendim. İşte hükümet de taziye falan dileyince iyice arttı bu faaliyetler.
— Ama sözde soykırım falan da demiştir bu.
— Artık sözde demiyor muyuz?
— Yok... Gerçi onu bir dönem denedik, yerleşmiş işte ağıza. Neyse, ne diyosun sen be adam? O “sözde” dememiş, ben “sözde soykırım demiş” diyorum.
— İşte ben de onu diyorum efendim, “sözde demiş” deyince dememiş oluyor, sözde demeseydiniz…
— “Sözde soykırım” diye ben diyorum, o dememiş, ben soykırım dememek için sözde… Savcı bey, kendinize gelin!
— Buyrun efendim.
— Şu adam vardı, hani bunun hep buluştuğu, görüştüğü.
— Henri Barkey’i diyosunuz siz?
— Hah, o.
— Buluşup görüşme değil de, aynı bölgede sinyal vermiş telefonları.
— Nasıl yani, hiç görüşmemişler mi?
— Sizin arkadaşlar bir görüşmeden bahsediyorlar ama o doğruysa bile 15 Temmuz’dan epey sonra, yani çok kısa…
— Neyse canım, aynı bölgede, şey yani aynı yerde olduklarını biliyoruz işte… O adam diyorum, o kesin casus.
— Mümkündür efendim de…
— Darbe gecesi otelde sabaha kadar olayları takip ettiğini ve yurt dışıyla konuştuğunu gören garsonlar falan varmış.
— Efendim, yanlış anlamazsanız, bizim hanım da sabaha kadar takip etti, yurt dışından da akrabalarla durmadan konuştu durdu, “Yok merak etmeyin iyiyiz, yok şu oldu, yok bu oldu” diye… Af edersiniz, fatura baya…
— Savcı Bey, kendinize gelin, burada sizin hanımdan bahsetmiyoruz.
— Doğrudur efendim.
— İşte bu casuslukla ilgili bir madde olacaktı bizim kanunda, oradan ilerlesek?
— Yeni bir delil falan olsa, olmayacak iş diil de, aynı eylemlerden iki kere beraat olunca, bir de AHİM’in kararı çok kesin, tutukluluğunun bitmesiyle ilgili. O kadar kesin olmasaydı…
— AHİM kimmiş, ne zamandan beri karışıyo bize?
— Epey oldu. O bizim anlaşma…
— Bulun bir yolunu sayın savcım, biz bilecek değiliz ya her şeyi.
— Kuşkusuz efenim, peki tutuksuz olsa?
— Olur mu öyle şey, kalması lazım içerde, o kadar atıp tuttuk, pardon mu diyecez...
— O zaman biz bi düşünelim o işi. Müsaadenizle.
— Estağfurullah, müsaade bizim…
— Şimdi eylem aynı olsa da, bu kez başka bir suç olduğundan, o önceki suçlardan tahliye edip, bundan tutuklarsak… Yok yok, önce tutuklayıp sonra tahliye etmek gerekiyo Şu Gezi’nin falan da bırakmamak lazım peşini, onu da bir yerinden devam eden şeylerle bağlayıp...
— Bir şey mi dediniz savcı bey?
— Yok, sesli düşünüyordum.
***
Bunlar ‘dinleme tapesi’ falan değil. Osman Abi’yle ilgili sözde yeni sözde iddianameyi görünce ister istemez böyle konuşmalar geçti kafamdan. İnanın, şu kısa kurguda, iddianamede olan neredeyse her şey var.
Osman Abi ÜÇ BUÇUK yıldır hapiste. Ya bağırıp çağırıp aklımızı oynatıyoruz, ya da deli deli gözümüz seğiriyor. Savcı iddianamede sesli düşünmüş. Benim köşe yazısı yazmam gibi bir iş bu. ‘Herhâlde öyledir’ şeklinde bir iddia var ortada. Gücünü iktidarın propagandalarından alan, kof bir iddia…
İddianameyle ilgili en iyi tespiti elbette Osman Abi kendisi yapmış. Geçen hafta ‘yeni’ davanın ilk duruşmasında, okuyunca özlediğimiz o sakin sesini duyar gibi olduğumuz, kısa ve öz bir beyanı var (www.osmankavala.org’dan süreci takip edebilirsiniz). Bir paragrafı buraya alıyorum:
“AİHM kararının etrafından dolanmak için icat edilmiş olduğu aleni hale gelmiş olan casusluk suçlamasıyla ilgili hiçbir bulgu olmadığını iddianameyi hazırlayan savcı da biliyor, hatta itiraf ediyor. Bir taraftan bu durumu, casusluk faaliyetlerinin çok gizli yürütülmüş olmasıyla açıklıyor. Arthur Miller’ın McCarthy döneminde kaleme aldığı ‘Cadı Kazanı’ adlı oyunda, savcının doğası gereği görülemeyecek bir faaliyet olduğundan cadılık suçlaması için delil ve tanık aranmasına gerek olmadığını söylemesi gibi.”
Bu yazının yazıldığı tarihte bilanço şöyle: 1302 (BİN ÜÇ YÜZ İKİ) gündür eveleyip geveliyorlar, 43 (KIRK ÜÇ) aydır saçmalayıp duruyorlar, 186 (YÜZ SEKSEK ALTI) haftadır bir insanı özgürlüğünden mahrum bırakıyorlar, bırakabiliyorlar, doğru düzgün hiçbir gerekçe göstermeden.
“Bir insanı” dedim ama kaç bin insan? Kürt siyasetçiler, yerine kayyım atanan belediye başkanları, HDP örgütünden binlerce isim ve insan hakları savunucuları... Adını duyduğumuz, duymadığımız yüzlerce gazeteci, hani şu bizlere gerçekleri anlatacak olanlar.
Savcıların sesli düşündüğünden bahsettik ya, aslında bir süredir bizzat Devlet sesli düşünüyor. Sesli düşünen Devlet olunca ve dağarcığı da bu kadar kirli olunca, hiç görüşmemiş de olsanız, aynı baz istasyonundan sinyal vermemiş de olsanız, kulak misafiri oluyorsunuz. Ve duyduklarımız tahammül edilmez oluyor. Bu kadar ceset, bir bahçeye hiçbirimiz görmeden nasıl gömüldü? Yoksa gördük ve hiçbir şey yapmadık mı?
Osman Abi kulağının üstüne yatmayanlardan, bu memleket düze çıksın diye elinden geleni yapanlardandır.