Almanya’daki yüzleşme sürecinin bir kısmını anlatan bir film var: Yönetmenliğini Giulio Ricciarelli’nin yaptığı 2014 tarihli ‘Labyrinth of Lies’ [Yalan Labirenti]. Olaylar birebir filmin anlattığı gibi gelişmiş olmasa da film, gerçek olaylara dayanıyor ve 1963-1965 yılları arasına Almanya’nın Frankfurt şehrinde yaşanan Auschwitz yargılamalarına giden süreci konu ediyor.
Bu köşede sık sık tekrarladığım temalardan biri, okuyucuların bileceği üzere, tarihle yüzleşmedir. Tarihle yüzleşmenin daha demokratik ve huzurlu bir toplum olmak için gerekli olduğunu çok kereler ifade etmişimdir. Demokrasi yürünecek bir yolsa, tarihle yüzleşme yol temizliğidir. Yoldaki taşları, kayaları temizlemediğiniz, çukurları kapamadığınız sürece düşme ihtimaliniz yükselir.
Türkiye bu yol temizliğini yapmaktan kaçan bir devlet ve toplum olduğu için, aynı çukurlara tekrar tekrar düşüyor. Tarihle yüzleşme söz konusu olduğunda iyi örnek olarak Almanya verilir; gerçekten de, Almanya’nın bu konuda aldığı mesafe dünyada benzer vahşetin yaşandığı, böylesine büyük bir suç üreten toplumlara göre en ileridir. Zannetmeyin ki Almanya’nın demokraside aldığı mesafe bununla ilgisizidir. Tam da dediğimiz gibi, başka şeyleri doğru yapmasının yanı sıra Almanya geçmişine bakıp yol temizliğini görece iyi yaptığı için de demokrasisi iyi işliyor.
Gel gelelim, yüzleşme Almanya’da da kolay olmadı. Her şeyden önce Nazilerin, dolayısıyla Almanya’nın yenilmesi gerekti. Bu, yani ancak mağlupların insanlık suçlarının yargılanabiliyor oluşu, başka bir deyişle insan haklarının bütün kutsiyetine rağmen son kertede gücün belirleyici olması, bence son derece hazin. Örneğin, İkinci Dünya Savaşı sırasında yalnız Naziler değil, müttefikler yani İngiltere, Amerika, Fransa, Rusya da savaş suçları ve insanlık suçları işlediler ama onları yargılayacak kimse yoktu. Velhasıl, Almanya’nın tarihiyle yani Holokost’la yüzleşmesi için yenilip, büyü bir yıkımla karşı karşıya kalması gerekti.
Fakat bu da yeterli değildi. Savaştan sonra yüzleşme otomatik olarak gelişen bir süreç olmadı.
Tam tersine, o günleri yaşayanlar, olanları bir an evvel unutmak istedi. Kimi siyasi çıkarları bunu gerektirdiği için, kimi unutmanın ruhen sağlıklı olarak yaşamaya devam etmenin tek yolu olduğuna inandığı için. “Nazi Partisi’nin en tepesindekiler ölerek ortadan kalktı, kötülüğe sebep olanlar yok olunca kötülük de bitti, geride hesap soracak kimse kalmadı” diye düşünme eğilimi vardı. Hâlbuki, Nazi Partisi’nin irili ufaklı on binlerce üyesi, toplama kamplarında soykırım suçu işleyen binlerce SS mensubu savaş sonrasında sıradan insanlar, sütçü, postacı, hatta öğretmen olarak topluma karıştılar.
Almanya’daki yüzleşme sürecinin bir kısmını anlatan bir film var: Yönetmenliğini Giulio Ricciarelli’nin yaptığı 2014 tarihli ‘Labyrinth of Lies’ [Yalan Labirenti]. Olaylar birebir filmin anlattığı gibi gelişmiş olmasa da film, gerçek olaylara dayanıyor ve 1963-1965 yılları arasına Almanya’nın Frankfurt şehrinde yaşanan Auschwitz yargılamalarına giden süreci konu ediyor. (Bildiğiniz gibi, Auschwitz Yahudilerin Naziler tarafından sistematik biçimde imha edildiği toplama kamplarından en bilineni.) O yargılamalar başlı başına bir konu. Bir yandan, İngilizcedeki tabirle ‘too late, too little’ yani hem geç kalınmış hem de sınırları itibariyle çok dar kalmış bir yargılama; öte yandan, sembolik anlamı büyük. Bilmek istememe direncini kırarak Almanya’nın Holokost’la yüzleşmesine katkıda bulunmuş bir dava bu. Üst düzey Nazilerin bazıları Nüremberg’de savaşın galipleri tarafından yargılanmıştı ama yanlış bilmiyorsam bu, savaş sırasında suç işleyen Almanların gene Alman hukukuna göre yargılandığı ilk davaydı. Bir devletin kendi askerlerini yargılaması açısından da küresel ölçekte nadir bir örnek olduğu söylenebilir.
‘Yalan Labirenti’, kanımca daha iyi olabilirmiş ama seyredilmesi gereken bir film, çünkü yüzleşmenin nasıl bir süreç olduğuna dair bazı temel hususları aktarmayı ve sorular sordurmayı başarıyor. İnkâr ve unutma dinamiklerinin, yüzleşmeye karşı üretilen argümanların ülkeden ülkeye, bağlamdan bağlama nasıl ortak noktaları olduğunu görüyorsunuz. Örneğin, Nazilerin peşine düşen savcıyı vatansever olmamakla itham ediyorlar. Toplu imha hikâyelerinin düşman ülkeler tarafından uydurulduğunu düşünüyorlar.
Burası çok kritik, çünkü ister Almanya’da, ister Türkiye’de, ister başka yerde, anlatılanların ‘milletiniz’e atılmış iftiralar, yani –bir oksimoronla ifade edecek olursak– ‘gerçekleşmemiş yalanlar’ olduğuna inanırsanız soykırımlar, işkenceler, zulümler karşısında bir bilinç geliştiremiyorsunuz. Bunu geliştiremediğiniz zaman da bugün siyaseten doğru, yani insana, onun haklarına ve özgürlüklerine duyarlı siyasi bir pozisyon geliştiremiyor, dolayısıyla demokratik bir toplum olamıyorsunuz.
Zaten, yüzleşmeye yüzleşme denmesinin sebebi, içinde yaşadığınız ve ‘biz’ diye tarif ettiğiniz topluluğun ‘günlük kabul edilebilir sınırların ötesinde’ kötü olabileceğini görmek, bilmek ve kabul etmeyi gerektirmesidir.
Filmin yüzleşme konusunda gösterdiği bir başka husus da, bunun bir çaba gerektirdiği. Yüzleşmenin doğruluğuna ve gerekliliğine inanmış hukukçuların, siyasetçilerin, gazetecilerin, eğitimcilerin vs. olması ve bunun için bilinçli bir çaba harcamaları, kişisel bir bedel ödemeye hazır olmaları gerekiyor. Yoksa, yüzleşme denen şey kendiliğinden gerçekleşmiyor; gönüllülere ihtiyacı var.
Peki, Almanya’da bunlar oldu da Türkiye’de ne oldu? Savaş sırasında insanlığa karşı suç işleyenler, bırakın sütçü, postacı olarak topluma karışmayı, cumhurbaşkanı, başbakan, bakan olarak ülke yönettiler. Buradan bakınca, son bir asrın Türkiye için kanlar ve acılar içinde geçmiş olmasında şaşılacak bir şey kalmıyor.