‘Türk’ tanımı başlangıçta kâğıt üstünde vatandaşlığı tarif ediyordu, ancak uygulamada bu böyle seyretmedi. Nitekim kuruluşunda sahip olduğu, zaten iyice azalmış gayrimüslim nüfus bu politikalar sonucunda neredeyse sıfıra indi. Türkiye nüfusu yüz yıl içinde 8’e katlanırken, gayrimüslim nüfus ters orantılı olarak eridi.
Bizim için epeyce duygusal yönü olan bir konuda, bu kez soğuk bir aynada görünenleri, elden geldiğince yumuşak çizgilerle resmetmeye çalışalım.
Ermeni Soykırımı’nın yükü elbette Türkiye’den ziyade, Türkiye’nin kültürel ve politik olarak mirasçısı olduğu Osmanlı’nın son döneminin üzerinde. ‘Osmanlı’ da çok geniş bir tanımlama, kuşkusuz. Gerçek fail her zaman olduğu gibi sorumlu yöneticiler ve sahadaki uygulayıcılardır.
Türkiye Cumhuriyeti, devraldığı politik miras ne kadar güçlü olursa olsun, bu kara mirası reddedebilir, soykırımın sonuçlarının yeni ulus devlete sağladığı ‘avantaj’ları gönülsüzce kucağında bulmuş olurdu. Aslında kuruluş bu reddiyeye dair bazı veriler de içeriyordu. Gerekli görüldüğünde bu veriler işlevsel kılınabilirdi. Ancak Türkiye birçok tarihsel köşe başında bunun tersini seçti. ‘Azınlıklar’ konusundaki politikalarıyla, âdeta soykırım iklimini diri tuttu. Kültür, ekonomi, güvenlik ve daha birçok toplumsal-pratik alanda, bir biçimde soykırımın sürece yayılmasını sağladı.
‘Türk’ tanımı başlangıçta kâğıt üstünde vatandaşlığı tarif ediyordu, ancak uygulamada bu böyle seyretmedi. Nitekim kuruluşunda sahip olduğu, zaten iyice azalmış gayrimüslim nüfus bu politikalar sonucunda neredeyse sıfıra indi. Türkiye nüfusu yüz yıl içinde 8’e katlanırken, gayrimüslim nüfus ters orantılı olarak eridi. Kültür varlıklarıyla, kurumlarıyla, yer adlarıyla ve bir zamanlar buralarda Ermenilerin yaşadığını akla getirecek her şeyle bir silme, temizleme politikası izlendi.
Kalan Ermeniler, dinini ve kimliğini değiştirenler de dâhil olmak üzere fişlendi. Şeffaf olmayan yöntemlerle, gayrimüslimlerin kamuda görev almalarının önüne geçildi; birtakım faaliyetlerde bulunup bulunmadıkları –yalnızca kökenleri nedeniyle– izlendi.
6-7 Eylül pogromu, Varlık Vergisi, 1974’te çıkan ve ‘36 Beyannamesi’ olarak anılan bir Yargıtay kararı ve sonrasındaki gasp politikasıyla, meseledeki ‘devlet duruşu’ defalarca perçinlenerek sergilendi. Bir yandan da soykırım failleri günden güne daha da sahiplenildi. Bunlar bugün değiştirilemeyecek, tarihsel olgular.
Bugüne gelirken
Türkiyeli Ermenilerin yüz yıla yakın bir zaman sonra politik alanda ürettiği ‘ilk özgün söz’ olarak tarif edilebilecek Hrant Dink, birkaç yıla yayılan bir hedef gösterme ve tehdit sürecinin ardından, 2007’de, ilginç bulunacak kadar yüksek sayıda devlet görevlisinin örgütlü veya örgütsüz dahliyle öldürüldü.
Agos gazetesini 1996’da çıkarmaya başladığı düşünülürse, Türkiye’nin demokratikleşme süreciyle eş koştuğu görüşlerini, hakikatinden taviz vermeyen ama mümkün olan en yumuşak üslubu üreterek ifade etmeye çalışan Hrant Dink’e gösterilen tahammül 10 yılı zor buldu.
Hrant Dink öldürüldüğü sırada, Ermenilerin 1915 ve sonraki sıcak dönemde yaşadıklarını ‘soykırım’ olarak adlandırdığı için, yine ilginç bir dolaylı çıkarımla ‘Türklüğe hakaret’ten yargılanıyordu. Ölümünden sonra kendisi yönünden boşa düşen bu yargılama, gazete çalışanları için devam etti ve ilk mahkûmiyet verildi. Temyiz aşamasında siyasi müdahaleyle hükmün kesinleşmesinin önüne geçildi.
Hrant Dink’in öldürülmesinden sonra ciddi bir iç ve dış kamuoyu tepkisi oluştu. Bu tepkiler, Türkiye’deki ırkçılığın boyutlarıyla ilgili soru işaretleri uyandıran ve ardı ardına gelen birkaç haberle katmerlendi. Dink’in katilinin ilk gözaltına alındığı yerdeki polisler ve jandarmalar arasındaki kutlamayı çağrıştıran görüntüler bir yanda, futbol stadyumlarındaki bazı takımların taraftarlarının attığı “Hepimiz Ogün’üz” (ki bu, 17 yaşındaki tetikçinin adıydı) sloganları diğer yanda, ülkede cinayeti onaylayan azımsanmayacak bir kesimin olduğunu düşündürüyordu. Derken, cinayetten üç ay sonra Malatya Zirve Yayınevi katliamında üç Hıristiyan, boğazı kesilerek, vahşice öldürüldü. 2011’de ise, devletin denetim gücünün ve sorumluluğunun tartışılamayacağı bir alanda, bir askerî kışlada, Sevag Balıkçı bir 24 Nisan günü öldürüldü.
Kısa parantez
Büyüyen tepkilerin, Türkiye’nin o güne kadar denemediği yüzleşme ve arınma pratiği için uygun bir zemin oluşturduğu söylenebilir. Bu kısmen denendi ve birkaç yıllık nispi bir iyiye gidiş yaşandı. ‘36 Beyannamesi’ olarak adlandırılan gasp ve Ermenistan’la ilişkiler konusunda atılan birkaç çekingen adım, dönemin başbakanının ‘taziye’ açılımı bu denemelerden sayılabilir. Gündemdeki AB üyelik süreci ve yeni olma iddiasındaki bir partinin görece taze iktidarı, cinayete tepkilerden de güç alarak müesses nizamla mücadele içinde olması, bu kısa dönemin kolaylaştırıcıları olarak sayılabilir.
Toplumun sanılandan daha hızlı ikna olabildiği de bu dönemde görülmüş oldu. Bu cinayet davalarında ortaya çıkan kimi yeni gerçeklerin, Türkiye’nin ayrımcı politikaları yönünden henüz gereğince incelenmediğini de hatırlatmakla yetinelim. Aynı dönemde ‘Kürt meselesi’ bağlamında yapılan çözüm testi de, önemli olmasının ötesinde, Türkiye’deki ayrımcı politikalar başlığı altında, ‘Ermeni meselesi’yle benzerlikleri ve farklılıkları çerçevesinde özel olarak ve acilen ilgilenilmesi gereken bir konu. Zira ‘Türk’ tanımındaki muğlaklık, ne kadar çalışılsa da Kürtleri de kapsayacak şekilde sürdürülemedi.
Maalesef, uzun yıllar önce açılmış bir parantezi kapama iddiasıyla yaşanan bu kısa dönemin kendisi bir parantez olarak açılıp kapandı ve ayrımcı iklim kaldığı yerden yolculuğuna devam etti. Kapatılması vaat edilen parantezin hangi tarihsel anda açıldığı muğlak bırakıldığı için, soykırımcı politikaların tamamen dışarıda bırakılıp bırakılmayacağının pek belirgin olduğu da söylenemezdi gerçi.
Son gündem Karabağ
Azerbaycan ile Ermenistan arasında, geçmişte ve şimdi ‘tanrılar’ın işe karıştığı, belirli bir tarihsel arka planı olan ‘Karabağ meselesi’ 2020 yılında, böyle bir yoldan gelen Türkiye’nin önünde son bir yeni gündem olarak belirdi.
Sıcak savaşa evirilen yeni durumda Türkiye’nin aldığı aktif rol, Türkiye’nin takınabileceği muhtemel tavırlar içinde değerlendirildiğinde özel bir anlam kazanacaktır. Hiçbir zorlayanın olmadığı bir ortamda, Türkiye’nin toprakları dışındaki bir ‘Ermeni avı’nda harcadığı efor, tarihsel arka planla, akla hazin şeyleri getiriyordu. Türkiye’nin muzaffer müttefikinin, kanlı zaferi sonrası düştüğü ahlaki pozisyon da resmi boyutlandırıyor. Kastettiğimiz elbette, yiten onca canın ardından ekranda ve hafızalarda asılı kalan sırıtışın ve kurulan garip ‘savaş müzesi’ndeki yaratıcı üslubun burada da kısmen gördüğü itibar. Umarız bunlar dünyadaki yeni bir tür zorbalık çağının işaretleri değildir.
Şu özel durumu da anmadan geçmemek lazım: Devletlerin genelde atmak istedikleri pek hoş olmayan adımları, atmak zorunda kaldıklarını göstermeleri gerekir. Evet, çoğunlukla trajediye dönüşen bir tür müsamere… Bazen kendini zorlayan koşulları bizzat yaratmaya dahi çalışır. Buna kısaca ‘meşruiyet derdi’ diyelim. Böyle bir derdin bünyede oluşmasına gerek kalmayan, ‘rahat’ bir uluslararası ortamın –kasten veya değil– oluşmuş olduğunu da vurgulamak gerek. Dünyanın gelecek için kendine çıkaracağı hisselerden biri de bu.
Soğuk aynada görünen
Geldiğimiz noktada Türkiye, hamlesine eklediği ‘savaşa ürün yerleştirme’ gibi nüanslar ve eklemediği birtakım duyarlılıklarla, tarihî bir seçim daha yaptı. Her hamle gibi bu da, takip eden hamlelerle daha fazla şey ifade edecek. Ermenistan’la ilişkileri normalleştirmek üzere yapılan yoklamaları bu zaviyeden görmek de mümkün.
Aslında Ermenistan örneği, eğreti durumların faydalı belirsizliğine bel bağlayan politikaların, gün gelip nasıl felaketlerle sonuçlanabileceğini de gösterdi. Buradan, belirsizlik hâlini avantajlı gören tüm ülkelerin çıkarabileceği dersler var. Türkiye de yüz yıldır birçok alanda yararlı bulduğu muğlaklıkları geleceğe öteleme gayreti içinde. Ancak tarih akıyor, kimsenin hazır olmasını beklemiyor.
“Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol” diye bir söz var. Türkiye’nin zaten göründüğü gibi olduğunu düşünenleri, bu büyük oranda tutarlı serüven elbette rahatsız etmez. “Göründüğü gibi değil”, “olmamalı”, “değildir inşallah” diyenler varsa –ki umarız vardır– yüzleşme ve arınma merceğinden baktıklarında, soğuk aynada karşılaşacakları görüntü aşağı yukarı böyle.
Resim büyüdü, yazı uzadı, çığlıklar kulağımıza kadar ulaşmaktaysa da Osmanlı epeyce geride kaldı.