"Kapı", Süryaniler nezdinde bu ülkenin Türk-Müslüman olmayan kesimlerine yapılan baskıyı ele alan nadir eserlerden olması sebebiyle kıymetli bir iş. Film, bu topraklardan silinenlerin yokluğuna bir saygı duruşu, bir ağıt.
Türkiye’nin kronikleşmiş ve şiddete batmış siyasi sorunları çoktur. Buna mukabil, bu konularda üretilen veya arka planı bu sorunlar olan sanat eserlerinin, yani romanların, filmlerin, kalitesi bir yana, sayısı çok azdır. Mesela, Maraş Katliamı hakkında, benim bilebildiğim kadarıyla, dramatik kurgusu olan bir sinema filmi çekil(e)memiştir. 6-7 Eylül hakkında ilk ve gene benim bildiğim kadarıyla tek sinema filmi bu pogromun üzerinden elli beş sene geçtikten sonra çekilmiştir. Benzer şekilde, 1964 Rum Sürgünü üzerine çekilmiş tek bir film vardır: ‘Sürgün’. Örnekler çoğaltılabilir. Adına ‘Kürt sorunu’ denen, öncesi bir yana, kırk yıldır derin acılara, travmalara sebep olmuş, gündemin her zaman hayati maddelerinden olan siyasi ve toplumsal sorun veya faili meçhuller, askerlerin yaşadığı travma sonrası stres bozuklukları gibi onun unsurları hakkında filmler ancak 2000’Ierde çekilmeye başlamıştır ve bunların sayısı da hâlâ sınırlıdır.
Bu durumun çeşitli sebeplerinden bahsedilebilir. İnsanların zor bir mesele üzerine konuşabilmeleri için o meseleye duygusal anlamda mesafelenmeleri gerektiği, bunun için de araya belirli bir zaman girmesi gerektiği söylenebilir. Araya giren zaman bu kadar uzun mu olmalıdır sorusu bir yana, bu önermenin doğruluk payı olsa bile, kanımca Türkiye devletinin ve toplumunun geçmişe, geçmişten aktarılan sorunlara yaklaşımı ve süregelen siyasi düzen daha önemli sebeplerdir. Açmak gerekirse, Türkiye’de devlet ve toplum katındaki genel yaklaşım, uzak ve yakın geçmişin kötü olaylarını unutma, yokmuş gibi yapma üzerine kuruludur. Sorunların konuşularak değil unutularak çözüleceğine inanan bir anlayış hâkimdir. Dolayısıyla, onları hatırlatacak sanat eserlerine de iyi gözle bakılmaz, bunlar teşvik edilmez.
Bu tür sanat eserleri üretilmesinin önündeki başka bir önemli engel de, ülkede tam bir ifade özgürlüğü olmamasıdır. Bu tür olaylar hakkında sanat eserleri üreterek veya başka yollarla resmî görüşün dışında görüş veya yorum ifade edenler için mahkeme, hapis, sansür vs. riskleri, bazı dönemler daha az bazı dönemler daha çok ama her zaman mevcuttur. Bu tür dertlerden uzak durmak isteyen, yazarlar, sinemacılar da o netameli konulara girmezler.
Velhasıl, şu şartlar altında Türkiye’de sanat, tarihle yüzleşme, geçmişle hesaplaşma, dolayısıyla daha iyi bir toplum düzeni kurma konusunda oynayabileceği olumlu rolü oynayamaz.
Bu tür zor konulara eğilen nadir filmlerden biri, 2019 yılında gösterime giren, yönetmenliğini Nihat Durak’ın yaptığı, başrolünde Kadir İnanır’ın oynadığı ‘Kapı’. İnanır, dört çocuklu bir ailenin babası, Mardinli Süryani bir ahşap oyma ustasını olan Yakup’u canlandırıyor. Bir gün, oyma ustası olarak yetişmekte olan ailenin büyük oğlu Mikail ortadan kaybolur. Bunun üzerine aile, Yakup’un deyimiyle “bir günde” evlerini, köylerini terk eder. Berlin’e yerleşirler; aile orada torunlarla büyümeye devam eder. Oğullarının kaybolmasının üzerinden 25 yıl geçtikten sonra Mardin’den gelen bir telefon, “herhalde vicdan azabı duyan birinin” ihbarı sonucunda kuyularda birtakım cesetler, daha doğrusu kemikler bulunduğunu, bunlardan birinin oğulları olabileceğini, DNA testi yoluyla bunu anlayabilmek için Mardin’e gelmeleri gerektiğini söyler. Yakup, karısı Semsa (Vahide Perçin) ve torunu Nardin (Aybüke Pusat), Berlin’den kalkar, memleketleri Mardin’e, tam olarak söyleyecek olursak köyleri Kıllıt’a gelir. Onları orada bir sürpriz karşılar. Evlerinin, anahtarı ceplerinde olan, Yakup’un kayıp oğlu Mikail’le birlikte yaptığı kapısı yerinde yoktur! Bu, Yakup için oğlunu tekrar kaybetmek kadar büyük bir darbe olur. Oğlunu kaybetmiş, bulamamıştır ama kapıyı bulmakta kararlıdır. Kapısını bulmak, anlıyoruz ki, onun için oğlunu bulmak demektir.
Kapıyı, oralarda sahipleri İstanbul’a veya yurtdışına yerleşmek zorunda kalmış Süryanilerin evlerini yağmalayan Remzi (Timur Acar) adında bir definecinin çaldığını öğrenir. Onunla birlikte önce Kayseri’ye, oradan İstanbul’a gidip, özel bir koleksiyonda sergilenmekte olan kapısını bulur Yakup. Kapının onun olduğuna inanmak istemezler ama cebindeki anahtarla, arkasında bir ev olmayan kapısını 25 sene sonra tekrar açınca inanırlar. Kapısını alır, köyüne gelir. Bu meyanda, bulunan kemiklerin oğlu Mikail olduğu anlaşılır. Kapıdan tabut yapar, oğlundan arta kalanları tabuta koyar ve bundan sonra hem oğlunun, hem evinin kapısının nerede olduğunu bilecek şekilde, ikisini beraber gömer. Bir kapıyı gömmek, onu sonsuza kadar kapatmak demektir.
Niyetim kapsayıcı bir film eleştirisi yapmak değil; bu film ve göndermeleri hakkında uzunca bir yazı yazılabilir. Her hâlükârda, Süryaniler nezdinde bu ülkenin Türk-Müslüman olmayan kesimlerine yapılan baskıyı ele alan nadir eserlerden olması sebebiyle kıymetli bir iş. Film, bu topraklardan silinenlerin yokluğuna bir saygı duruşu, bir ağıt. Kapı metaforu da çok çok iyi, verimli bir yorum ve sembolizm alanı açıyor. Filme getirebileceğim en önemli eleştiri, sorunun insani tarafını aktarmayı başarırken, siyasi tarafını, herhâlde bilinçli bir tercih olarak, koyu bir gölgede bırakması. Mikail’in kimler tarafından ve neden öldürülüp başka maktullerle birlikte bir kuyuya atıldığına dair neredeyse hiçbir veri yok filmde. Ancak Türkiye’nin yakın tarihini bilenler, bu konuda tahminde bulunabilir ama filmi seyreden bir ‘yabancı’ için Mikail’in öldürülmesi tam bir soru işareti. Faili meçhulden öte, faili âdeta bir hayalet bu suçun. Filmin yaratıcılarının sanatsal kaygılarla mı yoksa siyasi kaygılarla mı bu tercihte bulunduklarını bilemiyorum.