RONALD G. SUNY

Ronald G. Suny

MICHIGAN MEKTUPLARI

Amerika gerçekten geri döndü mü?

Biden’ın şimdi yeniden canlandırdığı, Amerikan dış siyasetine dair liberal yaklaşımın kendine ait bir tarih anlatısı var.

Başkan Joseph Biden, o bildik üslubuyla, “Amerika geri döndü” dedi. Bu, Biden’ın, yerini aldığı Donald J. Trump’ın gelişigüzel dış siyasetini baş aşağı ve tersyüz ettiği anlamına geliyordu. ABD’nin müttefikleri, savunma konusunda sırtlarını yine ABD’ye yaslayabileceklerdi; Trump’ın Paris İklim ve İran Nükleer anlaşmalarından çekilme yönündeki kararları geri alınıyor, Çin’e ve Rusya’ya, Beyaz Saray’da artık nazik muamele görmeyecekleri bildirilmiş oluyordu. Hatta, yeni başkan, Vladimir Putin’e “katil” dedi. Vaşington, kuşatma altında, yoksulluk içinde bulunan Yemen’de sivil halka karşı savaşan Suudi Arabistan’a verdiği desteği kesti; bu, asıl olarak söz konusu politikanın savunulabilir bir yanı bulunmamasıyla ilişkili olsa da, övgüye değer bir hareketti. Liberal dış siyaset seçkinlerinin ahlak anlayışı bir kez daha, ABD’nin ezici askerî ve iktisadi gücüyle birleştirilerek, dünyanın neresinde olursa olsun, ABD’nin gücüne ve nüfuzuna tehdit oluşturanlar bastırılacak ve Amerikan hegemonyası küresel düzeyde yeniden ortaya konacaktı. 

Biden’ın şimdi yeniden canlandırdığı, Amerikan dış siyasetine dair liberal yaklaşımın kendine ait bir tarih anlatısı var. Demokrat başkan Woodrow Wilson, yirminci yüzyıl başlarından itibaren, izolasyonist Amerikalıları, özellikle de Cumhuriyetçi Parti’yi, ABD’nin “dış karışıklıklar”a karışma konusundaki –ilk başkan George Washington’ın tembihlerine dayanan– korkusunu üzerinden atıp, Milletler Cemiyeti’nde dünyanın diğer toplumlarıyla birlikte çalışması gerektiğine ikna etmek için çabalar. Ancak siyasetin müesses nizamı, Wilson’a kulak vermek yerine içine çekilip, ilgilendiği alanı Batı Yarımküre’yle sınırlandırarak (Monroe Doktrini’yle Avrupalılar güçlerini batıya doğru genişletmekten men edilmiştir) dünyanın geri kalanındakileri kendi savaşlarıyla baş başa bırakır. Bu gayet makul hikâyenin devamında, ABD iki savaş arası dönemde (1918-1939) –Latin Amerika’da sıklıkla yaptığı, genellikle sözü edilmeyen müdahaleler haricinde– askerî güç kullanmaktan kaçınır, silahsızlanma konferanslarına ve savaş karşıtı anlaşmalara odaklanır. 

Amerika’nın izolasyon politikası, Nazi Almanyası ve Faşist İtalya gibi genişlemeci güçlerin askerî güçlerini kullanarak Avrupa’nın tamamına ve Afrika içlerine yayılmasına kapı açmıştır. ABD daha sonra, II. Dünya Savaşı’nda, isteksiz bir şekilde de olsa, Batılı demokratik ülkelere yardım eder. (Bu senaryoda, ABD’nin Sovyetler Birliği’yle yaptığı ittifak, amaca uygun şekilde, kolayca unutulmaktadır.) Soğuk Savaş yıllarında, NATO’nun kurulması ve nükleer silahlanmanın yoğunlaşmasıyla, Amerika’nın Avrupa’yı ve dünyayı komünizmin yayılmasından kurtardığı, iftiharla iddia edilir. Nihayet Sovyetler Birliği yenilmiş, dünya demokrasi ve serbest pazar için tekrar güvenli hâle gelmiştir.

Peki, bu hikâyenin neresi hatalı?

Dünyayı keskin bir şekilde, siyah ve beyaz olarak ikiye ayıran bu yaklaşım (bir taraf talancı ve kötü, diğer taraf erdemli ve masum) son derece ahlakçıdır; diğer tarafın çıkarlarını ve zaaflarını, gücünü sınırlandıran etkenleri ciddiye almaz. Soğuk Savaş yıllarında, Sovyetler Birliği Doğu Avrupa’da nüfuzunu tesis ettikten sonra, 1975’te Afganistan’a girmesi hariç, fiziksel olarak hiçbir yere yayılmadı. ABD ise, aynı dönemde, SSCB’yi ve komünist Çin’i çevrelemek için dünyanın her yerinde askerî üsler kurmakla kalmayıp, Grenada’dan Lübnan’a kadar onlarca ülkeye askerî müdahalede bulundu ve Güneydoğu Asya’da, Afganistan’da ve Irak’ta yüz binlerce, hatta milyonlarca insanın ölümüne neden olan büyük savaşlar çıkardı. ABD, Sovyetler Birliği’nin çöküşünün ardından karada, denizde, havada ve uzayda, karşısında neredeyse kimsenin durmadığı bir güç elde etti. Geçmişte nükleer silahlarıyla ancak Sovyetlerin boy ölçüşebildiği ABD, dünyanın bir numaralı silah tüccarı olmakla övünebiliyor (ikinci sırada Rusya var).

Trump döneminde Amerikalılar Suriye’deki isyancı Kürtlerle ittifak yaptı ama Türkiye, görece demokratik –ve kuşatılmış– bir bölge olan Rojava’yı işgal edip ortadan kaldırmaya karar verince onları yüz üstü bıraktı. Ancak Oval Ofis’teki pervasız narsist yeni cepheler açmadı, yeni savaşlara da girmedi; Amerika’nın dünyanın geri kalanıyla bağlantılarını kesmeye and içmişti. Amerikalı bir siyasi yorumcu, ABD’nin dış siyasetini eleştirdiği köşe yazısında şöyle diyordu: “Beyaz Saray’daki demagog militaristin [Trump], savaş yoluyla, kendinden önceki, farklı partilere mensup iki başkandan daha fazla zarara neden olduğu kesin değil.” Afganistan ve Irak işgallerini başlatan George W. Bush’un bu ülkelerde liberal demokrasiyi ve neoliberal ekonomiyi tesis etmeyi umarken kaosa ve kitlesel ölümlere yol açtığını hatırlıyoruz. Onun halefi Barak Obama ise, çekilmenin ülkeye girmekten çok daha zor olduğunu gördü – aynen, sonraları Trump’ın da göreceği gibi. Bir büyük güç, düşman gördüğü bir rejimi ortadan kaldırıp o ülkenin toplumunu altüst etmişse, dağılan parçaların tümünün, o işgalci ülkenin dilediği şekilde yeniden birleştirilmesi neredeyse imkânsızdır. Demokrasiyi destekleme programı ne kadar iyi niyetli ve azimli bir şekilde yürütülmüş olursa olsun, acı bir ders alındı: Süngüyle gelen demokrasi kalıcı olmaz. Amerikalılar, iyi amaçlarla kötü şeyler yapmanın felakete zemin hazırladığını öğrenmiş olmalı artık.

Amerikalılar benzersiz olmakla övünürler; birçok açıdan, örneğin güç, zenginlik ve itibar bakımından öyledirler de. ABD, Trump’tan sonra bile, ‘iyi niyetli bir demokrasi’ olarak taşıdığı itibarı tamamen yitirmiş değil. Bu hâlâ, ABD’nin güçlü yanlarından biri, ama söz konusu olan, sorumluluk hissi gerektiren bir güç. Dış siyasette pragmatizm ve gerçekçilik, daha etik, daha ölçülü bir tavırla birleştirilmeli. Şatafatlı hedeflerden vazgeçilmeli ama demokrasi, hukukun üstünlüğü, farklılıklara hoşgörü idealleri savunulmalı ve bu, sırtını orduya dayayarak değil, söz konusu ideallerin tarafında duranlar için örnek teşkil ederek ve onlara sağduyulu bir şekilde destek vererek yapılmalı. Eğer ‘tepede parıldayan kent’ olarak kalmak istiyorsanız, ışıkları açık tutmalısınız.

23 Mart 2021

(İngilizceden çeviren: Altuğ Yılmaz)