Göğüs Hastalıkları Uzmanı Dr. Osman Elbek, Türk Tabipler Birliği Covid-19 İzleme Kurulu ve Türk Toraks Derneği Sağlık Politikaları Çalışma Grubu Yürütme Kurulu üyesi olarak da görev yapıyor. Dr. Elbek’in ‘Salgının Kırılma Anları’ adlı makalesi, İletişim Yayınları’ndan çıkan ‘Pandeminin Düşürdüğü Maskeler’ adlı derleme kitapta yer alıyor. Osman Elbek ile 1 Mart kararlarına, aşı tartışmalarına ve virüsün mutasyonuna uzanan bir söyleşi yaptık.
Makalenizin başlığına atıf yaparak soruyorum. 1 Mart kararlarıyla birlikte pandemi sürecinde yeni bir ‘kırılma anı’na mı geçmiş olduk?
Evet, bunun yeni bir kırılma anı olduğuna dair çok ciddi ipuçları var. 1 Mart kararlarının Mayıs 2020’de yaşadığımız açılma sürecinden daha büyük etkileri olacağına dair çok ciddi ipuçlarına sahibiz. Bu nedenle 1 Mart kararlarını hızla revize edip salgının hızla artışına yönelik önlemler alamazsak, kanaatimce birkaç ay sonra 1 Mart kararlarının kötü anacağız. Çünkü vaka sayımız ve pozitif test sayımız çok hızlı artıyor. Bir de geçmiş dönemden farklı olarak varyant sorunuyla karşı karşıyayız. Bu da bize geçen yıl Haziran’da ve yaz aylarında yaşadığımızdan daha vahim sorunlarla karşı karşıya kalabileceğimizi gösteriyor.
Peki, 1 Mart kararlarının nasıl revize edilmesi gerekiyor?
Yüksek riskli ve çok yüksek riskli illerde yani kırmızı ve turuncu renkle tanımlanan illerin hangi kriterlere göre bu şekilde tanımlandığının kamuoyuna açıklanması gerekiyor. Sadece ‘yüz binde vaka sayısı’ bir kriter olarak alındıysa ki öyle duruyor, eksik bir değerlendirme yapılmış demektir. Kişi başına pozitif çıkan test sayısının ve o illerde geçmişte salgının nasıl geçirilmiş olduğunun da bilinmesi gerekiyor. Örneğin, Uşak çok iyi korunduğu için mi bugün mavi renkle tanımlanıyor? Yoksa Uşak, geçmişte salgını çok ciddi ölçüde geçirdiği için mi Uşak’ta toplumsal bağışıklık düzeyi artmış durumda. Ya da Güneydoğu illeri çok iyi korundukları için mi mavi renkteler yoksa çok az test yapılabildiği için mi düşük risk grubundalar? Bu nedenle ilk adım olarak kriterlerin ne olduğunun ortaya konulması gerekiyor. İkinci adım olarak da çok yüksek ve yüksek risk grubundaki illerde eğitim hakkının güvenceye alınmasının dışında her şeyin en az iki haftalık kapanmaya maruz bırakılması gerekiyor.
Biraz önce belirttiğiniz gibi yeni varyantlar, virüsün mutasyona uğraması sorunuyla da karşı karşıyayız. Bu konuda neler yapılabilir?
Varyant sorunu virüsün değil, insanların var ettiği bir sorun. Varyant sorununun oluşabilmesi için virüsün özgürce mutasyon geçirmesi yani üremesine devam etmesi lazım. Eğer virüsün dünyada ve Türkiye’de üremesine izin verilmezse, varyant diye bir sorun da ortada kalmayacak. Yani mutasyon aslında toplumsal dinamiklere ait bir sorun. İngiltere, Brezilya ve Güney Afrika gibi ülkelerde endişe verici varyantların ortaya çıkması hiç de tesadüf değil. Çin’de, Singapur’da, Yeni Zelanda’da varyant sorununun olmaması yani salgının baskılandığı ülkelerde bu sorunun olmaması da buna işaret ediyor. Varyant demek virüsün toplumda özgürce dolaşmasına izin verilmesi anlamına geliyor. Günümüzde İngiltere kaynaklı varyantın dünyada ciddi bir ağırlığa ulaştığını biliyoruz. Birkaç gün önce de Türkiye’de Sağlık Bakanlığı filyasyon rehberini güncelleyerek, İngiltere varyantı taşıyan kişilerin PCR takibinin gereksiz olduğunu açıkladı. Bunun anlamı şu: İngiltere varyantı Türkiye’de deyim yerindeyse ‘egemen suç’, bu yüzden onun takibine gerek kalmadı. Yani bu bir iyileşme değil kötüleşme işareti. Zaten hekim olarak bizim sahadan aldığımız işaretler de bunu gösteriyor. İstanbul, Ankara ve Karadeniz hattında İngiltere varyantı ciddi bir ağırlık kazanmış durumda. Tabii Güney Afrika ve Brezilya varyantları daha tehlikeliler çünkü bu varyantlar aşıdan kaçabilme kapasitesine sahipler. Kısa süre önce yapılan bir araştırma, Türkiye’de de kullanılan Coronavax aşısının Brezilya varyantına karşı etkili olmayabileceğine dikkat çekti. Bu demektir ki Türkiye gibi sadece Coronavax ile aşılanan ülkeler Brezilya varyantına karşı korunmasız olabilirler. Varyantın gelişimini engellemek için salgını baskılamak gerekiyor. Aksi takdirde varyant sorunu aşıyla altından kalkamayacağımız bir soruna dönüşebilir.
Kamuoyunun en azından bir kısmında aşıyla ilgili bir güven sorunu da var. Bu tartışmalar hakkında ne düşünüyorsunuz?
Aşı bilimin insanlığa sunduğu bir armağandır. Türkiye’de de uygulanan aşı ve diğer aşılar ölüm riskini çok büyük oranda düşürüyorlar. Bu nedenle sırası gelen, aşı hakkına ulaşan herkesin hemen aşı yaptırması gerekiyor. Örneğin, benim birkaç hastam aşıya karşı tereddütleri olduğu için bugün yoğun bakımda yatıyorlar. Türkiye, Aralık-Şubat 2020’de çok zor günler geçirdi. Salgındaki tüm kayıplarımızın yarısını bu dönemde verdik. Virüs, kimilerinin iddia ettiği gibi artık ölümcül olma vasfını yitirmiş değil. Virüs hâlâ ölümcül ve Coronavax dahil tüm aşılar virüsün ölümcül olmasını engelliyor. Öte yandan Türkiye tek bir aşıyla virüse karşı mücadele edebilecek bir ülke değil. Biz bu hızla, yani günlük 200 bin dozun altında gidersek, 600 günde yani 2 yılda ülkedeki risk gruplarının tamamını aşılayabileceğiz. Bu demektir ki farklı aşı türlerini de kullanmalıyız. Tek bir aşı türüyle Türkiye gibi büyük bir ülke aşılanmayı tamamlayamaz. Bir aşı ikinci dozu yaptıktan 2 hafta sonra korumaya başlıyor. Yani bugün aşı olan bir kişi ancak 6 hafta sonra ölümcül virüse karşı korunuyor. Aşılama hızının günde 200 binden hızla 500 binlere hatta bir milyonlara çıkarmamız lazım. Önümüzdeki 6 ay içinde bu ülkenin risk gruplarının aşılanmasının bitirilmesi lazım.
Sağlık Bakanı, Mart sonuna kadar aşılamada ciddi bir artış olacağını açıkladı. Gerçekçi buluyor musunuz?
Maalesef çok gerçekçi değil. Sağlık Bakanı, 11 Aralık’ta aşıya başlayacağımızı da açıklamıştı. Ancak 14 Ocak’ta aşılamaya başlayabildik. Cumhurbaşkanı Erdoğan da Eylül’de yaptığı bir açıklamada, Ocak 2021’de yerli aşının uygulanacağını söylemişti. Ancak bu tarih de önce Nisan’a daha sonra da Eylül’e atıldı. Pandemide en önemli nokta yurttaşın siyasi iktidara güvenememesidir. Bu güven bozulmamalıdır. Mart sonu hedefi de gerçekçi değildir. Biz yaz sonuna kadar risk gruplarımızı aşılamayı hedeflemeliyiz. “Maskesiz günler yakında” gibi yaklaşımlar da gerçekçi değil. Biz 2021’i maskeyle geçireceğiz. Halen günde 195 bin civarında aşı yapıyoruz. Avrupa’ya göre iyiyiz tabii ama ABD’nin de gerisindeyiz. Türkiye’nin sağlık altyapısı buna uygun. Günde 600-700 binlere çıkabildik yine çıkabiliriz ama aşımız yok. Sağlık Bakanlığı aşıların ne zaman geleceğine dair bir takvim açıklamalı. Güven böyle kurulur. Ancak pandeminin başından bu yana şeffaflık ve güven bizde sorun oldu.
Aşı olduktan sonra maske kullanımının gerekli olmayacağına dair söylentiler de var. Bu tartışmalar hakkında ne düşünüyorsunuz?
ABD’de ciddi güvenilir kurumların yaptıkları araştırmalar, bir kişinin iki doz aşıyı olduktan iki hafta sonra bir odada az sayıda kişiyle maskesiz bulunabileceğini gösteriyor. Ama çoklu ev ziyaretleri yine yasak olacak. Bu, ABD gibi yüzde 95, 97 gibi oranlarda koruma sağlayan aşıların geçerli olduğu bir ülkede böyle. Bizim kullandığımız Coronavax’ın koruma oranı ise yüzde 50’lerde. Aşı olmuş olsak bile 2021 sonuna kadar maskeyi korumak zorundayız. Eğer salgını baskılayabilirsek 2022’de maskeden bağımsız bir hayata geçebiliriz. Son olarak şunu da eklemek istiyorum. Bu dünyada salgından çıkış yolu hep birlikte mücadele etmektir. Kanada’da nüfusa göre yüzde 609 oranında fazla aşı var. Kamboçya’da ise aşı miktarı nüfusun ancak binde üçüne yetebilir. İki ülke arasında 2030 kat fark var. Bu eşitsizlik ortadan kaldırılmazsa hiçbir ülke bu virüsten kurtulamaz. Bu virüs eşit paylaşımı zorunlu, hayati kılıyor. Güney Afrika ve Hindistan Dünya Ticaret Örgütü’ne başvurarak 2 yıl patent haklarının askıya alınmasını talep ettiler. Buna en çok AB ve ABD karşı çıktı. Bu anlayış değişmediği sürece dünyanın bu sorunla başa çıkması mümkün değildir.