Herkan, hiç duymadığım bir isimdi. Arşivlerde bugün hiç bilmediğimiz Ermeni isimlerine rastlamıştım, bu da o isimlerden biri olmalı diye düşünmüştüm. Herkan, dört çocuk anası Dersimli bir kadındı ve ona olan hayranlığım kızıyla tanışmamla başlamıştı. Aslında kızıyla tanışmam da çeyrek asırdan fazla olmuştu, ben 16 o ise 48 yaşındaydı. Sonra birbirimizin izini kaybettiğimiz 20 yılın ardından ilk karşılaşmamızda ne onun kim olduğunu, ne nerede tanıştığımızı, ne de adını hatırlamıştım. Yine de onun çok sevdiğim bir kadın olduğunu biliyordum. Henüz bilmediğim, bu unutmadığım kalbi, annesi Fatma-Herkan’dan miras aldığıydı.
Bu yazıyı 8 Mart’ta Herkan’ı ve onun tarihinin bizim kulağımıza üflediği, o hem çok uzak hem de ta içimizde bildiğimiz notayı duyabilmek, hatırlayabilmek, bugüne ve şimdiye getirebilmek umuduyla yazıyorum.
Yıl 1919, Dersim
Herkan 1919’da Dersim’in Kızılkilise kazasında doğmuştu. O yıllarda Kızılkilise’de beş kilise vardı. Sonra bu kazanın adı Nazımiye ve Haydari olarak değiştirildi. Ermeni okulu yoktu, olsa bile gidebilme ihtimali pek azdı. Herkan doğar doğmaz, halası Arjantin’e göçmenin bir yolunu bulduğunda, kız kardeşi Filor’u alıp beraberinde Buenos Aires’e götürmüştü. Herkan ile Filor 1961 yılına kadar birbirlerinden haber alamadılar. Birbirlerini bulduklarında da Herkan Buenos Aires’e yerleşti ve hayatının son 25 yılını orada geçirdi, orada toprağa verildi.
Fatma-Herkan bir yetim ve öksüz çocukla birlikte büyümüştü: Minas. Herkan’ın anası, Minas’ı, anasıyla babasının cesetlerinden altından kurtarmış, bir göğsünü Herkan’a bir göğsünü Minas’a verip, iki çocuğu bir arada büyütmüştü. İkisi de aynı yaştaydılar ve 15-16 yaşlarına geldiklerinde köyde Minas’a Ermeni kız, Herkan’a Ermeni bir erkek bulmak mümkün olmadığından, birbirleriyle evlendirildiler. Evlendirilmek de büyük laf; evlilik yoktu köyde, ama işte beraberdiler. 16 yaşında Fatma-Herkan ilk oğlu Yusuf – Arturo’yu doğurdu, ikinci oğlu Mustafa da sonradan babasının adını aldı; Minas. 20 yaşında Herkan’ın eşi Minas’ın sarılık olup ölmesi ve aynı dönemde babasını da kaybetmesiyle, Herkan’ın yeniden evlendirilmesi gerekliliği ortaya çıktı.
İstikamet Kütahya
Fatma-Herkan iki oğlunu yanına katıp Kütahya’nın yolunu tuttu, ikinci kocası orada 6 çocuğuyla onu bekliyordu. İbrahim-Khoren, şabigci Khoren ya da demirci Khoren, kendisine takılan pek çok lakaptan en bilinenlerinden. Dersim’in Halvori köyündendi ve 1938 yılındaki katliamlardan sonra ailesiyle Kütahya’nın köylerine sürülmüştü. Burada eşini kaybeden İbrahim-Khoren, köye haber uçurmuş ve yeniden evlenmek istediğini, kendisine uygun bir eş bulunmasını istemişti. Böylece, Fatma-Herkan’ın Kütahya yılları başladı.
Khoren’in altı çocuğundan bazıları yetişkin sayılırdı, en büyük oğlu Herkan’dan sadece üç yaş küçüktü. Fatma-Herkan ile İbrahim-Khoren’in iki çocukları oldu, böylece, Khoren’in altı, Herkan’ın iki, ve yeni çiftin de iki çocuğuyla on çocuklu bir aile olmuşlardı. Kızı, babasının cesur, gözükara bir adam olduğunu, anlatıyor. Üç kızını da köyün ilkokuluna yazdırmıştı, her gün onları okula götürüp, çıkışta okuldan eve getiriyor, kızlarının kaçırılma tehlikesine karşı tedbiri elden hiç bırakmıyordu. Khoren de erken bir yaşta bu dünyadan göçünce, toplam 13 senede iki evlilikten, 33 yaşında, on çocukla dul kalmıştı Herkan, üstelik memleketinden uzakta, bir Türk köyünün ortasında.
İstanbul ve yokluk yılları
1956 yılında herkesi topladı ve İstanbul’a geldiler, kağtagan hayatının en acısının sürüldüğü İstanbul’a. Fatma-Herkan artık rahatlamış, çocuklarına doğruyu söyleyebileceğine kanaat getirmiş ve onlara kendilerinin aslında Ermeni olduklarını söyleyivermişti. O günlerin Gedikpaşa’sında her taraf Ermeniydi, ‘ne de olsa yalnız değiliz’ diye düşündü.
Köyde saflar belliydi: Köylülere göre onlar “direnle” yemek yiyen (çatal bilinmiyordu köyde, köylüler tahta kaşıkla yiyorlardı yemeklerini çoğunlukla, İbrahim-Khoren bir gün Kütahya merkezden çatal getirmişti eve) gavurlardı, ya da “kuyruklu Kürtler”di. Çocuklar kendilerine neden böyle dendiğini hiç anlamıyorlardı. Büyük şehre gelmeleriyle her şey değişecekti. Köyde bir gün yokluk görmemiş; tarım ve hayvancılıkla geçinmiş; yoğurt, süt, yumurta, tavuk satarak hayatını kazanmış koca aile, İstanbul’a gelir gelmez yoksulluğun orta yerinde buluvermişti kendini. Herkan dört çocuğuyla kalıyordu, diğer çocuklar evlenmiş kendi evlerini kurmuşlardı. En küçük oğlu okula gidiyordu, onun dışında kendi dahil herkes çalışıyordu. Gedikpaşa Ermenileri kağtagan Ermenilere pek de kucak açmış sayılmazdı, hele de Müslümanlaşmış, Ermenice bilmeyen ve Türk isimleri olan Ermenilere hiç… Herkan’ın çocuğunu ne Ermeni okuluna göndermesi mümkün olmuştu, ne de kimse onun çocuklarına Ermenice öğretmeye talip olmuştu. Çocuklarını Ermenilerle evlendirebilmesi ise başlı başına büyük bir meseleydi.
Okulda hademelik
Önce Gedikpaşa’da bir Türk okulunda hademeliğe başladı. Okulun 10 m2’lik odasında dört çocuğuyla iki sene yaşadı. Hafta sonlarında yetim ve öksüz Ermeni çocuklarının yatılı okuluna, Joğovaran’a gidip orada hademelik yapan akrabalarına yardım ediyordu. 1961 yılında Filor’un bulunmasıyla, 1968’de Herkan Buenos Aires’e yerleşti. Bu arada üç oğlu kendisinden önce gelip Arjantin’e yerleşmişti. Herkan şimdi de torunlarını büyütecekti. Hafta sonlarında Buenos Aires’teki Ermeni yaşlılar evinde hemşirelere yardım edecek, hemşerileriyle arkadaşlık edecekti.
Buenos Aires yılları
Herkan hiç okula gitmedi, herhalde bu sayede karşılaştığı bütün zorluklara uyum sağlayabilen doğasını koruyabildi. Dersim’in Kızılkilise’sinden, Kütahya’nın köyüne, Kütahya’dan İstanbul’un Gedikpaşa’sına, oradan da Buenos Aires’e hayatı her seferinde yeniden kurdu ve hiç tanımadığı, dilini dahi bilmediği memleketlerde azimle varoluş mücadelesini sürdürdü. Bunları yaparken de çocuklarının başında adeta bir kartal gibiydi; onları her durumda koruyor, kolluyor, güvende ve mutlu olmaları için elinden geleni yapıyordu.
Herkan’ın iki eşinden üç oğlu ve yerlere göklere sığdıramadığı, üç oğlundan önde tuttuğu bir kızı vardı. O hep gözünün önünde olacaktı, çiğ sütün kaymağını sadece o yiyecekti. Kızına öpülmesi için uzatılan elleri geri çevirecek, kızına el öptürtmeyecekti. Öyle sevgi dolu bir çocukluk verecekti ki ona, bütün hayatı boyunca karşılaştığı her zorluğu o sayede yenebilecekti. Kızı, kocasını erken yaşta kaybettiğinde Herkan ölüm döşeğinden yetişmiş, ona yemin ettirmişti: “Bana söz ver, yalnız kalmayacaksın.” Ve kızı, anasına verdiği sözü tuttu.
Koskoca bir kalbi, yaşama azmiyle, dolu dolu bir hayattı Herkan’ınkisi. Bütün bunları yapabilecek gücü kendinde bulması, taşın en ağır olduğu yerde, yerlisi olduğu toprakta doğup büyümüş olmasıyla yakından ilgili olmalıdır. Dağıyla konuştuğu, suyuyla dertleştiği, toprağını sürdüğü, hayvanını beslediği, anasının babasının toprağında yaşadığı 20 yıl, sonraki sürgünlerinde ona güç, mukavemet, inat, azim, ve yaşama sevinci olmuştu.
Herkan bize, sürüle sürüle, zorla unutturulan ama dünyanın neresinde olursak olalım kimsenin bizden alamayacağı yerliliğin gücünü hatırlatıyor. O gücün; hepimizin içinde bir yerli kadını olduğunu hatırlamanın, farkına varmanın zamanıdır.