'Sahne Arkadaşlarım' ya da Melpomene’nin mabedi*

‘Sahne Arkadaşlarım’ın hikâyesi ‘Kulis’in bittiği noktada başlıyor. Bilindiği gibi, ‘Kulis’ 1996 yılında yayın hayatına son verdikten sonra büyük usta Ayvaz tiyatro ile ilgili yazılarına ‘Agos’ta devam etti. Aras Yayıncılık’ın seçkisinden de anlaşılacağı gibi bunlar daha rafine, ‘Kulis’tekilerin aksine aktüeli yakalamanın derdinde koşmayan, geleceğe bırakılacak mirasa odaklanmış yazılar. Belli bir kurgu içerisinde Cumhuriyet dönemi Türkiye’sinde kültürel bir varoluş ve ayakta kalma mücadelesi veren Ermeni toplumunun yürüdüğü yolları, içinden geçtiği dönemeçleri tiyatro bağlamında anlatıyor Ayvaz.

FIRAT GÜLLÜ

Zamanlardan bir zaman Venedikli cam ustaları Asya’nın kudretli krallarının talebiyle dev bir ayna imal etmişlerdi. Aynanın alametifarikası büyüklüğü değil sırtında taşıdığı, gizemini bugün bile koruyan özel bir formülle üretilmiş astardı. Türünün tek örneği olan bu müstesna ayna, bakmayı bilen gözlere gerçeği ve yalnızca gerçeği tüm çıplaklığıyla göstermek için tasarlanmıştı. Zamanlar geçtikçe gerçek o denli rahatsız edici, o denli tahammül edilemez bir hal aldı ki krallar artık aynaya bakmak istemez oldular. Bir emirle bir gecede paramparça ettirilen aynanın her bir parçası dünyanın dört bir köşesine dağıldı. Artık herkes gerçeği kendi istediği gibi görmekte serbestti. Yıllar sonra tahta bavullu bir adam çıktı ortaya. Diyar diyar gezerek aynanın parçalarını tek tek toplamak, gerçekliğe uzaktan da olsa bir kez daha bakabilmek istediğini söyledi. Bazıları ona güldüler. Diğer bazıları “Bu işe ömrün yetmez, boşuna uğraşma” diyerek vazgeçirmeye çalıştılar. Ama o gezilerinden ve aynanın dağılan parçalarını toplayıp yeniden birleştirme çabalarından asla vazgeçmedi. Geçmişte onu küçümseyen, görmezden gelen, önemsiz addedenler elli yıllık çalışmasının sonuçlarını görünce ona büyük saygı duydular. Sabahlardan bir sabah evinin önünden geçenler kapısının önünde tahta bir bavul durduğunu gördüler. Kapıyı çaldılar, açan olmadı. Merak edip tahta bavullu adamı aradılar, sordular ama bulamadılar. Yoktu. Gitmişti. Sonra akıllarına bavul geldi. Açıp baktıklarında boş olduğunu gördüler. O zaman anladılar ki tahta bavullu adamın onlara bıraktığı yegâne emanet bavulun kendisiydi.

Yukarıdaki öykü Borges tarafından yazılmadı. Eğer yazılmış olsaydı ‘Tahta Bavullu Adam Hagop Ayvaz’ın Bilinmeyen Yaşamı’ adıyla Arjantinli yazarın Babil Kitaplığı başlıklı gerçeküstü öyküler seçkisinde hak ettiği yeri mutlaka alırdı. Öykünün kahramanı gerçek olamayacak denli olağanüstü bir işin üstesinden gelmişti.

Hagop Ayvaz anısına… 
Hagop Ayvaz aramızdan ayrılalı 14 yıl oldu. İstanbul Ermenileri onu hiç unutmadılar. Daha geniş Türkiyeli toplum da Aralık ayında Ayvaz’ı iki gelişme nedeniyle onu yeniden hatırladı. İlki geçen hafta Agos’un da haber sayfalarına taşıdığı ‘Kulis: Bir Tiyatro Belleği, Hagop Ayvaz’ başlıklı serginin açılışıydı. Sergi Hagop Ayvaz’ın elli yıllık tiyatro arşivinden parçaları kamuoyu ilgisine sunuyor. Söz konusu arşiv Ayvaz’ın ölümü sonrası Hrant Dink Vakfı’na geçmiş ve uzmanlar tarafından uzun süren titiz bir çalışmayla araştırmacılara hizmet vermek üzere düzenlemişti. İkincisi gelişme ise Hagop Ayvaz’ın Agos’un Ermenice sayfalarında yayınlanan yazılarından yapılan bir derlemenin, Ermenice ve Türkçe iki farklı versiyon halinde Aras Yayıncılık tarafından ‘Sahne Arkadaşlarım’ adıyla yayınlanması oldu.

Hagop Ayvaz ve Zaruhi Değirmenciyan, Son Perde

Ermeni toplumunda Ayvaz’ın da temsilcisi olduğu ‘tarihe not düşme’ (ya da bellek oluşturma) geleneğinin izleri Orta Çağ manastırlarının ‘kronik yazma’ geleneğine kadar sürülebilir. Değerli hocamız B. L. Zekiyan, BGST Yayınları’ndan çıkan ‘Modern Ermeni Tiyatrosu’nun İlk Adımları’ adlı çalışmasında Venedik’te San Lazzaro Adası’nda kutsal pederlerin kroniklere düştüğü notların ilk Ermenice ve Türkçe modern tiyatro örneklerinin nasıl doğduğunu anlamamıza büyük katkı sunduğunu göstermiştir. Modern zamanlarda bu geleneği sürdürenler arasında Sarkis Tütüncüyan’ın (Şarasan) yeri ayrıydı. Onun 1908’de basılan ‘Türkiye Ermenileri Sahnesi ve Çalışanları’ adlı kitabı 19. yüzyılda altın çağını yaşayan Osmanlı Ermeni tiyatrosunun en önemli isimlerinin bir bilançosunu çıkararak tiyatronun tarihsel belleğinin korunması işlevini fazlasıyla yerine getirmiştir. Şarasan’ın kitabını yazdığı yıllarda Ermeni toplumu, özellikle İstanbul’da bütünlüğünü ve kültürel varlığını hala koruyacak bir güçteydi. Ancak akabinde 1915 geldi ve yüz yıllardır bu coğrafyada yaşayan kadim bir toplum felakete sürüklendi. Bu anlamda ‘toplumun belleği olma’ misyonu bir varoluş mücadelesi haline geldi. 

Aras Yayınları’nın son derece özenli bir çeviriyle ve örnek bir editöryel titizlikle Türkçeye kazandırdığı Hagop Ayvaz’ın ‘Sahne Arkadaşlarım’ adlı kitabında şöyle bir dipnot alır: “Birinci Dünya Savaşı bitip 1918’de ateşkes imzalandıktan sonra tehcir ve katliamlardan sağ kalabilen Ermenilerin önemli bir kısmı İstanbul’a gelmiş, şehirde Ermenileri barındırmak üzere ‘gayan’lar, yani kamplar oluşturulmuştu. Topkapı da kente bu şekilde gelenlerin yerleştirildiği semtlerden birisi olmuştu.” Tiyatromuzun belleğini inşa eden diğer bir isim olan Aşod Madatyan da onlardan birisidir. Bu anlamda İleride onun öğrencisi ve halefi olacak olan Ayvaz’ın da yukarıda betimlenen haliyle Topkapı’da büyümüş olması sembolik bir değer taşır. Her ikisi için de ‘bellek oluşturma’ çabasının iki belirgin amacı vardır: Geçmişle günümüz arasında bir köprü kurarak Batı Ermeni dilinin ve kültürünün gelişimine katkı sunmuş kişi ve oluşumları görünür hale getirmek, geleneği açığa çıkarmak; İstanbul’dan ve Anadolu’dan koparak halka halka Balkanlar’a, Mısır’a, Lübnan’a, Suriye ve Kafkasya’ya, Avrupa, Amerika ve Kanada’daki metropollere dağılan Ermeniler arasındaki bağı korumak.

Darülbedayi’nin Ferah Tiyatrosu’nda sahne aldığı dönemdeki kadrosu: Muammer Karaca, Behzat Butak, Hazım Körmükçü, Galip Arcan, Muhsin Ertuğrul, Nurettin Şefkati, Küçük Kemal (Kemal Küçük), ön sırada sağdan ikinci Neyyire Neyir Ertuğrul

Kulis ve Agos
Ancak Ayvaz’ı bu iki öncüsünden ayıran en önemli unsur şüphesiz ‘Kulis’dir.  Yukarıda andığımız serginin tanıtım etkinlikleri kapsamında düzenlenen söyleşide, küratörler adına konuşan Banu Atça (Hrant Dink Vakfı), Esen Çamurdan (Türkiye Tiyatro Vakfı) ve Kevser Güler’in (Yapı Kredi Kültür Sanat) ortak vurgu noktalarından birisi Hagop Ayvaz’ın biriktirilmesi yıllar süren eşsiz tiyatro arşivi ile elli yıl boyunca kesintisiz yayınlanan dergisi ‘Kulis’ arasındaki organik bağlantıydı. Söyleşide de ifade edildiği gibi elli yıl boyunca devam ettirilen toplama, kaydetme, sunma faaliyeti içerisinde lokomotif rolünü dergi mi oynamaktaydı, diğer bir deyişle arşivin oluşumu derginin yayınlanmasının ortaya çıkardığı ek bir kazanım mıydı, yoksa böyle büyük bir arşiv oluştuğunda birikimin bir dergide paylaşılması kaçınılmaz hale mi geliyordu buna yanıt vermek zor.

Zaman zaman birinin, zaman zaman diğerinin öne çıktığını düşünmek mümkün. Bugünden bakıldığında bizler için ‘Kulis’in, neredeyse bir asra şahitlik etmiş kuvvetli bir belleğin izdüşümü olan çetrefilli bir arşivin sistemli biçimde yapılandırılmış indeksi işlevini gördüğü ve odalar dolusu belgenin içerisinde dolaşırken bizlere yol gösterici olduğu ortada. Hagop Ayvaz’ın uğruna ömrünü adadığı muazzam bellek oluşturma girişiminin iki ayağı olan arşiv ve derginin birbirlerini tamamladıkları da aşikâr.

‘Sahne Arkadaşlarım’ın hikâyesi ise ‘Kulis’in bittiği noktada başlıyor. Bilindiği gibi, ‘Kulis’ 1996 yılında yayın hayatına son verdikten sonra büyük usta Ayvaz tiyatro ile ilgili yazılarına ‘Agos’ta devam etti. Aras Yayıncılık’ın seçkisinden de anlaşılacağı gibi bunlar daha rafine, ‘Kulis’tekilerin aksine aktüeli yakalamanın derdinde koşmayan, geleceğe bırakılacak mirasa odaklanmış yazılar. Belli bir kurgu içerisinde Cumhuriyet dönemi Türkiye’sinde kültürel bir varoluş ve ayakta kalma mücadelesi veren Ermeni toplumunun yürüdüğü yolları, içinden geçtiği dönemeçleri tiyatro bağlamında anlatıyor Ayvaz. O engin birikiminden süzerek, son derece duygu yüklü, insancıl bir perspektiften yapıyor bunu. Yazıların lezzeti de buradan kaynaklanıyor.

‘Sahne Arkadaşlarım’
“Alınyazım beni sanki çok küçük yaşlarda sahneye doğru itmişti” diye başlıyor sahne arkadaşlarını anlatmaya Hagop Ayvaz. Ardından farklı dönemlerde sahne yaşamında aktif olmuş altmışın üzerinde sanatçıyla ilgili bilgi veriyor okurlarına. Bunlardan bazıları büyük usta Mınakyan döneminde sahneye çıkmaya başlamış önemli gelenek aktarıcıları, tabiri caizse hocaların hocası Bedros Baltazar, Savarş Boğos Karakaş, Knar Sıvacıyan ve Krikor Çobanyan gibi duayen figürler. Diğer bazıları Aşod Madatyan, Krikor ve Lusi Hagopyan, Arşag ve Rozali Benliyanlar gibi inşa edici, kurucu kişilikler. Bazıları Cumhuriyet döneminde Ermeni tiyatrosunu yeniden görkemli dönemlerine taşıyacak potansiyele sahip olduğu düşünülen Apraham Hıdışyan, Torkom Sırabyan, Arşavir Alyanak gibi tabiri caizse Ayvaz’ın abileri. Naşit Özcan ya da Sait Köknar gibi Ermenilerle aynı sahneyi paylaşan Müslüman oyuncular. Nubar Terziyan ya da Toto Karaca gibi Türkiye’de geniş kitlelerin sevgisini kazanmış, yıldız olmuş karakterler. Liste uzayıp gidiyor.

Boğos Savarş Karakaş, Jerfin ve Aram Elmas, Torkom [Çanan] ve Hosrof Emirhanyan (Üsküdar Beyleroğlu Bahçesi)

Topluluk ve derneklerin faaliyetleri hakkında de önemli veriler sunuyor kitap: Mıgırdiç Çanan tarafından kurulan ve sonra Aşot Madatyan’ın yönetmenliğini üstlendiği İstanbul Ermeni Dramatik Kumpanyası, Hagopyanların kurduğu Şark Kumpanyası, Benliyanların Türk Operet Kumpanyası, zaman zaman ortak işler de yapmış olan Gençler Temaşa Heyeti ve Genç Sanatseverler Derneği, Ayvaz’ın kendi topluluğu olan Küçük Kumpanya gibi. Ve tabii ki bu toplulukların sahneye koyduğu oyunların repertuvarlarını görmek de mümkün bu yazılarda. Bu dönemde topluluklardan bazılarının Güllü Hagop’a, Çuhacıyan’a, Mınakyan’a dayanan bir repertuvarı sahnelemeye devam ettiklerini fark etmek geleneğin nasıl kuşaktan kuşağa aktarıldığını daha iyi anlamamızı sağlıyor. Bir dönem sahnede Ermenice oyun sergileme yasağı nedeniyle sahne faaliyetlerine Türkçe oyunlarla devam ediliyor. 1946’da dil yasağı kalkınca Ermenice oyunların sayısı artıyor. İlginç bir anekdot: Aşod Madatyan’ın dil yasağı kalktıktan sonra Ermenice olarak sahnelenmek üzere seçtiği ve bizzat çevirdiği ilk oyun Faruk Nafiz Çamlıbel’in ‘Canavar’ı oluyor.

Bize aktardığı tüm bu bilgilerin yanı sıra kitabın en değerli yanı, yazarın her satıra nüfuz eden toplumu kucaklayıcı, harcanmış olan emeğe değer veren, kadir kıymet bilen yaklaşımının yarattığı insani tavrı. Şüphesiz insani değerlerin büyük aşınmaya uğradığı şu günlerde onun hayata karşı sergilediği bu duruşun önemini fark etmeden Hagop Ayvaz’ı anlamak da mümkün olmayacaktır. Kitabın finalinde yer verilen Hagop Ayvaz’ın şu sözlerinin, okurların metnin ruhunu daha iyi kavramasına yol açacağını düşünüyorum: 
“Tüm bunları kaleme almamın sebebi, her ne kadar yapabildiysem, bir dönemi ve ona hayat veren tiyatrocuları unutulmaktan kurtarmaktı. Onların çabaları sayesinde Ermeni tiyatrosu İstanbul’da canlı bir dönem yaşadı. Bilmem başarabildim mi? Ne olursa olsun, bu dünyadan göçen sevgili arkadaşlarımın anısı önünde saygıyla eğiliyorum ve hâlâ yaşayanlar varsa onlara sağlıklı bir ömür diliyorum. Eğer unuttuklarım varsa, ilerlemiş yaşıma versinler. Hoşça kalın.”
Saygıyla anıyoruz.

(* Malpomene'nin mabedi, Hagop Ayvaz tarafından tiyatro anlamında kullanılmıştır)

Kategoriler

Dosya