Bazı Ermeniler yalnız 19. yüzyılda değil, şimdi bile ‘ortak din ve kimlik’ olarak Hıristiyanlık ve onun sembolleri öne çıkarılırsa ‘Hıristiyan Avrupa’nın ‘din uğruna’ harekete geçeceklerini düşündüler. Göremedikleri, bırakın bugünü, 19. yüzyılda dahi böyle bir ‘Hıristiyan Avrupa’ bloğunun olmadığı.
Son Karabağ savaşı sırasında ve sonrasında Ermenilerin tarihî ve defalarca tekerrür eden bir hayalkırıklığına tekrar şahit olduk: Birilerinin, özellikle de Batı’nın, yani Avrupa ve ABD’nin, Ermenilerin haklılıkları ve mazlumluklarını göreceği, onların yanında duracağı, onlara destek olacağı, hatta onları ‘kurtaracağı beklentisi. Ermeniler son iki yüz sene içinde kritik anlarda Batı tarafından defalarca yüzüstü bırakıldılar ama onların kurtarıcılığını umut etmekten yorulmadılar.
Bu umutların öne çıkan dayanaklarından biri, hep Hıristiyanlık bağlantısı oldu. Bazı Ermeniler yalnız 19. yüzyılda değil, şimdi bile ‘ortak din ve kimlik’ olarak Hıristiyanlık ve onun sembolleri öne çıkarılırsa ‘Hıristiyan Avrupa’nın ‘din uğruna’ harekete geçeceklerini düşündüler. Göremedikleri, bırakın bugünü, 19. yüzyılda dahi böyle bir ‘Hıristiyan Avrupa’ bloğunun olmadığı, Avrupalı devletlerin ve daha sonra ABD’nin kararlarına yön verenin Hıristiyanlık olmadığıydı. Her zaman askerî, siyasi ve ekonomik hesaplar yaptılar. ‘Ermenileri kurtarma’nın maliyetini hesapladılar ve bu her zaman ödemek isteyeceklerinin çok üzerinde bir maliyetti.
Yani, haklının değil görece daha güçlü, bölgede kendine bedel ödetmesi muhtemel olanın yanında durmayı, en azından ona engel olmamayı seçtiler. Çok örnek verilebilir ama mesela 1920’lerin ikinci yarısından itibaren ABD yönetim çevrelerinde artık ‘Ermeni halkının acıları’ndan değil, yeni Türkiye’nin ne kadar iyi bir siyasi ve ticari partner olacağından bahsediliyordu. Güçlü olan ve bunu gösteren, ne kadar zalimlik etmiş olursa olsun gene kazanmıştı.
Bu durumun hikâyesi, tabii, 1920’lerin çok öncesine gider. Özellikle Ermeni Sorunu’nun resmen uluslararası bir mesele haline geldiği 1878 Berlin Antlaşması’ndan sonra Avrupalı devletlerin ‘Ermenileri kurtarmak’ için Osmanlı Devleti’ne müdahalesi zaman zaman gündeme geldi; zira Osmanlı idaresi bu antlaşmayla Ermenilerin içinde bulunduğu sıkıntıları ortadan kaldırmak için reformlar yapmayı taahhüt etmişti. Fakat, reformlar bir yana, izleyen on yıllarda Ermeniler daha da büyük katliamlara maruz kaldılar. Avrupa her defasında konuştu, tartıştı ve evet, şimdi de sık sık ağızlarından duyduğumuz üzere ‘endişe etti’ ama nihayetinde, sadece Ermenilerin aşkına kendilerini zora sokacak hiçbir adım atmadılar.
Bu konuda önemli bir kaynak, David Rodogno’nun, bildiğim kadarıyla henüz Türkçeye çevrilmemiş olan ‘Against Massacre: Humanitarian interventions in the Ottoman Empire, 1815-1914’ başlıklı kitabı, özellikle de kitabın 8. bölümüdür. Orada Rodogno’nun dediği ve bugün bizim başka bağlamda tekrar şahit olduğumuz gibi, Ermeniler her zaman devletler arası siyasetin makro hesapları içinde sıkışıp kalan, varlığı-yokluğu kimsenin umurunda olmayan küçük bir halk oldu. Mesela, o günlerde de zamanın ‘süper gücü’ İngiltere, reformlar konusunda ‘çok ileri’ gitmek istemiyordu. Bunun sebeplerinden biri, Ermenilerin yaşadığı vilayetleri kendi hesapları çerçevesinde Osmanlı İmparatorluğu’nun bir parçası olarak görmek istemesiydi. (Siz bakmayın Türkiye’deki sağlı sollu milliyetçi muhafazakârların “Batı bizi bölmek istiyor” hezeyanlarına. Osmanlı Devleti çok daha önce yıkılmadıysa, Avrupa’nın, özellikle de İngiltere’nin desteği sayesindedir. Tabii ki ‘Osmanlı sevgileri’ sebebiyle değil, kendi siyasi hesapları sebebiyle.)
İngiltere, sözünü ettiğimiz dönemde reformların yapılmaması ve katliamlar karşısında teoride askerî olarak müdahale edebilirdi ama böyle bir müdahalenin hem para, hem insan gücü olarak maliyeti çok yüksek olurdu ve Ermenilerin hayatı buna değmezdi. Ayrıca, bir ülke yabancı bir halkın evlatlarını kurtarmak için neden kendi evlatlarını tehlikeye atsındı? Kaldı ki, İngiltere Rusya karşısında Osmanlı Devleti’ni küstürmek de istemiyordu. (Bu da tanıdık geldi mi?) Tabii, resmi tam verebilmek için bir hususu daha belirtmemiz gerekiyor. Askerî müdahale kolay bir iş değildi. Küçük bir askerî güç faydadan çok zarar verebilirdi. Askerî müdahale için çok büyük bir kuvveti sahaya sürmek gerekiyordu ve bu da topyekûn savaş manasına gelirdi.
Bütün bunlara rağmen, Avrupalı devletler gene de müdahale edebilirlerdi, eğer bir plan üzerinde mutabık kalabilselerdi ama birinin sunduğu planı öteki veto etti, ötekinin sunduğu planı beriki veto etti. 1895 sonbaharında, katliamların tam ortasında İngiltere’de Salisbury hükümeti İngiltere’nin tek başına hareket etmeyeceğini, Berlin Antlaşması’nda imzası olan diğer devletlerin de eşit derecede sorumlu olduğunu, İngiltere’nin onlardan daha fazla bir şey yapmaya mecbur olmadığını ilan etti.
Ekim 1896’da İstanbul’daki Ermeni pogromundan sonra bu sefer Salisbury hükümeti, gene kolektif olması şartıyla müdahaleyi gündeme getirdi ama Fransa ve Rusya karşı çıktığı için bir şey yapılamadı. Avrupalı devletlerin her birinin hesabı böyle bir müdahalede içlerinden herhangi birinin avantaj sağlamaması, öne çıkmamasıydı.
Velhasıl, Avrupa devletleri arasında fikir birliği bulunmaması ve müdahale için büyük kaynaklar gerekmesi, Ermenileri kaderleriyle baş başa bıraktı. Bu konuda değişen bir şey yok. Ermenilerin kadim yurtlarındaki durumu ve işi, 200 senedir olduğu gibi bugün de zor. Belki 200 senenin ötesinde çileleri de, meşakkatleri de yurtları kadar kadim.