Türkiye'de sol fikriyata dair yayıncılığın gelişmesinde önemli çabaları olan araştırmacı-yazar- çevirmen Ahmet Kardam’ın ‘Mustafa Suphi: Karanlıktan Aydınlığa’ adlı yeni kitabı İletişim Yayınları’ndan çıktı. Kitabında bugüne kadar bilinenden farklı bir Mustafa Suphi portresi çizen Kardam ile Suphi’nin Ermenilere ve ‘Ermeni sorunu’na bakışını konuştuk.
Kitabınızda bugüne kadar bize sunulanlardan farklı bir Mustafa Suphi portresiyle karşılaşıyoruz. Size göre, çalışmanızda Mustafa Suphi’nin günümüze kadar pek bilmediğimiz hangi yönleri ortaya çıkmış oluyor?
Mustafa Suphi’nin günümüze kadar pek bilinmeyen iki temel yönüne özellikle değinmek isterim. Bunlardan birincisi 1915 öncesi Mustafa Suphi’sine aittir. Suphi üzerine daha önce yapılan araştırmalarla, Rusya’ya gitmezden önce Ziya Gökalp’inkinden farklı olamayan bir ‘Türk Milliyetçisi’, hatta ‘Turancı’ olduğuna dair genel bir kanaat oluşturulmuştur. Ben bunun yanlış olduğunu kanıtlayabildiğimi düşünüyorum. Osmanlıcılık içinde eritilmiş Türklüğe sahip çıkıyor olması, Türklerin de diğer halklar arasında yükselmekte olan ulusal uyanışa benzer bir uyanış yaşaması gerektiğini savunuyor olması bakımından ‘Türkçü’ olduğu doğruydu. Türklüğün haklarını savunurken, bütün diğer milliyetlerden olanlara ve Müslüman olmayanlara da aynı hakların tanınması gerektiğini savunuyor ve bunu ‘minimalist bir milliyetçilik’ olarak adlandırıyordu. Onun bu milliyetçiliği Ziya Gökalp’in ideologluğunu yaptığı İttihat ve Terakki’nin ‘devlet milliyetçiliği’nden, ‘Turancılık’tan tümüyle farklıydı; ırkçı, şoven milliyetçi bir anlayışı kesinlikle yoktu.
Osmanlı’nın Makedonya, Arnavutluk, Türkiye, Arabistan gibi federatif bölgelere ayrılmasını, Ermeni, Kürt Laz gibi halklara özerklik tanınmasını savunuyordu. 1915 öncesinin Suphi’si ile sonrasının Suphi’si arasında, savunduğu görüşler bakımından, bir ‘kopuş’tan değil, olsa olsa Marksizm-komünizm-enternasyonalizmle tanışmış olmakla zenginleşip gelişen bir ‘süreklilik’ten (inkişaftan) söz edilebilir.
Mustafa Suphi’nin özellikle değinmek istediğim pek bilinmeyen ikinci yönü, Türkiye’ye dönüşe ilişkin vizyonu, bu konuda geliştirdiği politikadır. Türkiye dönüş konusunda bugüne kadar var olan genel kanaat, Suphi’nin Türkiye’ye TKP’ye özgü, bağımsız olarak geliştirilmiş bir politikası olmadan, salt Mustafa Kemal’e destek olmak, işbirliği yapmak üzere, onun izniyle, onun kurdurduğu Resmi Komünist Partisi’ne katılmak üzere, ona güvenerek döndüğü şeklindedir. Somut hiçbir dayanağı olmayan bu kanaatin de yanlışlığını kanıtlayabildiğimi sanıyorum.
Mustafa Suphi Türkiye’ye çok somut bir hedefle, Türkiye koşullarında uygulanabilirliğe sahip bir politikayla dönüyordu. Eylül 1920’de Türkiye Komünist Partisi’nin Bakû’de yapılan kuruluş kongresinde, partinin hedefi ‘federal ve laik bir sovyet sosyalist cumhuriyet’ idi. Program, böyle bir sosyalist cumhuriyetin kurulabilmesinin ‘mağdur sınıfların bunu benimsemesine’, yani onların ‘rızasına’ bağlı olduğunu özellikle vurgulamaktaydı. Bu rızayı alabilmek için partinin bir teşkilatlanma, yani hazırlık dönemine, bir ‘ilk aşama’ya ihtiyacı vardı. Türkiye’ye dönüşten amaç, başlamış olan bağımsızlık mücadelesine Türkiye Komünist Partisi’nin aktif katılımını sağlamak, partiyi bu mücadele içinde örgütleyerek güçlendirmek ve savaş sonrasında kurulacak rejimin biçiminin belirlenmesinde söz sahibi olacak güce ulaştırmaktı.
Bu hedefe ancak yasal çalışmayla varılabilirdi. Türkiye’de legal olarak faaliyete geçirilecek parti, Ankara Hükümeti’ni bağımsızlık mücadelesini kararlılıkla sürdürmesi koşuluyla destekleyecek, savaş sonrasında yeni rejim konusu gündeme geldiğinde ise, tepeden inme oligarşik bir yönetim biçimi kurulmasına karşı çıkılacak, bağımsızlık mücadelesine katılmış bütün güçlerin ittifakına ve halkın aktif katılımına dayalı, henüz sosyalist olmayan ama sosyalizme evrilme imkânını barındıran, yerel meclislere (şuralara/sovyetlere) dayalı demokratik bir cumhuriyet için mücadele edilecekti. Mustafa Suphi, böyle bir programla yapılacak Türkiye’ye dönüş hamlesinin güvencesini Mustafa Kemal’de değil, Bolşevik Partisi ile Sovyet Rusya’dan gelecek destekte arıyordu.
Mustafa Suphi’nin Osmanlı Ermeni toplumuyla ilgili algısı hakkında ne düşünüyorsunuz? Kitabınızdan anladığımız kadarıyla, ‘1915’ Ermeniler için olduğu gibi Mustafa Suphi’nin yaşamında da önemli bir kırılma anı oluyor. Suphi’nin Ermenilere ve Ermeni meselesine bakışında da dönemlere göre farklılıklar var mı? Varsa bunlar nelerdir ve bu farklılıkları nasıl açıklıyorsunuz?
Mustafa Suphi’nin Ermenilere ve Ermeni meselesine bakışında dönemler itibariyle farklılıklar olduğuna dair bir veriye ulaşabilmiş değilim. 1915 öncesinin Mustafa Suphi’sinin politik görüşlerinin genel hatlarını yukarıda açıkladım.
Haziran 1913’te Sinop’a sürülen Mustafa Suphi Mayıs 1914’te oradan kaçarak Sivastopol’e ulaşır, önce Kaluga’ya, Eylül 1915’te de Uralsk esir kampına gönderilir. Osmanlı topraklarında Ermeni Soykırımı başladığında ve Paramaz (Madteos Sarkisyan) 19 Hınçak Partisi üyesiyle birlikte Beyazıt meydanında asıldığında Suphi Kaluga’dadır. 1917 Ekim devriminin ardından serbest kalır, 1918 Nisan ayından itibaren de Moskova’da ‘Yeni Dünya’ gazetesini çıkarmaya başlar. O tarihten TKP’nin kuruluş kongresinin toplandığı Eylül 1920’ye kadarki yaklaşık 2,5 yıllık sürede Suphi’nin yaptığı konuşmalarda ve yazdığı yazılarda Ermeni meselenin ortaya çıkış nedeni konusundaki görüşü özetle şöyledir: “Ermeni sorunu Avrupalı emperyalist devletlerinin Müslümanlar ile Ermenileri birbirlerine karşı kışkırtmalarının yarattığı bir sorundur. Müslüman egemen sınıf ve zümrelerin temsilcisi hükümetler de tarih boyunca beraber yaşamış bu iki milleti birbirine düşman etmişlerdir. Bu kışkırtmaların sonucu olarak ortaya çıkan karşılıklı kırımları ilk başlatan hep ‘Ermeni burjuvazisi’ olmuştur.”
‘Ermeni sorunu’nu ezilen bir ulusun meşru hak taleplerinin şiddetle bastırılmasının bir sonucu olarak ele almayan bu açıklama tarzına yöneltilebilecek bütün haklı itirazlara rağmen, Mustafa Suphi özellikle TKP’nin kuruluş kongresinde delegelerden gelen itirazlara rağmen her seferinde ‘Ermeni sorunu’nun tek çözümünün ‘federatif devlet’ olduğunu ısrarla savunmuş, bu ilkeyi ‘hür milletlerin hür ittihadı esasına dayalı federatif bir cumhuriyet’ olarak TKP’nin kurucu kongresine kabul ettirebilmiştir. Bu başarısı Türkiye Komünist hareketi bakımından, devamı gelmemiş olsa da çok önemli bir adım sayılmalıdır.
Mustafa Suphi’nin Ermeni meselesine bakışı konusunda değinmek istediğim bir diğer nokta, Ermeni komünistleriyle ortak mücadele konusuna yaklaşımıdır. Suphi Yeni Dünya’nın 24 Aralık 1918 tarihli sayısında yayımlanan ‘Türkler ve Ermeniler’ başlıklı yazısında, Türklerle Ermeniler arasındaki karşılıklı kırımlara son verilebilmesi için Türk komünistleriyle Ermeni komünistlerinin birlikte hareket etmeleri gerektiğini, Ermeni komünistlerine bu konuda büyük umut bağladıklarını belirtir. Mustafa Suphi ve örgütü tarafından, TKP’nin kuruluş kongresine kadar geçen bir buçuk yılı aşkın zaman diliminde bu konuda ne gibi girişimlerde bulunulduğuna dair bir bilgiye ulaşamadım. Kuruluş kongresi belgelerinde, Ermeni komünistleriyle böyle bir ilişkinin kurulabildiğine dair herhangi bir belirti yoktur.
Kitabınızda sık sık vurguladığınız Mustafa Suphi’nin ‘hür milletlerin hür birliği’ ilkesine dayalı ‘federatif cumhuriyet’ fikrinin, kendisinin ölümünden sonra, sizin kitapta kullandığınız deyimle “Türk komünistlerinin belleklerinden uzun yıllar boyunca silinmesi”ni hangi nedenlere bağlıyorsunuz?
Türkiye’ye dönüş sürecinin yaşandığı Ekim-Aralık 1920 dönemi aynı zamanda, Batı proletaryasından beklenen Dünya Devrimi’nden umudun kesildiği, Bolşevik Partisi yönetiminin İngiltere ile kurulacak ticari ve diplomatik ilişkilerle iç savaşın yarattığı muazzam ekonomik ve sosyal yıkımın yaralarını sarabilmeyi bir ölüm kalım meselesi haline getirdiği dönemle çakışır. O nedenle Türkiye’ye dönmekte olan Suphi ve yoldaşları yalnız bırakılır. Karadeniz katliamı karşısında tam bir suskunluğa gömülen Bolşevik Partisi yönetimi ve Sovyet devleti, hiçbir gerekçeyle mazur gösterilemeyecek bu tutumunu haklı çıkarabilmek için Suphi’yi ‘maceracılık’la suçlar ve Komünist Enternasyonal yönetimi de Türkiye Komünist Partisi’nin 1920 Eylül’ündeki kuruluş kongresini geçersiz sayar. Böylece, Mustafa Suphi ‘zamansız ve hazırlıksız, dolayısıyla yanlış bir Türkiye’ye dönüş macerasının acı ama kaçınılmaz kurbanı’ haline getirilerek, ulusların kendi kaderlerini belirleme hakkı da dahil olmak üzere tüm programatik görüşleriyle birlikte tarihten ve Türkiyeli komünistlerin belleğinden silinmeye çalışılır. Partinin daha sonraki yönetimleri de bu tutuma ayak uydurur. Ben ‘belleklerden silinme’yi bu karalama ve karartmanın yarattığı karanlığa bağlıyorum.
Bugün Türkiye’de demokrasi mücadelesi veren sol kesimler için Mustafa Suphi’nin yaşamından ve mücadelesinden ne tür dersler çıkarılabilir?
Bugünü düne, dünü bugüne bağlayabilmek kolay değil. Bu bağları kurarken aradan geçen zamanı, bu zamanın doğurduğu farklılaşmış koşulları hesaba katmak gerek ki bu da söylendiği kadar kolay bir iş değil. Ben bu konuda sadece iki noktaya işaret etmek istiyorum. Birincisi, sadece durumu tasvir etmekle ve bir dizi talepler listesi hazırlamakla politik mücadele verilemez. Var olan koşulların tahlilinin ürünü olan radikal ve demokratik, mevcut durumu değiştirme kapasitesine sahip alternatif bir siyasi projeye sahip olmak gerekir. Devrimci mücadele bu projenin gereğini yerine getirme çabasının içinden çıkar.
Çıkartılabilecek ikinci ders, ‘hür milletlerin hür birliği’ ilkesine dayalı ‘federatif cumhuriyet’ fikrinin unutulmaması gereğidir. Bu topraklarda ‘ulus devlet’ modeliyle hiçbir yere varılamaz. Engels’in 1847’de Polonya sorunuyla bağlantılı olarak söylediği şu söz bizler için ne kadar da doğru: “Başka ulusları ezmeye devam eden bir ulusun kendisi de hiçbir zaman özgür olamaz.” Cumhuriyet kurulalı 100 yıl oldu ama Türkler hâlâ özgür değiller. Bölünme heyulası ne kadar büyükse özgürlük talepleri o kadar güdükleşip ürkekleşir. Türkiye’de demokrasi mücadelesi veren sol kesimlerin bu gerçeği hiç unutmamaları gerekir diye düşünüyorum.
Mustafa Suphi sonrası TKP’de ‘1915’e ve Ermenilere dair 1990’lara kadar süren tavrı bugünden baktığınızda nasıl yorumluyorsunuz?
Şeyh Sait isyanı ve Dersim katliamı karşısında takınılan tavırla birlikte bu tavrı da yüz kızartıcı buluyorum. Bu tavır, özünde ‘devlet milliyetçisi’ ideolojik bakışın sonucudur. Öyle olunca Kemalist devlet milliyetçiliğinin en fazla solunda bir yere konumlanmış ama bu projeye alternatif bir devrimci siyasi proje ortaya koyamamış olmanın sonucudur. Mustafa Suphi’nin Kemalist monolitik, tekçi devletçi projeye karşı ortaya koyduğu alternatif siyasi proje ile bu tekçi devletçi proje arasındaki fark TKP yönetimlerinin düşünce ufkunda yoktu.