Siyaset bilimci Deniz Parlak’ın ‘Laikleşme Sürecinde Camiler’ adlı kitabı İletişim Yayınları’ndan çıktı. Parlak’ın din ve siyaset ilişkisi, siyasal antropoloji, İslâmiyet özelinde din-kültür ilişkileri gibi konularda çeşitli çalışmaları bulunuyor. Parlak ile Ayasofya’nın camiye dönüştürülmesi hakkında konuştuk.
Kitabınız camileri laikleşme paradigmasına oturtarak Türkiye laikliğini anlamaya odaklı bir çalışma. Ayasofya’nın 1935’te müzeye dönüştürülmesi bu paradigma içerisinde nereye oturuyor?
Türkiye’nin laikleşme sürecinde camiler bir yandan yeni rejimin inşasında meşruiyeti tesis eden, diğer yandan buna ilişkin muhalefetin de yükseldiği mekânlar olmuştur. Ayasofya ise Türkiye laikliğinin kurumsallaşmasında mihenk taşıdır. 537 yılında ibadete açılmasından itibaren dokuz yüzyıl boyunca Doğu Roma İmparatorluğu’nda Hıristiyanlığın görkemli mabedi olan Ayasofya 1453’te İstanbul’un fethinden sonraki ilk Cuma namazına kadar Fatih Sultan Mehmet’in emriyle camiye çevrilmişti. Ayasofya’nın camiye çevrilmesi İslam’ın karşısında direniş sembolü olarak görülen Konstantinopolis’te kalenin düştüğünün, fethedilen toprakların Müslüman egemenliğine girdiğinin nişanesiydi. Osmanlı’nın Batılılaşma çabalarının yoğunlaştığı 19. yüzyıla kadar Müslümanlar dışında yalnızca konsolosluktan ve yabancı elçiliklerden izin alabilen azınlıkların ziyaret edebildiği cami, 1908’de II. Meşrutiyet’in ilanından sonra azınlıkların da izine ihtiyaç olmadan ziyaretine açılmıştır ve bu, laikleşmenin nüvelerinin görüldüğünün, yeni bir aşamaya geçildiğinin kanıtıdır.
Osmanlı mirasından sonra Cumhuriyet’in ilanı ve laikleşme süreci, Ayasofya ile kurulan bu sembolik ilişkinin değişimine neden olmuştur. Her şeyden önce Kemalist rejimin Osmanlı geleneğinden uzaklaşma ve farklılaşma isteği en başından beri açıktır. Dolayısıyla Ayasofya Cami de artık bir kültür mirası olmasıyla değer görmeye başlamıştı. İstanbul’un siluetinin parçası olan Ayasofya’nın 1927 yılında korunması sorunları tespit edilmiş ve onarımı yapılmış, Mimar Kemal ile ekibine bu görevi tamamlaması için bütçe verilmişti. Fakat ilgi çekici olan, Türkçe ibadetlerin hayata geçirildiği 3 Şubat 1932’de Ramazan ayının Kadir gecesinde Ayasofya’nın yirmi beş hafızın Kur’an’ın Türkçe mealiyle hutbe okuduğu ihtişamlı bir ibadete ev sahipliği yapmasıydı. Yeni rejim, İslami muhalefetin karşı çıkacağını düşündüğü bu reformun halka duyurulması için Ayasofya’yı tercih etmişti. Bu tercih aslında Osmanlı geleneği ile hesaplaşmanın yansımasıdır.
1934 yılına gelindiğinde Evkaf Müdürlüğü’nün teklifi ile Ayasofya’nın müzeye çevrilmesi gündeme gelmişti. Şüphesiz, bu teklifin Atatürk’ten habersiz yapılmış olması mümkün değildir. Bizans topraklarında kilise olan ve Fatih’in İstanbul’u fethinin ertesinde avlusunda Cuma namazı kılınan bir camiye çevrilen Ayasofya, 1935 tarihine kadar fethedilmiş topraklarda İslam’ın egemenliğini sembolize etmiştir. Ancak 1 Şubat 1935’te müzeye dönüştürülerek yeniden açılan Ayasofya, Türkiye’de kurumsal laikliğin tesis edildiğinin hem içeriye hem dışarıya ilanı olmuştur. Böylece artık ne kilise ne camidir, halkın kültürel mirasını sahiplendiği bir geçmişin izlerini taşıyan, herkesin ziyaret edebildiği bir mekâna dönüştürülmüştür. Fakat bu dönüşüme övgüler düzen kesime karşın, İslami muhalefet ve ilerleyen yıllarda Türk sağının bütünü bu karara karşı birleşmiştir.
Ayasofya’nın yeniden camiye dönüştürülmesi ne anlama geliyor? Türkiye’nin laikleşme serüveni açısından bu gelişmeyi nasıl yorumluyorsunuz?
Ayasofya Camii’nin müzeye dönüştürülmesini “dünya medeniyetine, dünya sanatının bir şaheserini armağan etmek” olarak niteleyenler ile bunu “büyük Bizans kilisesinin yüzyıllar sonra camilikten çıkarak bir Bizans müzesine” dönüştürülmesi olarak görenler vardı. 1950’lerden itibaren ise gittikçe yükselen İslami muhalefetin Kemalist rejime yönelttiği eleştiriler arasında Ayasofya’nın Müslüman toprağı olmaktan çıkarılması hiç dinmeyen, hatta 1960’lardan beri yeniden camiye dönüştürülmesi popülist politikalarla her seçim döneminde konu edilen bir tartışma olmuştur.
Bugünün AKP iktidarında Ayasofya’nın müze olarak kalması ‘sorunu’ sıkça dile getirilmiş ve ‘zamanın ruhu’ yakalandığında yeniden cami olarak açılacağının sinyalleri verilmişti. 15 Kasım 2013’te dönemin Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç “Kulaklarınız duymasa bile gönlünüzden geçen bir şey olduğuna inanıyorum, Ayasofya bize bir şeyler söylüyor. Bu mahzun Ayasofya'ya bakıyoruz, inşallah güleceği günlerin yakın olmasını Allah'tan diliyoruz” demişti. Bugün Ayasofya’nın müze statüsünün iptal edilip cami olarak yeniden açılması AKP iktidarının kurumsallaşmış bir laikliğin mihenk taşlarından birini yıkması olarak yorumlanabilir. Recep Tayyip Erdoğan’ın Ayasofya’yı yeniden camiye dönüştüren lider olarak görünmek istemesi, büyük ölçüde, Batı’ya ve özellikle Ortadoğu’daki Müslümanların çoğunlukta olduğu devletlere İslam aleminin bir egemeni olduğu mesajının verilmesi amacını da taşıyor. Bu anlamda Ayasofya’nın yeniden cami olarak açılması bir fetih girişimidir ve bir figür olarak Recep Tayyip Erdoğan’ın hegemonik iddiası elbette çok önemli. Bunun ardında bir araya gelen ülke içinde milliyetçi ve İslamcı bir taban olduğu da açık.
Erken Cumhuriyet döneminde Türkçe ibadetlerle “milli Türk İslam’ının” yaratılma gayesi, bugünün AKP Türkiye’sinde Osmanlı mirasına yaslanan İslami ‘davanın’ kazanımına evrilmiştir. Ayasofya’nın cami olarak açılması İslamcı kesimin laik kesimle giriştiği iktidar mücadelesinde kazandığı bir mevzi olarak sembolleşme iddiası taşıyor.
Kitabınızda ayrıntılı olarak incelediğiniz Türkiye’de laikleşme ve camiler arasındaki ilişkiyi göz önüne alarak, önümüzdeki dönemde siyasi iktidardan Ayasofya’nın ardından ne tür adımlar bekliyorsunuz?
Sözünü ettiğim gibi, Ayasofya siyasi iktidarın Osmanlı mirasını reddettiği düşünülen, İslam’ı özel alana ittiği iddia edilen, kurucu iktidara sahip Kemalist rejime karşı iktidar mücadelesinin zafer sembolü olarak işleniyor. Dolayısıyla bu, cemaatin ibadet ihtiyacına yönelik bir hamle olmanın çok ötesinde bir anlama sahip. İstanbul’un her yerinden görülebilen Çamlıca Camii’nin, yine Taksim’de henüz açılışı yapılmayan caminin ya da düzenli cemaati olmasa da yapımına milyonlarca lira harcanan görkemli camilerin inşasında olduğu gibi siyasi iktidar Ayasofya ile de ‘İslami davanın’ mesajını topluma sembolik bir biçimde iletiyor. Fakat bu mesajın toplumda ne kadar karşılık bulacağı şüpheli. Nihayetinde, özellikle pandemi koşulları sonrası ertelenemeyecek durumda olan iktisadi kriz, artan işsizlik, yükselen enflasyon Ayasofya gündemini kalıcı bir zafere dönüştürmeye yeterli olmayacak gibi görünüyor. Buna rağmen, mevcut siyasi iktidarın sıkça gündemine aldığı biçimde laikleşmeyle giriştiği mücadelede bu gibi hamlelere milliyetçi, İslamcı, muhafazakâr taban için başvurmaya devam etmesi olası.
Kitabınızın sonuç bölümünde, “Bugünün Türkiye’sinde toplum olmanın hatırlanması için hiç olmadığı kadar demokratik biçimde topluma nüfuz eden bir laikliğe ihtiyaç vardır” diyorsunuz. Bunun için toplumsal muhalefete ne tür sorumluluklar düşüyor? Neler önerirsiniz?
Laiklik basitçe din ve devlet ilişkilerinin birbirinden ayrılması olarak tanımlanamayacak kadar karmaşık bir olgu esasında. Çünkü bireysel düzlemde inanç ya da özgürlük alanı olmanın ötesinde, kurumsallaşmış din zaten iktidarın bir parçası ve siyasal iktidarla, dolayısıyla devletle düşündüğümüzden çok daha iç içe. İdeal olarak laikleşme süreci ise inanç olarak dinin değil, dinî otoritenin kurumsal olarak devletten ayrıştırılmasını ya da farklılaştırılmasını, her inanç grubuna eşit mesafelenmeyi ve bunun toplumsal dokuya işlemesini gerektirir. Dolayısıyla laiklik yalnızca yasal düzenlemelerle inşa edilecek bir siyasal pratik değil, toplumsal iktidar ilişkilerinin bütününde gerçekleştirilmesi gereken bir siyasal oluştur. Laik bir devlette, inanç anlamındaki yaşam tarzları devletin müdahale etmediği ancak koruduğu alanlardır ve devletin resmi dini olamayacağı gibi, devlet dini egemenlik aracı olarak da kullanamaz.
Türkiye laikliği, laikleşmenin bu ideal aşamaları anlamında, tamamlanamamış, eksik bir laikliktir. Tam da bu nedenle laiklik bugünün koşullarında demokratik bir toplum için yeniden mücadele konusu edilmelidir. Bu mücadele dini ya da inancı toplumdan bertaraf etmeye yönelik bir çaba değil, dini otoritenin iktidar ilişkilerinden ayrışmasını sağlamaya yönelik olmalıdır. Her şeyden önce toplumsal muhalefetin laikleşme mücadelesi inanç anlamında İslam’a yönelik bir mücadele olmayacaktır. Ancak siyasi iktidarın dinin içeriğinden uzaklaşarak İslam’ı hem bir çatışma unsuru, devletin bir kimlik kategorisi olarak işlemesine hem de hegemonya inşası için rıza aracı haline getirmesine karşı durulmalıdır. Laikleşmenin geniş toplumsal kesimlerin talebi haline gelmesi otoriterleşmeye karşı da bir hamle olacağından muhalefetin temel hedeflerinden olmalıdır.