Araştırmacı, yazar ve hukukçu Fırat Aydınkaya, kısa süre önce nupel.net sitesinde ‘8 Soruda Kürtler ve Ermeni Soykırımı’ başlıklı bir yazı yayınladı. Aydınkaya’nın yazısı, Kürt kamuoyunda olumlu ya da olumsuz pek çok tepkiyle karşılandı. Aydınkaya ile söz konusu yazısından yola çıkarak, günümüzde hız kesmeden devam eden Kürt – Ermeni ilişkileri ve 1915 tartışmaları hakkında konuştuk. Söyleşinin ilk bölümünü sunuyoruz.
İnternette nupel.net. tarafından yayınlanan ‘8 Soruda Kürtler ve Ermeni Soykırımı’ başlıklı yazınız kamuoyunda oldukça yoğun tepkilere neden oldu. Hangi çevrelerden olumsuz tepkiler aldınız?
Öncelikle bir tespitle sorunuza cevap vermek isterim. Marx, Engels’e yazdığı bir mektupta ‘Kapital’ isimli çığır açıcı eserinin yayınlanmasının ‘sessizlik suikasti’ ile karşılandığından bahseder. Marx’ın metaforik ifadesini ödünç alıp konuşursam eğer söz konusu ettiğiniz yazı, 105 yıllık soykırıma dair Kürtler arasında süregelen sessizlik suikastını önemli ölçüde kırdı. Yazının biricik ve en temel amacı bu konuyu tartış(tır)maktı ve bu manada yazının amacına ulaştığını düşünüyorum.
İkincisi, yazının Kürt siyasal kâmusunda ufak çaplı bir infiale yol açtığını söylemek abartı olmaz sanırım. Gelen tepkilerin barometresini tuttuğumuzda ise karşımıza çıkan basıncın hangi fay hatlarını harekete geçirdiğini görmek hassaten fikir vericiydi. Kürt sağının hinterlandında yer alan ve bilhassa da AKP’ye yakın kesimler beklediğim üzere ateş püskürdü yazıya mesela. Yine Kürt solunun içinden kimi figürler ile ana akım Kürt siyasetinin kamusal figürlerinin bir kısmının yazıya çatık kaşla baktığını görmüş olduk.
Beni en çok şaşırtan şey itiraf edeyim ki tepkilere eşlik eden ‘muazzam bilgisizlik’ haliydi. Marx’ın dediği gibi tam da ‘bilmiyorlar ama yapıyorlar’ durumu neredeyse bütün tepkilerin müşterek lügatiydi. Bu manada yazının talihsiz bir şekilde büyük oranda bilgisizliğin kakafonik gramerine çarptığını söyleyebilirim. Ki bir açıdan çokça gürültü çıkmasının sebebi de buydu. Soykırım, iştirak, distribitörlük, bürokrasi kavramlarını bilmeyen kişiler günlerce metne eziyet edip durdu.
Siz daha önce de bu mesele üzerine konuştunuz ve yazdınız. Daha önce sessizlikle hatta olgunlukla karşılaşılan tezlerinize şimdilerde bu sert tepkinin gösterilmesini neye bağlıyorsunuz?
Evet, haklısınız ben bu tezleri ilk kez ileri sürüyor değilim. 8 yıldır bu meseleyi çalışıyorum, 2015 yılında yine Agos’ta yaptığımız söyleşide hemen hemen aynı şeyleri söyledim. Bu durumda “Ne oldu da o zaman hamledilen yazı şimdi kıyamet kopardı?” sorusunu sormamız lazım. Bu sorunun cevabı Kürtlerin son beş yıllık siyasal tercihleri ve yaşanan süreçlerle doğrudan bağlantılı bana kalırsa.
Bu manada gelen tepkilerin karakterine baktığımda Kürt sosyolojisinin son beş yılda önemli oranda değiştiğine karine teşkil edecek veriler gözlediğimi belirtmek isterim. Görünen o ki Kürt toplumu daha sağ, daha etnik bir milliyetçiliğin markajı ve kuşatması altında. Agresif, alarmist ve de din taklidi seküler bir mukaddesat evreni dolayımıyla hem de. Böyle olduğu ölçüde Kürt toplumuna içkin çoğulcu, özgürlükçü ve demokratik standartların daraldığını bunun yerine saldırgan, rövanşist ve neredeyse ülkücülük kodlarında seyreden sağ-muhafazakâr bir damarın ortaya çıktığına şahit oluyoruz. Bu sebeple de olsa gerek “yine olsa yine yaparız” diyen, “ama onların hiç mi suçu yoktu” diyen, “biz kesmeseydik, onlar kesecekti” frekansında konuşan nobran bir sosyalitemiz var artık. Bu baskın sosyolojik hal, inkâr korosunu tahkim ettiği gibi bir noktadan sonra neredeyse tamamen Türk sağının kötü bir fotokopisi semptomlarını taşıyor. Fakat bunu söylerken Kürt sağının içinde yeni, genç, yaratıcı bir muhafazakâr dalganın boy verdiğini ve bunu ayrı tutarak konuştuğumu eklemek isterim. Velhasıl linç orjisinde bir araya gelen bu telaş örgütlenmesi Kürt sağını hem motive etti hem de konsolide etti. Ve öyle görünüyor ki bu damar ana akım Kürt siyasetini de kuşatmış durumda. Fakat hiç de azımsanmayacak ve ağırlıkla HDP’ye yakın muhafazakâr bir kesim de olan biteni anlamaya, araştırmaya çalışarak hakkaniyetli bir tutum kuşandı ki, bu önemliydi.
Yazınızda soykırım makinesi dediğiniz belli çarklardan bahsediyorsunuz. Bu soykırım makinesini çalıştıran devlet elitinin rolünü biraz daha açar mısınız?
Bir kere şurada net olalım. Soykırım veya daha doğrusu ilk haliyle ‘nüfusun azaltılması’ projelerinin tarihi 1870’lere kadar geri gider. Bununla birlikte Osmanlı bürokrasisi, Berlin Antlaşması’nın hemen akabinde bu bölgelerde sistematik olarak etnik mühendislik faaliyetlerine başlamıştı. 1890 pogromları bir yerde bu aklın ürünüydü nitekim. Yani Osmanlı elitleri bir gece yatağından kalkıp “Haydi Ermenileri keselim” demedi. Devletin ilgili kurumlarında bu sosyal/nüfus mühendislik çalışmaları epeydir yapılıyordu.
İkincisi soykırım kararının kimler tarafından alındığı, hangi kişi ve kurumların bu işi modere ettiğine dair yığınla belge ve kitap var. O yüzden elbette bu işi düşünen, planlayan, kurgulayan ve kuvveden fiile geçiren bir devlet mekanizması vardı. Zaten devlet olmaksızın soykırım gibi devasa bir makineyi çalıştırmak muhaldir. O yüzden burada da net olalım. Babıali toplantılarında soykırım kararı alınırken Kürtler elbette bu toplantılarda yoktu. Ne planlayan, ne kurgulayan ne de sevk ve idare eden üst katlara Kürtlerin etki etme potansiyeli kesinlikle yoktu. Hatta bir adım daha ileri gidelim ne Kürtlerin o dönemki siyasetçilerinde ne aydınlarında ne de aşiret reislerinin ajandasında soykırım şeklinde bir ‘eskatolojik tahayyül’ yoktu. Bunlardan bir kısmı Ermenilerin unutamayacağı bir dersi hak ettiğini düşünüyordu elbette ama bu dersin konusu onlara göre bile soykırım değildi. Zaten siyası olarak da İttihat ve Terakki’nin, Kürtleri Ermeniler ile karşı karşıya getirip veya her iki halkı birbiri ile terbiye edip Kürtleri taraflarına çekmesi genel olarak bilinen bir şey. İttihat Terakki’nin, din ve Ermenilerin toprak talebi ile Kürtleri korkutup kendi saflarına çekmesi de bilinen bir şey.
O yüzden tam da burada devreye bürokrasi giriyordu. ‘Soykırım bürokrasisi’ kavramını o yüzden kullandım. İttihatçılar yakın zaman önce Balkanlar’da yerli halkın ne şekilde seferber edileceğini bihakkın öğrenmişti. ‘Distribitörlük’ kelimesini de bu minvalde kullandım. Kürtlerin önemli bir kesiminin devlet katında kendilerinin haberi olmaksızın alınan soykırım kararına dahil edildiğini ileri sürüyorum. Bunun için de ‘iştirak’ kelimesini kullanıyorum, iştirak teknik bir terimdir zaten, daha çok alınmış bir karara sonradan dahil olma manasına gelir; ki, ben de bu manada kullanıyorum.
Siz Kürtlerin soykırımın icrasında yer aldığını ifade ediyorsunuz ama karar mekanizmasında olmadıklarının altını çiziyorsunuz. Bölgede karar mekanizması ile sevk ve idare işini kimler yürütüyordu?
Bölge kan gölüne dönüştürülmeden önce İTC’nin totaliter bir diktatörlüğe evrildiğini biliyoruz. Hannah Arendt’in totalitarizm mevzusunu açık etmek için kullandığı soğan metaforunu bu iktidar şemasına uyarlamak işimize yarayabilir sanıyorum. Soğanın merkezinde Talat Paşa ve diğer üst düzey lider kadrosu vardı. Özellikle Kürt coğrafyası ve buradaki katliamları düşündüğümüzde ise soğan merkezinin hemen dışındaki çeperde 3. Ordu Komutanı Mahmut Kamil Paşa, Teşkilatı Mahsusa üyeleri Bahaddin Şakir Bey, Halil Kut Paşa, Cevdet Bey, Tahsin Bey, Servet Bey, Abdülhalik Bey, Sabit Bey, Reşit Bey gibi devlet eliti, Kürt coğrafyasındaki kıyımları sevk ve idare ediyordu. Bunların altında yani en dış çeperde ise önemli merkezlerde tahkik komisyonları oluşturulmuştu. En tepedeki Talat Paşa ve şürekasının bu işi nasıl kotardığına dair yığınla belge ve bilgi var. İsteyen Taner Akçam’a, Vahakn Dadrian’a ve Raymond Kevorkian’a bakabilir. Talat Paşa’nın bölgede bulunan soykırım bürokrasisine yazdığı telgraflar ortada, başta Bahaddin Şakir olmak üzere diğer kişilerin Kürtleri bu işe karıştırmak için hangi toplumsal, kişisel, siyasi ve hukuki bağlantıları kullandığı da ortada. Ve dahası bunlarla kimin bağlantıya geçtiği de açık. Yanı sıra tahkik komisyonlarının nasıl çalıştığı, hangi Kürtlerin buralarda ne görev aldığı da ortada. Yani pek gizli saklı bir şey kalmadı açıkçası. İsteyenler Diyarbekir vilayeti örneğinde olduğu gibi bu bürokrasinin nasıl çalıştığını telgraf, belge ve yazışmalarla ortaya koyan Hilmar Kaiser’in çalışmasına bakabilir. Ve bu resmi tamamlayan diğer önemli amil ise bu katliamlardan kurtulan yüzlerce kişinin anlattığı olaylar ve şahitliklerdir şüphesiz.
Yazının adeta yeni tartışmalara davet eden cümlelerinden birisi de şöyle: “Eğer Kürdistan’da soykırıma Kürt iştiraki olmasaydı, yani Kürtler bırakalım Ermenileri korumayı, hareketsiz ve bağımsız dursalardı bile bugün bambaşka bir şey konuşurduk.” Peki, neler konuşurduk o zaman?
Bir kere Osmanlı devletinin pek çok cephede savaştığını hatırlayalım. Nüfusun genç, dinamik ve vurucu gücü cephedeydi. Dolayısıyla böyle bir ortamda Kürdistan dağlarına sığınacak Ermenileri devlet ya da devlete yakın paramiliter güçlerin arayıp bulma imkânı son derece zayıftı. O dönemde İHA ve SİHA’lar da olmadığına göre merkezden uzaktaki dağlara sığınan Ermeni köylülerini devletin bulup katletme imkânını sorgulamak gerekir. Konuya dair onlarca şahit anlatımı, konsolosluk ve misyonerlik belgesi var, bu metinlerde dağlara sığınan Ermenilerin nasıl katledildiğini net olarak görebiliyoruz. Kaldı ki esas önemlisi katledilenlerin önemli bir kısmı ateşli silahlarla değil daha farklı ilkel kesici edevat ve sofistike metodlarla öldürüldüler. Bu taşradaki ve ıssız bölgelerdeki ölümler bile tek başına fikir veriyor. Soykırımı sevk ve idare eden devlet elitleri genelde katledilecek tehcir kafilelerin güzergâhını birlikte iş yaptığı kesimlere bildiriyordu. Ve bu ölümler o şekilde vuku buluyordu. Bahsettiğim lokasyonlardaki Kürtlerin modüler gücü eğer hareketsiz kalsaydı Ermeni taşrasının önemli bir kesimi hayatta kalabilirdi, bu açık. Üstelik elimizde yaşanmış bir örnek de var: Dersim örneği.
Fakat tüm bunlarla birlikte ben bir halk olarak bütün Kürtlerin soykırıma iştirak ettiğini iddia etmedim hiçbir zaman. Hangi Kürt kitlesinin nerelerde bu işe iştirak ettiğini de net olarak söyledim. Katliamlara iştirak edenler önemli bir yeküne tekabül ediyor, bunları nasıl adlandıracağız, ne diyeceğiz bunlara? Buna itiraz edenlerin ana tezi, “böyle bir şey olsa bile bunlara Kürtler demeyelim” söylemi üzerine temelleniyor. Fakat aynı kişilerin aradan çok kısa zaman geçtikten sonra kurulan cumhuriyet için “Kürtler ve Türklerin kurucu unsurluğuna” atıf yaparkenki “Kürtler” söylemini nereye koyacağız bu durumda? Ben şahsen Kürtlerin önemli bir kesimi diyorum, başkaları ise minör kimliklerle bu kişileri tanımlıyor. Kısaca toplumun kayda değer önemli bir kesiminin suça iştirak ettiğini söylüyorum, bunun mefhumu muhalifinden diğer önemli bir kesiminin ise suça iştirak etmediği anlamı çıkar doğal olarak.
(Devam gelecek sayıda)