Münih Ludwig-Maximilian Üniversitesi’nde çalışmalarını sürdüren Talin Suciyan’ın Tanzimat döneminde Ermeni toplumunun devletle, diğer topluluklarla ve kendi içinde yaşadığı sorunlara ilişkin kaleme aldığı habilitasyon tezi oy birliği ile onaylandı. Suciyan ile habilitasyon tezini ve Ermeni Patrikhanesi arşivlerine yansıyan manzarayı konuştuk.
Öncelikle Habilitasyon sanıyorum Türkiyeli okurların çok da aşina olduğu bir kavram değil. Akademik dünyada neye tekabül ediyor Habilitasyon?
Habilitasyon Almanya, Fransa, İsviçre ve Avusturya’nın dahil olduğu bir dizi kıta Avrupası ülkesinin akademik geleneğinde doktoradan sonra, doktora konusundan farklı bir konuda yazılan ikinci bir tez çalışmasıdır. Bu tez çalışması, doktoradan farklı olarak fakülteye sunulur. Habilitasyon adayının bir bilimsel komisyonu vardır. Bu komisyon adayın çalışmasını 5 sene boyunca takip eder ve değerlendirir. Benim komisyonumda kendi çalıştığım üniversiteden, yani LMU’dan üç hoca vardı; Osmanlı tarihçisi Prof. Christoph K. Neumann, Güneydoğu Avrupa tarihçisi Prof. Martin Schulze Wessel ve etnolog Prof. Martin Sökefeld. Teslim edilen habilitasyon tezi üniversitenin dışından, alanının uzmanı iki profesöre daha okutulur ve onların da değerlendirmeleri istenir. Nebraska Üniversitesi’nden Prof. Bedross Der Matossian ve Avusturalya’daki Newcastle Üniversitesi’nden Prof. Hans-Lukas Kieser habilitasyon tezim için raporlar yazan üniversitenin dışından uzmanlardı.
Geçtiğimiz yaz, başlığını “Ya derdimize derman, ya katlimize ferman: Vilayetlerin Tanzimat’ı" şeklinde Türkçeleştirebileceğim habilitasyon tezini fakülteye teslim ettim. Bunu müteakip beş profesörün raporları fakülteye gönderildi ve bütün fakülte üyelerinin dikkatine sunuldu. Kasım ayında, profesörlerin ve seçilmiş temsilcilerin katıldığı yaklaşık 50 kişilik bir fakülte toplantısında, bu tez bilimsel yeterliliği olan bir habilitasyon tezi olarak oy birliğiyle kabul edildi.
Bu sürecin bir parçası olarak, geçtiğimiz Salı günü yani 7 Ocak’ta bir sunum yaptım. Kültürel Çalışmalar Fakültesi Dekanı Prof. İrene Götz bu sunumun sonunda Ortadoğu Tarihi ve Kültürü alanının bütün derslerini verme yetkisi anlamına gelen ‘venia legendi’ belgesini yaptığı bir konuşmayla takdim etti. Böylelikle habilitasyon süreci tamamlanmış oldu. Habilitasyon, kendi bilimsel üretiminizle alabileceğiniz en yüksek titrdir, bu titr ile doktora öğrencisi kabul etmeye ve profesör olarak bir kürsüye atanmaya da hak kazanırsınız.
Bu çalışmanda temel olarak hangi soruya yanıt bulmayı amaçladın?
Bu çalışmada Tanzimat’ın Ermeniler açısından ne anlama geldiğini anlamaya çalıştım. Tarih Tezlerinde Walter Benjamin Nazi rejimi hakkında “Ezilenlerin geleneği bize, yaşamakta olduğumuz olağanüstü halin aslında kuralın ta kendisi olduğunu anlatır” der. Ermenice kaynaklar Tanzimat Fermanı’nın orijinalinde bulunan, “Emniyet-i can ve mahfuziyyet-i ırz u namus u mal“ cümlesine sık sık atıfta bulunurlar. Bu yaklaşımla Tanzimat “yeni“ bir hayat vaat etmektedir. Tam da bu nedenle Tanzimat’ın bu emblematik cümlesi hem olağanüstü hali hem de yeni kuralı içinde barındırır. Tanzimat’ın vaat ettiği bu yeni hayatta, ezilenlerin payına emniyetsiz bir hayat, mahfuz olmayan, yani korunmayan ırz ve namus ve gasp olunmuş mal ve mülk düşecekti.
Anaakım Osmanlı ve Türkiye tarihyazımında Tanzimat bir dönüm noktasıdır. 1839 ile 1876 arasındaki dönem, reformların ve Osmanlı modernizasyonunun bütün hızıyla yaşandığı I. Meşrutiyet’in ilanına kadar olan zaman dilimi, gıptayla bakılan bir modernizasyon tarihidir. Reform ve modernizasyon kelimelerine bu bağlamda neredeyse sadece pozitif anlamlar yüklenmiştir. Bu anlatıya göre, Tanzimat 1856’daki Islahat Fermanı’yla da birlikte, Müslüman olmayanlara hakların verildiği, halkların kendi kendilerini idare ederek neredeyse otonom yönetimler kurdukları, kendi hukuklarını işlettikleri eşi benzeri görülmemiş bir dönemdir. Aynı zamanda Osmanlı idaresi Ceza Kanunnamesi, Tapu Nizamnamesi, Arazi Kanunnamesi gibi yeni kanunları yürürlüğe koymuştur. Bunlara ilaveten adalet sisteminde önemli yenilikler yapılmış, Vilayet Nizamnamesi ile idari değişiklikler hayata geçirilmiştir. Bu anlatı bize kuralı söylerken, kurala sebep olan olağanüstü hali saklar. Bu çalışmada bu olağanüstü halin ne olduğunu anlamaya çalıştım.
Sunum konuşmanda Tanzimat'ın Gayrimüslimler için -olumlu anlamda- benzeri görülmemiş bir dönem olduğuna dair bir anlatı olduğunu, ancak tablonun pek de öyle olmadığını söylüyorsun. Seni böyle düşünmeye sevkeden bulgular neydi?
Tanzimat ve Cumhuriyet tarihyazımları ilginç benzerlikler taşıyor. Her iki dönemin tarihi de neredeyse yüz yıla yakın bir zaman boyunca, birer devrim özelliği taşıyan, “reformun”, “inkılabın” merkezi bir rol oynadığı dille yazıldı. Kendilerinden önceki ve sonraki dönemlerle neredeyse bağları kopartılmış, tarihin benzersiz parantezleri olarak anlatıldılar. Bir Osmanlı kurumu olan İstanbul’daki Ermeni Patrikhanesi’nin bugün AGBU’nun Paris’teki Nubarian Kütüphanesi’nde bulunan 19. yüzyıl arşivindeki belgeler, bizlere köy köy Tanzimat’ı ve uygulamalarını göstermesi bakımından son derece önemli veriler sunuyor. Yerleşim birimlerine göre kategorize edilmiş Patrikhane Arşivi 19. yüzyılın en parlak dönemi olarak anlatılan Tanzimat’a bambaşka bir perspektif geliştirmemizi sağlıyor. Bu arşivin belgeleri arasında şahsi ya da toplu şikayetler, noterlik işlemleri, raporlar, Patrikhane’nin gönderdiği emirler, onların uygulamaları bizlere “reform” ya da “ıslahat” olarak anlatılan uygulamaların köylerde, vilayetlerde ne anlama geldiğini gösteriyor. Örneğin Nizamname’nin kabulünden sonra kurulan, ve Ahmet Cevdet Paşa’nın deyişiyle “güzide Gürcülerden, Çerkeslerden ve Kürtlerden” oluşan Fırka-ı Islahiye Ordusu Kilikya ve İskenderun Sancak bölgesinin Halep’e kadar olan kısmını “ıslah” etmek için olağanüstü yetkilerle donatılmıştır. Dönemin önde gelen devlet adamı Ahmet Cevdet “ıslahatı” doğrudan askeri bir operasyon olarak görmektedir. Bu askeri operasyonun birincil amacı, imparatorluğun bu bölgedeki güç dengelerini merkezin ihtiyaçları doğrultusunda yeniden kurmaktır. Bu dengelerin bölgenin yerel Ermeni halkına rağmen kurulduğunu, köylerin nasıl dağıtıldığını, bu bölgelerde yaşayan Ermeni köylerinin sürekli kuzeyden güneye, güneyden kuzeye sürüldüğünü, köylülerin mesleklerini yapmalarına, hayatlarını kazanmalarına izin verilmediğini, köylerin bir bütün olarak değil de, bölünerek tehcir edildiğini, şikayetlerinin kulak arkası edildiğini bu belgelerden takip etmek mümkün. Belen, Beylan, Ocaklı, Çork Marzvan (Dörtyol) gibi köylerden şikayetlerin 1868 Ağustos ve Eylül aylarında İstanbul Patrikhanesi’ne gönderildiğini görüyoruz. “Reform”, “Islahat” diye anlatılan sürecin orta yerindeyiz, 1890’ların Hamidiye Alayları yok, II. Abdülhamit döneminde ya da Jön Türkler döneminde de değiliz. Çork Marzvan Ermenilerinin “Ya derdimize derman, ya katlimize ferman” diyerek feryat ettikleri 1868 yazında, 500 yıldır yaşadıkları, zanaatlarıyla geçinen Ermeni köyleri bölünerek güneye Payas’a sürülmektedir. Zira buradaki vilayetin idari sınırları değiştirilmekte ve bölge Halep’e bağlanmak istenmektedir. Bu yapılırken de bölgenin demografik yapısıyla askeri operasyonlarla oynanmaktadır. Bu köylerin 19. yüzyılın sonunda ve dahi 20. yüzyılın başında bu sefer de Payas’tan kuzeye sürülmesine ilişkin emirleri Osmanlı Arşivi’nden takip etmek mümkün.
Yine başka bir “reform” pratiği olarak, gayri Müslimlerin yerel yönetimlere katılmasının önünün açıldığı söyleniyor, yazılıyor. Peki bunun pratikteki karşılığı neydi? Örneğin yoğun bir Ermeni nüfusunun yaşadığı Kastamonu’da Ermeniler yerel meclislere alınabilmek için mücadele veriyorlardı, çünkü bölgedeki nüfusları ısrarla inkar ediliyordu. Bu durumda Ermeniler Kastamonu’da yaşamakta olduklarını ispat etmeye zorlanıyorlardı. Bunun gibi pek çok vilayetten, Tanzimat devletinin kurduğu meclislere katılmanın imkansızlığı ya da zorluğuna ilişkin gelen şikayetleri Patrikhane Arşivi’nde bulmak mümkün.
Tapu ve Arazi Kanunnamesi, Vilayet Nizamnamesi Tanzimat’ın yapısal ve kurumsal değişimlerinin etkileri 20. yüzyılın ortalarına kadar süren çok önemli mekanizmalar ve pratikler kurmuşlardır. Değişen idari sınırlar, şiddetin bürokratikleşen yüzü kitlesel şiddet ile paralel bir şekilde gelişmiştir. Örneğin Niksar’ın bağlı olduğu Sivas’tan alınıp Ünye’ye bağlanması, Ünye yoluna silahlı Çerkeslerin yerleştirilmesi, Niksar’dan Ermenilerin Ünye’ye gitmek istediklerinde yolda saldırıya uğramaları, bu durumda işlemlerini yapamamaları gibi çok sayıda şikayet yine Tanzimat’ın köylerdeki, vilayetlerdeki yansımasıdır.
Türkiye Ermeni Patrikhanesi'nin 19. yüzyıl kayıtları ne türde bir zenginlik barındırıyor ve bu kayıtlar üzerine başka çalışmalar da yapıldı mı, hala yapılabilir mi?
Patrikhane Arşivi sadece ezilenin değil, yokedilenin arşividir. Bu bakımdan da bize devletin en derin gerçeğini sunar. Patrikhane’ye köylerden, vilayet merkezlerinden yazılan şahsi ve toplu dilekçeler, yani arz-ı mahzarlar ve arzuhaller, yerelde tutulan Ermeni kilisesi mahkeme kayıtları yani istintaklar, vilayetlerden gönderilen durum değerlendirme raporları hepsi Osmanlı bürokrasisinin ve diplomasisinin önemli bir parçasıdır. Bu belgeler Osmanlı Arşivi’ndeki belge türleriyle aynı isimleri taşısalar da içerikleri açısından önemli farklılıklar gösteriyorlar. Patrikhane’nin sorunlara çözüm bulmakta aracı olan bir kurum olarak görülmesi, belgelerin son derece detaylı olmasını beraberinde getiriyor. Böylelikle belgelerde uzun bir geri plan bilgisini bulabiliyoruz. Bu Arşiv’den belgelerin de araştırmaya dahil edildiği benim bildiğim iki doktora tezi var, halihazırda yazılmakta olan bir üçüncüsü de. Ancak bu Arşiv’in geniş bir değerlendirmesi, farklı belge türlerinin Osmanlı bürokratik geleneği içinde incelenmesi, aile hukuku, farklı grupların birbirleriyle ilişkileri, örneğin Rumlarla Ermenilerin ilişkilerinin bu belgeler ışığında incelenmesi, ya da Kürtlerle Ermenilerin ilişkilerin araştırılması gibi tezde yer verdiğim kapsamda bir çalışma daha önce yapılmamıştı. Bugünün Türkiyesi’ni coğrafi olarak kapsayan otuzun üzerinde yerleşim biriminden belge inceledim. Buna dayanarak Patrikhane Arşivi’nin bize öğretebileceklerinin daha çok başında olduğumuzu söyleyebilirim.
1863 Ermeni Nizamnamesi'ne de değiniyorsun sunumunda. Nizamname uygulamaya girdikten hemen sonra sürekli değişimlere uğramış, öyle görünüyor. Daha doğrusu sürekli altı oyulmaya çalışılmış. Hangi dinamikler ve hangi denklem içinde oluyor bu?
Birinci bölüm, Ermeni idaresinin iddia edildiği gibi bir “kendi kendini idare” olup olmadığını ortaya koymak gerekliliğinden oluştu. 1863’de Nizamname-i Millet-i Ermeniyan’ın onaylanmasından önce ve de sonra ortaya çıkan idari mekanizmaların yıllar içinde nasıl değişimlere uğradığını gerek siyasi baskılar gerekse Ermenilerin ihtiyaçları yönünde nasıl yapılandırıldığını açıklığa kavuşturmaya çalıştım. Böylelikle, Nizamname’nin ve de Ermeni idaresinin değişen, dönüşen bir idare olduğunu gösterdim. Osmanlı idaresi önce kabul ettiği Nizamname’nin hep gerisine düşmeye çalışmıştı. Bu nedenle Ermeni yöneticilerinin birinci meselesi çoğunlukla Nizamname’nin korunmasını sağlamaya uğraşmak olmuştu. Öte yandan, Ermeni yönetiminin İstanbul’da merkezileşmesi, vilayetlerdeki iktidar merkezlerinin, mesela Sis ve Ağtamar Katolikosluğu’nun, ya da büyük manastırların bu dengeler içinde yeniden tanımlanması anlamına gelmişti. Ahmet Cevdet Paşa’nın iki Tezakir’i uzun uzadıya Ermenileri, idari ve tarihi yapılarını anlatır. Birinde özellikle Sis Katolikosluğu’nun Nizamname’nin dışında bırakılmasının ne anlama geldiğini tartışır.
Ermeni yönteminin kendi halkı üzerine topladığı tüm veriler, Ermenilerin Tanzimat devletine olan güvenleriyle, gerek Osmanlı idaresine hem yerelde hem de İstanbul’a gönderdikleri binlerce şikayet Osmanlı idaresi için önemli bir veri kaynağı olmuştu. Böylelikle, Ermeni ve Osmanlı idaresinin merkezileşmesinden en çok Osmanlı idaresinin faydalanmış olduğunu söyleyebiliriz. Yani, meseleye “Tanzimat devleti Ermeniler’e ayrıcalıklar, yeni haklar verdi” diye değil de, “Osmanlı idaresi Ermenilerden ne bekledi, ne elde etti?” şeklinde bir soru sorduğumuzda aldığımız cevaplar çok daha aydınlatıcı. Ermeniler impatorluğun dört bir yanından artan bir şekilde dertlerini İstanbul’a bildirdikleri oranda, Patrikhane vilayetlerden yerel idaredeki sorunlara ilişkin raporlar ya da manastırların mülkleri gibi konularda bilgiler istediği oranda, Osmanlı idaresi yerele ilişkin çok detaylı bilgiler elde etmiş oluyordu, o tarihe kadar idaresini doğrudan yapmadığı bölgeler için bu bilgiler son derece önemliydi.
Genel olarak Nizamname’nin “ayrıcalıklar” ya da “otonomiye yakın haklar tanıdığı” söylemine karşılık, Nizamname’nin zaten halihazırda mevcut olan bir hukuki çerçevenin idari mekanizmaların daha net bir biçimde tanımlandığı, dönemin siyasal gelişmelerine göre uygulanmasının değiştiği, ya da durdurulduğu, her halükarda Nizamname ile İstanbul Patrikhanesi’nin merkezileşmesini pekiştirmeyi amaçlayan bir idarenin kurulduğunu Ermeni idaresi raporlarına, idari belgelerine dayanarak, vilayetlere gönderdiği ve vilayetlerden gelen belgelere dayanarak gösterdim.
Çalışmanda Rumlar ve Ermeniler arasındaki Anadolu'daki ilişkiler de yer tutuyor. Zaman zaman gerilimler olduğunu biliyoruz ama senin bulguların neler?
Rumlarla Ermenilerin ilişkileri üzerine bir bölüm yazmam tamamen bu iki grubun sorunlarına ilişkin karşıma çıkan belgelerin çokluğuyla ilgiliydi. Zaten imparatorluğun Hıristiyan nüfusunu en önemli kısmını oluşturan Rum ve Ermenilerin ilişkilerine, tarihlerine ilişkin hiçbir literatür olmaması kendi kendine çok şey söylüyor. Ermenilerle Rumların Antalya’dan, Bandırma’dan, Çarşamba’dan, Erzurum’dan, İstanbul’dan kısacası imparatorluğun dört bir yanından Ermeni idaresine yansıyan çok çeşitli sorunları Patrikhane Arşivi’nde bulunabilir. En can alıcı mesele tabii ki din değiştirme meselesi. Bunun yanı sıra İstanbul’da özellikle ortak kullanılan mezarlıklarda yaşanan çatışmalı durumlar, uzun süreli davalar var. Ama vilayetlerde iki halkın birbiriyle ilişkilerine ilişkin önemli veriler içeren belgeler çok. Örneğin Diyarbakır’dan Samsun’a mevsimlik taş işçisi olarak gitmiş bir Ermeni’nin Rum taş işçileri tarafından dövülmesi ve çalışamaz hale gelmesi sonucu, ailesine bakamayan Ermeni işçinin Patrikhane’den maddi yardım talebi, ya da Trabzon’daki Ermeni idaresine bir arzuhal gönderen Nikolaos Polikhron Kabakaroğlu’nun bir Ermeniyle aralarında borç alacak mevzuunun yeniden dava edilmesini talep ederek Giresun hapishanesinden çıkabilmeyi umduğu Yunan harfli Türkçe ile ve yerel lehçe ile yazılmış arzuhal. Bunlardan daha da önemlisi, özellikle Erzurum ve Girit gibi Osmanlı’nın bölgelerin yerel halklarıyla sorunlarını tırmandırma yoluna gittiği bölgelerde, Ermenilerle Rumların birbirlerini idareleri aracılığıyla desteklemiş olmalarıdır. Örneğin Erzurum’daki Rumların Ermeni Araçnort’un kendileriyle bölgenin Rum Metropoliti’nden daha fazla ilgilendiğini yazmaları, dertlerine derman olmaya çalıştığını söylemeleri buna bir örnek. Aynı şekilde Heraklion Metropoliti’nin bölgedeki Ermenilerin sorunlarını doğrudan Ermeni Patrikhanesi’ne kendi kaleminden bir mektup yazarak aktarması bu dayanışmanın örnekleridir. Osmanlı’nın kendi halklarını hiyerarşize eden yapısı, grupların sürekli birbiriyle çatışma halinde olmasını bir idare şekli olarak görmüştür. Bu nedenle Ermeniler ve Rumlar arasındaki anlaşmazlıkların çoğunun yerel yöneticilerin hatta İstanbul’da en yüksek kademede devlet temsilcilerinin doğrudan müdahalesine maruz kalması bu siyasetin önemli bir parçasıdır.
Kayıtlar dönemin Kürt-Ermeni ilişkileri hakkında ne anlatıyor? Sert bir tablo olduğunu söyleyebilir miyiz?
Tanzimat en çok doğu vilayetlerinde yeni iktidar ilişkilerinin özellikle de Tanzimat devletinin Kürt aşiretleriyle olan ilişkilerin yeniden düzenlenmesiyle ilgili bir süreç. Tanzimat tarihi anlatılırken Nasturi katliamları çok belirleyicidir, bu nedenle de üzerinde nadiren konuşulur hatta mümkünse hiç konuşulmaz. Tiyari bölgesindeki Nasturiler 1843-46 yıllarında bölgenin hakim beyleri Bedirhan ve Nurullah Bey tarafından bir katliama uğramışlardı. On binlerle ifade edilen yerli Hıristiyan halkın öldürülmesi 19. yüzyılın geri kalan kısmında bölgenin Hıristiyanları ve Müslümanları arasında kapanmayacak bir uçurum açarak bölgenin yerli haklarının birbirleriyle dayanışmasının önünü kapatmıştır. Nasturi katliamlarını Tanzimat’ın ‘reformları’ takip etmiş ve Ermeniler Arazi Kanunnamesi, Tapu Kanunu gibi yeni uygulamalarla kullanma hakkına sahip oldukları arazileri, mülklerini kendi üzerlerine kayıt ettirmeye çalıştıklarında, yüzyıllarca üzerinde yaşadıkları topraklar Ağaların Beylerin mülkiyetine geçmiştir. Ermenilere ise bu topraklarda maraba olmak kalmıştır. Ermenilerin toprak meselelerine ilişkin sorunlarının 1850’li yıllarda başlayarak yarım yüzyıldan fazla sürmüş ve 1915’de sonuçlanmış olması çok iyi anlaşılması gereken yapısal bir meseledir.
Dönemin ileri gelen yayıncısı ve din adamı Karekin Srvantsdyants’ın “Kürdistan’ın Tanzimatı” dediği, doğudaki vilayetlerde Tanzimat’ın nasıl bir iplerinden boşanan şiddet pratiği olduğudur. Kadınların sık sık kaçırıldığı, zorla Müslümanlaştırmaların son derece yaygın bir sorun olduğu, topraksızlaştırılan Ermenilerin Kürt aşiretlerinin himayesinde, sadece onların “merhametine” muhtaç bir şekilde, kendi hukuklarının dışına çıkmaya zorlanarak, kendilerine yasak olan pratikleri kabullendiklerini görüyoruz. Erkeklerin birden fazla kadınla evlenmesi gibi örneğin. Bu vakalar Ermenileri kendi hukukları önünde suçlu konuma düşürdüğünden, Ermenilerin hukuki bir korumasının kalmadığını da söyleyebiliriz. Böylece, Ermeni köylüsünün neredeyse Ağasının, Beyinin kölesi haline getirildiğini ne devletin ne de kendi milletinin koruyabildiği, kendisini de koruyamayan tam anlamıyla paryalara dönüştürüldüğünü de söyleyebiliriz. Ermeni köylerinin sürekli baskına uğradığını, ürünlerin yağma edildiği, hayvanların öldürüldüğü, olmayan vergilerin toplandığı, köylerinde geçimlerini sağlayamayan Ermenilerin, kaçmayı başaran komşuları için de vergi vermeye zorlandıkları, kaçmaya çalışan Ermenilerin yolda açlık ve kıtlıkla karşı karşıya kaldığı kâbus gibi bir dönemden bahsediyoruz. Tanzimat devleti Ermeni köylüsüne kendi köyünü bir açık hava hapishanesi, yıldırarak, açlıktan ölünecek bir yer haline getirmiştir.
Böylelikle İstanbul Patrikhanesi’nin 19. Yüzyıl Arşivi bize, kurumsal ve yapısal değişimlerin vilayetlerde, köylerde nasıl uygulandığını gösteriyor. Bu arşiv üzerine yapılan çalışmalar sadece Tanzimat tarihinin yeniden değelendirilmesi anlamına gelmeyecektir. Aynı zamanda 1915’e gelindiğinde alınan kararın hangi bilgiler, veriler, birikimler, uygulamalar ve yapılar üzerinde yükseldiğine açıklık kazandıracaktır. Soykırımları açıklamakta kullanılan milliyetçilik teorileri tarihin yapısal unsurlarını ikinci plana itiyor. Herkesin milliyetçi olduğunu bir dünyada, buna bağlı olarak suç işlemek neredeyse normal kabul ediliyor. Oysa, bu çalışmada gördüğüm on yıllar boyunca günlük olarak işlemekte olan bürokratik, kitlesel, yerel ve genel bir şiddet pratiğinin ürettiği çok ciddi bir birikimdir. Yani 19. yüzyılın sonunda keskinleştiği iddia edilen milliyetçiliklerden çok önce ortaya çıkmış yapısal dönüşümler, pratikler, anlaşmalar, iktidar ağlarının yeniden tanımlanması olduğunu görüyoruz. Bunlara hiç dokunmayan bir milliyetçilik anlatısı mağdurların, kurbanların tarih sahnesinde nasıl kurban edildiklerini bile onlardan esirger. Bu nedenle yok edilenin arşivi, yok edilmeye giden yolun aktörlerini, yapılarını, siyasetini, pratiğini bize sunmaktadır. Bize düşen, kanımca, yok edilenin çoktan hak ettiği ancak kendisinden çalınan tarihteki yerini teslim etmek, bu sesi bugüne ve şimdiye getirmektir.
“Bambaşka bir kadın tarihi”
Çalışmana göre Patrikhane kayıtlarında aile içi ilişkilere dair dava ve dilekçeler de var. Burada nasıl bir tablo var karşımızda? En çok hangi konular için Patrikhane'ye başvuruluyor?
Tanzimat literatürünün çok sevdiği bir diğer argüman, gayri Müslimlerin kendi hukuklarını işlettikleridir. Peki bu hukuk nasıl işlemekteydi? Yani Ermeni idaresi hukuk yaparken hangi prensipleri takip etmekte, bir dava nasıl görülmekteydi? Ermeni idaresinin salahiyetinin sınırları neydi? “Yapısal olarak toplumlar hukuki düzlemde birbirleriyle nasıl karşılaşıyorlardı?” Bu ve buna benzer pek çok soruya ikinci bölümde cevap vermeye çalıştım. Bunun için evlilik, evliliğin iptali, boşanma, nafaka, boşanan kadının hakları, ensest, çok eşlilik gibi konulardaki dilekçe, istintak, noterlik işlemleri gibi çeşitli belge türlerini inceledim. Kadınların Ermeni idaresinde verdikleri ifadeler, yaptıkları başvurular bize bugüne kadar hiç bilmediğimiz bir tarihi anlatıyor. Kocasının iktidarsızlığı nedeniyle onu boşamak isteyen kadından tutun, kocası çalışmaya gidip kendisine bakmadığından başka bir adamın evine yerleşen kadının kendini savunduğu belgelere bambaşka bir kadın tarihiyle karşı karşıyayız. Aile hukuku Ermeni idaresinin 19. yüzyıldan önce de mesul olduğu bir alan. Bu alanın nasıl işlediğini belgeler, alınan kararlar ve Ermeni idaresinin takip ettiği hukuki prensipler bağlamında incelemek çok öğretici bir deneyim oldu. Bunu yaparken 20. yüzyılın başında Nerses Melik-Tankyan’ın iki cilt halinde 1200 sayfa civarında Ermeni kilise hukuku üzerine yazdığı eser, “Hayots‛ Egeghets‛agan Irawunkě” (Ermeni Kilisesi Hukuku) Ermeni kilise hukukunun prensiplerinin tarihsel gelişimini anlayabilmem için çok önemli bir kaynaktı.