HALİS YILDIRIM*Prof. Harry Der Harootunian ile yeni kitabı ‘The Unspoken as Heritage’ın (Konuşulmayan Miras: Ermeni Soykırımı ve Dile Gelmemiş Hayatlar) yayınlanmasının hemen öncesinde bir söyleşi yaptık. Harootunian, “Soykırımın kendi kişisel tarihimin büyük bir parçası olduğunun bilincine çok geç varabildim” diyor.
1929 yılında ABD’de doğan Harry Der Harootunian, Japonya erken modern ve modern tarihi üzerine odaklanan Doğu Asya uzmanı bir tarihçi. Son zamanda yayımlanmış olan ‘Marx After Marx: History and Time After Capitalism’ (Marks’tan sonra Marks, Kapitalizm sonrası Tarih ve Zaman, Columbia University Press, 2017) ve ‘Uneven Moments; Reflections on Japan’s Modern History’ (Japonya Erken Modern Tarihi üzerine düşünceler, Columbia University Press, 2019) dahil birçok kitap ve makalenin de yazarıdır. Karl Marks, Rosa Luxemburg, Antonio Gramsci, Lev Troçki, Max Weber, George Lukács, Edward Said ve diğer eleştirel sosyal ve politik teorisyenlerden etkilenmiştir. Chicago Üniversitesi Tarih ve Uygarlıklar dalı profesörü, California Üniversitesi Beşeri Bilimler dalı dekanı, ‘Journal for Asian Studies (Asya Bilimleri Dergisi) editörü ve ‘Critical Inquiry’ (Eleştirel Sorgu) yardımcı editörü olmuştur. Harootunian, yeni kitabı ‘The Unspoken as Heritage: The Armenian Genocide and Its Unaccounted Lives’ (Konuşulmayan Miras: Ermeni Soykırımı ve Dile Gelmemiş Hayatlar) üzerine sorularımı yanıtlamayı kabul etti.
Sevgili Harry, yeni kitabın pek yakında Duke Üniversitesi Yayınları tarafından yayımlanacak. Kitabın başlığı hem çok çarpıcı ve hem de çok şey anlatıyor. Hem Ermeni soykırımından sağ kalanlara, hem de sonraki jenerasyonların tecrübelerine vurgu yapıyor. Suskunluk, hayatta kalmanın getirdiği yıkıcı tecrübe, soykırımdan kurtulmuş olmanın kendisi, öte yandan soykırımın inkârı, yalnızlık, çaresizlik, soykırımın tüm geri döndürülemez sonuçları… Hayatta kalanların yaşam mücadelelerini sürdürdükleri yeni ülkelerde tüm bunların yükü, soykırımdan hayatta kalma hikayeleri hiç önemsenmedi. Öncelikle, Ermeni soykırımından kurtulan bir ailede doğmuş ikinci kuşak bir Amerikalı olarak kendi hayatınız üzerine birkaç şey söylemek ister misiniz?
Sevgili Halis, öncelikle yeni kitabım üzerine konuşma imkânı verdiğin için teşekkür ederim. Bu vesileyle kitabı yazmaya karar verdiğimde aklımdaki düşüncelerin kısa bir değerlendirmesini yapmak istiyorum.
Ailem hakkında çok bir şey bilmediğimin farkına vardım. Bu kitabı yazmaya karar verdiğimde, bu zamana kadar onlara kendileri hakkında ve önceki yaşamları ile ilgili bilgi eksikliğimi giderecek sorular sormamış olduğumu anladım. Dahası, bizlere 1915’den önceki hayatlarına dair hiçbir kayıt, defter, mektup veya fotoğraf bırak(a)mamışlardı. Bu işe başlarken amacım, ailemin soykırımdan kurtulmasının ve iki kız kardeşim ile benim ABD’de büyümemizin ne demek olduğuna dair bir inceleme yapmak istememdi. Aile içinde büyürken, Anadolu’daki kitlesel katliamın dehşetinden kurtulmaları ve hayatta kalmalarına ilişkin kişisel tecrübeleri hakkında hiçbir şey bilmiyordum. Bu projeyi yapmaya karar verdiğimde, ne Osmanlı İmparatorluğu ne de modern Türkiye’nin kuruluşu üzerine çalışma yapan bir tarihçi olduğumun farkındaydım. Başka bir deyişle, ne Osmanlı İmparatorluğu tarihi üzerine bir profesyonel eğitimim vardı, ne de orijinal bir araştırma yapmak için gerekli dilsel donanıma sahiptim. Dönemin uzmanları tarafından yazılmış tarihsel çalışmaları okumuştum ve ebeveynleri kitlesel yokediliş coğrafyasından gelen bir ailede büyümüştüm. Ancak, soykırım üzerine çalışmaya başlar başlamaz, birçok profesyonel tarih anlatımının, soykırımı I. Dünya Savaşı’nın seyrine dayandırdığını ve katliamları sivil zayiat, hatta bir yan ürün olarak tanımladığını gördüm. Ebeveynleri soykırımdan kurtulmuş bir aile içinde büyümenin gerçekliği ile küresel bir savaşın yan ürünü olarak, Türklerin tüm Ermeni nüfusunu Rum, Süryani nüfusla birlikte yok etme çabası, bana arasında köprü kurulamaz bir uçurum gibi gözüktü. Sorunun özünde iki farklı yaklaşım vardı: Biri tarih ve tarihçilik ise, diğeri yaşanmışlık ve hafızaydı, bunlar birbiriyle örtüşmüyordu. Tarihçilik tarihsel olayların rolünü değerlendirip, hafıza ve kişisel tecrübeye kuşkuyla yaklaşıyordu, ikincisi yani yaşanmışlık ise gündelik ve sıradan olanın içinde saklıydı.
Bir tarihçi olarak fark ettim ki, yeniden oluşturmak istediğim hikayeler veya duyurmak istediğim sesler, dünya tarihinin bir olayının önemini vurgulayan tarihsel anlatım tarzına indirgenemezdi, ya da daha doğrusu, indirgenmemesi gerekiyordu. Senin de belirttiğin gibi, anne ve babamın neslinin tecrübelerini ve birçok akrabalarından, arkadaşlarından farklı olarak kitlesel bir katliamdan zar zor kaçabilmiş göçmen bir ailenin ikinci jenerasyon çocukları olarak, Detroit’te ekonomik kriz yılları içinde büyümenin hatırlayabildiğim kadarıyla ne demek olduğunu anlatmak istedim. Kardeşlerim gibi, Ermeni Soykırımı’ndan ancak büyüdüğümde, bizim ailemiz gibi evlerinden kaçmak zorunda kalmış ve bin bir yolla ABD’ye gelmiş insanların konuşmalarının satır aralarını duyduğumda haberim oldu.
Annem Maraş’taki Alman misyoner okuluna girdiği çocukluk yıllarının öncesi hakkında hiç konuşmazdı. Küçükken yaşadığımız şey, ebeveynlerimizin 1915-16 yıllarında öl(dürül)müş olduğu düşünülen, anne ve babalarının, kardeşlerinin ve isimlerini bilmediğimiz diğer akrabalarımız tümüne ilişkin hüküm süren suskunluk, tam anlamıyla boşluktu. Bugüne kadar hâlâ Anadolu’da ölen dedemin, büyükannemin, teyzelerimin ve amcalarımın isimlerini bilmiyorum. Nasıl, nerede öldü(rüldü)klerini bilmiyorum; muhtemelen, erkekler bulundukları yerde öldürüldüler, kadınlar ise sürgün yürüyüşlerinde katledildiler.
Bu konuyla ilgili ABD’deki diaspora topluluğuna dikkat çekmekte haklısın. Burada kimse ne kurtulanların çektikleri acılarla ne de hala hafızalarında olan kayıplarıyla ilgilendi. ABD’de büyük dehşet verici olaylar birkaç gün içinde kolayca unutulur; uzak bir ülkede meydana gelen kimsenin umurunda olmayan ve bilinmeyen bir etnik gurubun yaşadığı bir soykırım ise ne kolektif hafızaya kazınır ne de hatırlanır. Çocukluğumda, hatta erişkin yıllarımda da Ermenileri sadece, Amerikalıların çocuklarına tabaklarındaki yemeği bitirmelerini tembih ederken “aç kalan Ermeniler’den bahsettiklerinde duydum. Amerika’nın büyük şehirlerinden biri olan Detroit’de büyürken, okulda ve okul dışında aslında göçmenleri sevmeyen, anlık ve hatta anlamsız himayecilikten öteye gitmeyen bir aidiyet duygusundan başka bir şey sunamayan bir ülkede olduğumuzu fark ettim.
İlerleyen yıllarda ise, postkolonyal teorinin yarattığı söylem beni epey şaşırttı. Çarlık Rusyası, Habsburg’lar, Osmanlılar ve Belçikalılar gibi tarihsel olarak sömürgeci imparatorlukların soykırım yapma kararlılıkları, yani madunların imparatorlukların özneleri haline getirilmesi yerine kolaylıkla yok edilmeleri postkolonyal teorisyenler tarafından görmezden gelindi. Bunun anlamı, son tahlilde kolonyal gasp ve mülküsüzleştirme ile Avrupa’nın bir katliam bölgesine dönüştüğünün görmezden gelinmesi oldu.
Ermeni olmak, yani, 500 yıl boyunca Osmanlı tarafından ezilmenin getirdiği dehşet verici bir sosyalleşmenin sonucunda, küçük düşürülmüş ve ezilmiş bir ulusa ait olmak, ancak Britanya hükmünde olan İrlandalıların kaderiyle eşleşebilir. Elimde olan az miktardaki bilgiye dayanarak, ailemin katliamdan nasıl kurtulduğunu tespit etmeye çalışıyorum. Osmanlı tarafından mülksüzleştirilenlerin birçoğuna da ne olduğunu biliyorum. Kitabımın bir bölümünde soykırımı bir “ilkel sermaye birikimi” olarak ele alıyorum. Kitleleri soykırıma katılmaları için harekete geçirmek için kullanılan dinsel yaptırımlar ve ırkçı motiflerin yanı sıra, soykırımın diğer birçok katliam gibi asıl amacı gasp, mal ve mülke el konulması yani hırsızlıktı. Bu fikrin hem Türk, hem de Türk olmayan tarihçiler tarafından kolay kolay kabul edilmeyeceğinden eminim. Ancak tarihsel anlatımların büyük bir kısmının savaşı, hâlâ gün ışığına tam olarak çıkmamış ve dünya tarihinin gölgesinde yaşanmış olayların üzerini örtmek için kullandıklarının farkındayım.
Ailemin tecrübelerini ve hatıralarını, özellikle de Anadolu’daki gündelik yaşamlarını yeniden oluşturma, parçaları yan yana getirme işiyle karşı karşıya kalmıştım. Oysa ki bizler sessiz bir boşlukla yaşamıştık. Bu hikayeyi anlatmak istememin amaçlarından birisi de hiç kuşkusuz, ailem için ABD’ye göç etmenin ne demek olduğunu anlatmaktı. Özellikle buraya gelmelerini müteakip Büyük Bunalım yıllarının, ekonomik olarak yeni bir yaşam mücadelesi anlamına geldiğini göstermek istiyordum. Ailemin yaşamını incelerken, gençlik yıllarımda idealize edildiğinin aksine, ABD’nin göçmenleri hoş karşılamadığını, tersine, Amerika’nın da tıpkı diğer ulusal anlatılar gibi, insanları kendilerini göremeyecekleri ya da tanımayacakları, kendi kendilerine yabancılaşacakları bir yere konumlandırarak, klişeleşmiş ulusal mitler kullandığını gördüm. Bence bu hâlâ devam etmekte.
Baban Ohannes ve annen Vehanuş soykırımda hayatta kalanlardan. Onların yaşadıkları yerleri, hayatta kalma hikayelerini, nerede nasıl tanıştıklarını, ABD’ye nasıl geldiklerini, yani aile hikayeni bizimle paylaşabilir misin?
Kitapta tam da bu soruya cevap vermeye çalıştım; ailemin benimle paylaşmayı reddettiği yaşanmışlıkları, tecrübeleri yeniden oluşturma, hatıralarına yeni bir ses verme girişimiydi bu kitap benim için. Belirttiğim gibi, hatıratı yazarken 1915’den önceki yaşamlarına dair elimde çok az orijinal doküman ve belge vardı. Parça parça sürdürülmüş sohbetlerden hatırlayabildiklerim ve kardeşlerimin hatıralarından kayda değer kısımlar, bu sürecin önemli bir kısmını oluşturdu. Annem de babam da Anadolu’daki hayatları ile ilgili konuşmazdı. Hangi tarihte doğduklarını bile bilmiyorduk. Ancak babam annemden fark edilir bir biçimde yaşlıydı. 1895 yılında doğduğunu tahmin ediyordu babam, ancak bu konuyla ilgili kayıtların çok güvenilir olduğunu sanmıyorum.
Harput kentinin yakınlarında bir köyde, babası ve dedesi rahip olan büyük bir aile içinde büyümüş babam. Birinci Dünya Savaşı sonrasında nasıl ABD’ye geldiğini babamın zaman içinde bizlere anlattıklarından öğrendim. Babam, ABD’ye iki farklı vesileyle gitmiş: demiryollarında işçi olarak ve Chicago’da fabrika işçisi olarak. Bu arada da, bölgeye tekrar gelip, Ermeni Devrimci Federasyonu (Taşnaktsutyun) tugaylarına katılıp, Doğu Anadolu’da Rusların safında Osmanlı’ya karşı savaşmış. Ne zaman nerede olduğu, ne zaman tugaya katıldığı ve nasıl ABD’den Anadolu’ya geldiğine ilişkin bilgiler net değil. Tugayın hala içindeyken köyüne döndüğü sırada, ailesinin tamamının yok olduğunu görmüş ve tekrar ABD’ye dönmüş. Bu dönemin detaylarına dair bilgilere maalesef sahip değiliz, bu nedenle de bu dönemi tam olarak yeniden inşa etmekte veriler bize yardım etmiyor. Bununla birlikte, babamın ve tugaydan iki yoldaşının fotoğrafı vardı ve bunları kitaba ekledim.
Daha sonra American Expeditionary Force’a (Amerikan Sefer Kuvvetleri) katılmış, Birinci Dünya Savaşı sırasında yaralandığı için Fransa’ya gönderilmiş. Yarası nedeniyle cepheden tahliye edilip sahra hastanesine gönderildikten sonra, savaşın bitimiyle beraber en sonunda taburcu edilmiş. ABD ordusunda yaptığı hizmetler sebebiyle kendisine vatandaşlık verilmiş.
Annem Maraş doğumlu. Daha iki yaşındayken babasını kaybetmiş ve annesi yeniden evlenmiş. Bir erkek kardeşi varmış, ancak ne adını ne de yaşını biliyorum. Bölgedeki birçok Ermeni çocuğunun soykırım yıllarında Maraş’taki Alman misyoner okulunda güvende olduğunu gören anneannem, annemi bu okula vermiş. Erkek kardeşi de muhtemelen yine Maraş çevresinde olan bir Cizvit okuluna gitmiş. Anneannem, anneme kendisi için geri döneceğini söylemiş, ancak bu sözünü tutamamış. Annemin nasıl soykırımdan kaçıp Maraş’tan Beyrut’a geldiğini bilmiyorum. Annesini hiçbir zaman göremeyeceğine dair korkusu ve okulun dışında yaşananlara dair bildikleri, o zamanlar takriben 10-12 yaşlarında bir çocuk olan annem için tarifsiz bir dehşet anlamına gelmiş olmalı. Kardeşi de anlaşılan o ki, öldürülmüş. Annem savaşın sonunda diğer çocuklarla beraber okuldan alındı ve bir kısmı Ermeni olan öğretmenlerle beraber Yunanistan’a götürüldü. Annem ve babam muhtemelen Fransa’nın Marsilya kentinde görücü usulü evlendiler ve ABD’ye gidene kadar bir süre orada yaşadılar.
Hayatının farklı dönemlerinde aile hikayene ilişkin farklı yaklaşımlara sahip olduğunu söylüyorsun. Bunu nasıl açıklıyorsun?
Büyürken kendimi gittikçe artan bir biçimde işçi ailelerine mensup ikinci nesil Amerikalı bir kitleye ait hissettim, kendim gibi çocuklarla arkadaşlık ettim. Ermenilerin tarihsel kaderleriyle ilgilenmemiştim, bilgim de yoktu. Soykırımla ilgili hiçbir şey bilmiyordum. Babam, bir papaz ailesinden gelmesine rağmen, uzun bir süre Ermeni kilisesi çevresinden uzak durdu, bizimki gibi Diaspora toplulukları içinde bu çevreler, kültürel bir buluşmanın merkeziydi. Annemin Ermeni kilisesiyle pek bir ilişkisi yoktu. Anadolu’daki hayatını özlediğine dair bir izlenim hiç edinmedim, ABD’ye gelmeden önceki yıllara dair bir konuşmamız hiç olmamıştı. Yaşlandıkça eski hayatına dair romantik hatıraları daha fazla aktaran babamın aksine, annem ABD’ye yerleştikten sonra, Anadolu’ya tamamen sırtını dönmüştü. Gerek annemin gerekse babamın bizden önceki dünyaları ve tecrübeleri üzerine konuşmayı reddetmeleri sebebiyle, hiçbirimiz bugün bazı cevapları bilmemizi sağlayacak soruları sormaya cesaret edemedik. Elimden geldiği ölçüde hatıraları netleştirmeye çalıştım, ancak korkarım ki suskunluklarının yarattığı o büyük boşluğa tam olarak nüfuz etmeyi başaramadım.
Annem ve babam, bizden bir şey gizlediklerinde sık sık Türkçe konuşurlardı. Gençlik yıllarımda Ermeni dili üzerine çalıştığım kısa bir dönem oldu. Bu şekilde Ermenice okuma yazmayı öğrendim ve kendimi Ermenilerin tarihsel kültürüyle özdeşleştirmeye başladım. Ermeni Devrimci Federasyonu’nun gençlik örgütüne katıldım ve üzerine bir tartışma başlayan makalemin örgütün gazetesinde yayımlanmasına kadar aktif kaldım. Makalede Ermeni ve Türk müziği, yemeği veya dansları arasında, isimleri farklı olmasına rağmen büyük ölçüde bir fark olmadığını savunmuştum. Bu bir eleştiri yağmurunu ve kınamaları beraberinde getirdi, ben de bunun üzerine kimsenin hem Amerikalı bir Ermeni, hem de özeleştirel olamayacağına kanaat getirdim. Böylelikle, o zamanlar hayatımı, bireysel olarak tecrübe etmediğim, hakkında ancak Ermeni sosyal buluşmaları sırasında yaşlıların kendi arasında yaptığı konuşmalara kulak misafiri olarak bilgi sahibi olduğum bir soykırım etrafında yaşamak istemediğime karar verdim.
Ancak, aslında ailem hakkında ne kadar az şey bildiğimin, onları ne kadar az tanıdığımın farkına varmam yıllar sonra olacaktı. ABD’ye geldikten sonra yaşadıkları ikinci hayatta kalma mücadelesi öncesinde yaşadıklarının, içinden çıkıp geldikleri bu dünyanın ve bu dünya ile beraber yok olan akrabaların hiçbir zaman bilmediğim ve bir daha da öğrenemeyeceğim gerçekliği üzerine düşünmeye başladım. Soykırımın kendi kişisel mirasımın büyük bir parçası olduğunun bilincine çok geç varabildim. Soykırım, kendim tecrübe etmemiş olsam da, tüm bu zaman boyunca hayatımı bir gölge gibi örtmüştü. Kardeşlerim ve ben, soykırımın etkileri ve ailemizin derin sessizliği tarafından temsil edilen o yitip geçmiş hayatlar ile birlikte büyümüştük.
*Halis Yıldırım: LMU Münih Üniversitesi’nde felsefe doktorası yapmıştır. Bu alandaki çalışmalarını sürdürmekte, Hegel, Gramsci ve Benjamin’de tarih anlayışı ve Ermeni soykırımı konuları ile ilgilenmektedir.