Hrant Dink Vakfı’nın düzenlediği ve 18-19 Ekim’de Vakfın salonunda gerçekleştirilecek ‘Kayseri ve Çevresi Toplumsal, Kültürel ve Ekonomik Tarihi Konferansı'nın Şişli Kaymakamlığı tarafından yasaklanması üzerine konferansa katılıp tebliğ sunmaya hazırlanan bilim insanları ile konuştuk ve “Konferans yapılabilseydi nasıl bir sunum yapacaktınız?” sorusu üzerinde durduk. Konferansa katılamayan akademisyenlerin yanıtlarını sunuyoruz.
Bereketli Madeni ve yerel güç ilişkileri
Özellikle antropoloji alanındaki çalışmalarıyla bilinen Prof. Dr. Suavi Aydın Bereketli Madeni üzerine bir sunum yapacaktı. Aydın şunları söyledi:
“Bugünkü Çamardı ve Pozantı ilçeleri sınırları içinde kalan kurşun madenleri özellikle mühimmat üretimi bakımından Osmanlı merkezi için vazgeçilmez önemde bir alandır. Osmanlı merkezinin burayı doğrudan işletme olanağının bulunmadığı bir çağda bulunan çözüm bu işletme yetki ve görevini yerel güç odaklarına terk etmekti. Bu tasarrufun 19. yüzyılın başında yükselen ve Osmanlı merkezine meydan okuyan bir güç olarak Yozgat merkezli Çapanoğullarına bırakıldığı görülür. Ancak Çapanoğlu-merkez ilişkisinin çatışmaya dönüşmesiyle bu imtiyaz için başka güçlerin arandığı ve bu kez Çukurova merkezli Menemencioğlu aşiretinin Osmanlı adına ve Çapanoğlu’na karşı bu tasarrufu üstlendiği, Menemenci-Osmanlı çekişmesi ortaya çıktığında da Menemencilerin tasfiye edildiği ve Osmanlı merkezi ile finansal ilişki içine giren başka finans mültezimlerinin devreye girdiği görülür. Bu rekabetleri düzenlemek için tarafların kendi lehlerine nüfus hareketlerini kontrol etmeye giriştiği ve yöreye o zaman için yabancı olan grupları yerleştirdikleri görülür. Bunlar arasında Gümüşhane Rumları ve Bulgarlar gibi Hıristiyan madenciler de vardır. Bu yerleşim dinamiği içinde konar-göçerler için vazgeçilmez önemde olan Bereketli Madeni yaylalıklarının da çatışmalara konu olduğu, ayrıca kurşun taşımacılığını üstlenen bazı Yörük aşiretlerinin Osmanlı merkezince korunmaya çalışıldığı da müşahade edilir. Bu dinamizm, aynı zamanda Kayseri-Çukurova iktisadî ilişkilerini şekillendiren etkilere sahiptir. Pamuk üretiminin artışı ile birlikte yerel güçlerin kontrol ettiği bu aks Çukurova’nın talep ettiği işgücü akımının önemli mecralarından biri haline gelir. Özetle, Bereketli Madeni’nin 19. yüzyılda şekillenen Kayseri ve Çukurova ekonomisi ile nüfus örüntüsü üzerinde belirleyici bir etkisi olmuştur. Bu bildiri 19. yüzyılda bu stratejik madenin yarattığı ve bugünkü demografiyi de belirleyen insan ve iktidar ilişkilerine odaklanmıştı.”
“Toprak Türk’ün, taş Rum’un”
ABD’de çalışmalarını sürdüren tarihçi Tom Papademetriou, konferansta “1850 Yılında Kayseri’deki Rum Ortodoks Ayios Nikolaos Kilisesi’nin Yeniden İnşası Konusundaki Rum-Ermeni Çatışmaları” başlıklı bir sunum yapacaktı. Papademetriou, şu değerlendirmeyi yaptı:
“Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinde, Kayseri ve çevresindeki köylerde yaşayan gayrimüslim topluluklar, yeni kiliseler inşa etmek, mevcut kilise binalarını yeniden inşa etmek ya da onarmak için girişimlerde bulunmuşlardır. Önceki dönemlerde devletin, kiliselerin inşası konusunda getirdiği çeşitli kısıtlamalar 18. yüzyıl sonları ve 19. yüzyılda yapılan reformlarla hafifletilir. Hem din adamlarının hem de ruhban sınıfından olmayanların, bu iddialı projeleri hayata geçirirken karşılaştıkları asıl zorluklar, mali kaynak oluşturmak, mimar ve yapı ustaları tutmak ve devletten izin almakla ilgilidir. Ayrıca, inşaat için malzeme ve taş bulmak gibi bir mesele de vardır.
1850 yılında, Kayseri Rum cemaati, kent merkezindeki Ayios Nikolaos Kilisesi’ni yeniden inşa etme girişiminde bulunduğunda, Ermeni cemaatiyle doğrudan bir karşılaşma yaşar. Rum cemaati, eski bir mezarlığın, harabe halinde olan ve Ayios Merkurios adını taşıdığı düşünülen kilisesinden ‘eski taşlar’ı alıp yeniden kullanıma sokmaya çalışır. Ermeni cemaati, mezarlığın ve taşların kendisine ait olduğunu iddia ederek buna karşı çıkar. Hatta Ermeniler –o dönemde, Nikolaos Kilisesi’yle ilgili çalışmaların durdurulması için Ermenilerin tarafını tutan– Osmanlı yetkililerine şikâyette bulunmadan önce Rumları tehdit eder. Rum cemaati, buna karşılık olarak İstanbul’daki Osmanlı yetkililerine başvurur ve İstanbul’daki yetkililer Rumların lehinde hüküm verir. Kapadokya’da birçok kilise inşa ettirmiş olan Kayseri Metropoliti Paisios, bunun üzerine hemen İstanbul’a gidip davayı Meclis-i Vâlâ-yı Ahkâm-ı Adliye’ye (Yargıtay-Danıştay) taşır ve Kayseri’ye, taşların Rumlara ait olduğu yönündeki mahkeme kararıyla döner. Kazandıkları zaferin heyecanını yaşayan Rumlar, kiliseyi inşa ederken, içinde “Toprak Türk’ün, taş Rum’un” sözlerinin geçtiği bir şarkı söylerler.
Bu anlaşmazlık, Atina’daki Küçük Asya Araştırmaları Merkezi’nde Kayserili Lozan mübadilleriyle 1950’lerde yapılan birçok sözlü tarih mülakatında geçer. Olaya dair hafıza, bu topluluk için büyük önem taşımaktadır. Ancak Osmanlı resmî belgeleri de, meseleyi hemen hemen aynı vurgularla ve aynı olaylar silsilesi içinde ortaya koyar. Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nde, Meclis-i Vâlâ-yı Ahkâm-ı Adliye’nin doğrudan bu davayla ilgili kararlarının yer aldığı, 1850 yılına ait çeşitli belgeler bulunmaktadır. Bu sözlü tarih ve Osmanlı belgeleri bir arada kullanıldığında, önemli olayların devlet tarafından nasıl belgelendiği ve cemaat tarafından nasıl hatırlandığı anlaşılabiliyor. Bu kaynaklar, yaşanan ihtilafa açıklık getirmenin yanısıra, ihtilafın Rum cemaati tarafından nasıl yorumlandığına da ışık tutuyor.”
Kapadokya’daki Protestan Rumların hikayesi
Prof. Dr. Elçin Macar Kapadokya’daki Protestan Rumlar konusunda bir sunum yapacaktı. Macar, şunları söyledi:
“Konuşabilseydim, 19. yüzyılda Kapadokya Rumlarına yönelik Protestan misyonerliğinden ve bunun sonucunda bölgede ortaya çıkan Protestan Rumlardan söz edecektim. Bu konu Yunan tarihyazımının da Türk tarihyazımının da ihmal ettiği bir konudur. Bu bölgede bazı yerlerde birkaç Rumun Protestan olduğu örnekler varsa da, dört yerleşimde daha kalabalık grupların ortaya çıktığını görüyoruz: Zincidere, Talas, Ürgüp ve Kapadokya'nın ücra bir köyü olan Feke yakınlarındaki Gürümze.
Misyonerlerin ciddi miktarda Karamanlıca (Yunan alfabesiyle Türkçe) dini yayınlar, okullar ve hastanelerle Kapadokya Rumlarını etkilemeye çalıştıklarını, özellikle 19. yüzyılın son çeyreğinde Rum Patrikhanesi'nin Zincidere'yi merkez alarak misyonerliğe karşı koymaya çalıştığını görüyoruz.
Fiilen 1924'te gerçekleşen nüfus mübadelesi sırasında, bu konuda yetkili Karma Komisyon'un Katolik ve Protestan Rumların gitmek zorunda olmadığı kararı almasına rağmen her biri yaklaşık 25-30 hanelik olan bu Protestan cemaatler de Yunanistan'a gitmeyi tercih ettiler. Diğerleri dağılmış olsalar da, Gürümzeliler, Selanik'e bağlı Giannitsa (Osmanlı döneminde Yenice-i Vardar) kasabasının yakınlarında Neos Milotopos köyünü inşa ettiler. Köyün yaşlıları hala bölgenin ağzıyla Türkçe konuşmaya devam ediyorlar.”
Talas’ta kıtlık ve bir ailenin günlükleri
Dr. Özge Ertem ‘Talas’ta kıtlık ve Bartlett Ailesi’nin Günlükleri’ üzerine bir sunum yapacaktı. Ertem şunları söyledi:
“18-19 Ekim 2019 tarihlerinde Kayseri’de yapılması planlanan, ancak önce Kayseri’de sonra İstanbul’da olmak üzere iki kez yasaklanan konferansta, Kayseri halkının yaşadığı ortak bir felâketten, 1873-1875 yıllarındaki kıtlık ve açlık sırasında yazılmış bir günlükten bahsedecektim. Talas’taki Amerikalı bir Protestan misyoner ailenin tuttuğu günlükten: Lyman Bartlett ve eşi Cornelia Bartlett’in günlüğü.
Lyman Bartlett ve Cornelia Bartlett, Ankara’ya bağlı bir sancak olan Kayseri’ye, ABCFM (American Board of Commissioners for Foreign Missions) misyonerleri olarak 1867 yılında geldiler ve 1884 yılında İzmir’e geçene kadar Kayseri’de yaşadılar. Talas’a yerleştiler. 1873-1875 yılları arasında Orta Anadolu’da kıtlık felaketi yaşandığında, Talas’ta olayın birebir tanığı oldular ve felaket onların da gündelik hayatını derinden etkiledi. Bölgede binlerce insan ve hayvan açlık ve açlığın tetiklediği hastalıklar sonucunda öldü; köylerin ve merkezlerin demografik yapısı değişti; yoksulluk ve mecâlsizlik, göç ve kayıplardan geriye kalan her hâneye sindi. Lyman Bartlett’in günlüğünde Ermeni, Rum, Müslüman, Yahudi ve farklı dini gruplardan insanların hayatını ortak şekilde kesen felakete dair verdiği detaylar, tarih yazımında yakın zamana kadar göz ardı edilmiş bu olaya dair önemli veriler içeriyor.
Tıpkı Osmanlı devlet yazışmaları ya da diğer tarihi kaynaklar için geçerli olduğu gibi, misyoner kaynakları da belirli bakış açıları, öncelikler ve ideolojilerle üretilmiş belgeler. Lyman ve Cornelia Bartlett, Wilson Farnsworth, eşi Caroline Farnsworth, Elizabeth Giles, Sarah Closson, belli bir dönemde John Otis Barrows ve Merzifon’daki Rev. Schneider ile birlikte temel olarak Protestanlığı yayma misyonuyla bölgedeydiler. Öncelikleri buydu. Ancak, kıtlık esnasında, bölgede yardım faaliyetlerini yürüten en önemli ve etkin kişilerden oldular. Bıraktıkları kayıtlar, bu sebeple, Osmanlı devlet belgelerinin, özellikle de idari-bürokratik çerçevenin boşluklarını, yereldeki deneyimi kayıt altına alma biçimleriyle ciddi şekilde dolduruyor.
Tüm bu kaynakların arasında merceği iyice küçültmemize ve duruma, aktörlere, deneyime ve Talas’taki ruh haline daha dolaysız odaklanmamıza yardım eden günlükler ise oldukça özel bir yere sahip. Bunlar, Talas’ta kıtlık esnasında korolar, kiliseler, okullardaki ders programları ile ölümler, yoksullaşma, ekmek sorunu ve bölgedeki çaresizliğin nasıl iç içe geçtiğinin hikâyesini anlatıyor. Eğer konuşmamı yapabilseydim, şu soruları tartışacaktım: 1) Talas’ın farklı toplumları bu ortak felaketi nasıl yaşadı? 2) Bartlett ailesi kıtlığı nasıl deneyimledi ve anlattı? 3) Günlükler, felaket anlarına dair ne tür tarihsel kaynaklar ve kayıtlar oluşturuyor?
Lyman Bartlett, 2 Aralık 1874’te günlüğünde şöyle yazıyordu: “Bu yoksulluk ve biçarelik sabahtan geceye kadar aklımdan çıkmıyor. Hiçbir şey değilse, rüyamda görüyorum.”
Kıtlığın etkisi, resmî belgelere yansıyandan çok daha uzun bir zamana yayılıyor. Günlük ise, hem o göreli zamana, hem de bölgede o yıllar arasında Ermeniler, Türkler, Kürtler, Rumlar ve farklı pek çok gruptan insanı etkileyen felaketin hikâyesine bizi en çok yaklaştıran kaynaklardan biri.”
Adana Katliamı’nın Kayseri’ye sıçraması nasıl önlendi?
Dr. İhsan Seddar Kaynar 1909 Adana Katliamı’nın Kayseri’deki yansımaları üzerine bir konuşma yapacaktı. Kaynar şunları söyledi:
“Konferansı Kayseri'de valilik makamı eliyle, İstanbul'da Şişli Kaymakam'ı eliyle engellenmiş olması; yapılmış olmasından daha büyük bir ses getirdiğini düşünüyorum. Benim konferansta sunacağım tebliğ de, tam da buna benzer bir durumu anlatıyor. 31 Mart Vakası'nda İstanbul'da başlayan olaylarla eş zamanlı olarak Adana'da başlayan ve 1909 Adana Olayları olarak bilinen katliamların Anadolu'nun diğer yerleşim yerlerine sıçramasında mülki amirlerin rolünü anlatacaktım. Ankara Vilayeti'ne bağlı bir sancak olan Kayseri'de, vali Tevfik Bey'in mutasarrıf Cemal Bey ile telgraflaşmaları sonucunda, toplumlararası şiddet asılsız söylentilerle başlatılmamış, “Ermenilerin Müslümanlara saldıracağına dair sahte uyarılara” ve bunun yaratacağı kışkırtmaların katliama dönüşmesine engel olunmuştur. Ankara Valisi, Kayseri’deki mülki idareyi başarılı bir şekilde yönlendirmiş ve Ankara Vilayeti sınırları içinde şiddet ikliminin derinleşmesine izin vermemiştir. Halkın kışladan silahlanmasına göz yummamış ve onları engellemiştir.
Ben konferansta Vali Tevfik Bey açısından olayların gelişimini ve bir devlet adamı olgunluğuyla vilayet yönetildiğinde, mülki idarenin toplumlararası sorunların oluşumuna nasıl izin vermediğini anlatacaktım.”
Kilikya katliamları ve Mutasarrıf Cemal Bey
Öğretim Görevlisi Önder Uçar, ‘Kilikya Katliamları Sırasında Kayseri’de Etnik İlişkiler’ başlıklı bir sunum yapacaktı. Uçar şunları söyledi:
“Müslüman-Ermeni ilişkilerini Cumhurbaşkanlığı Osmanlı Arşivi’ndeki yazışmalar üzerinden özetlemeyi planlıyordum. Bu yazışmalar arasında, dönemin Kayseri mutasarrıfı Cemal (Keşmir) Bey’in yaşadığı dönüşümü yansıtan bazı belgeleri ön plana çıkaracaktım.
Söz konusu dönemde Kayseri’de üç kitle hareketi yaşanmıştı. Bunların her üçünde de Kayseri mutasarrıflarına kitlesel saldırılar yapılmıştı. İlk hareket, devrim sonrası Anadolu’nun farklı yerlerinde gerçekleşen ve II. Abdülhamid’in istibdat rejiminin sembol figürlerine yapılan saldırıların tipik bir örneğiydi. Bu hareketin sonunda mutasarrıf Ârifî Bey kalp krizi geçirerek hayatını kaybetmişti. İkinci kitlesel hareket, 1909 Ocak’ında, yeni mutasarrıf Cemal Bey’e karşı Müslüman kalabalıkların gerçekleştirdiği bir saldırıydı. Bu saldırının gerekçesi, Cemal Bey’in Ermenilere ‘fazla müsamaha’ göstermesi ve boş zamanlarını onlarla ‘uygunsuz’ bir şekilde geçirmesiydi. Saldırı sırasında Ermeni cemaati katledilme korkusuyla mahallelerine kapandılar. Cemal Bey saldırıda bir zarar görmedi, fakat saldırının faillerine karşı caydırıcı bir yaptırım uygulayamadı. Üçüncü kitlesel hareket, 1909 Nisan’ında, Kilikya veya Adana Katliamı olarak adlandırdığımız olayın akabinde gerçekleşmişti. Ermenilerin kendilerine kitlesel bir saldırı yapacağını, Cemal Bey’in de onlarla iş birliği içerisinde olduğunu iddia eden Müslüman kitle, silah deposunu basmaya ve Cemal Bey’e saldırmaya kalktı. Bu hareket sırasında da katliam korkusuyla Ermeni cemaati yine mahallelerine kapandılar.
Cemal Bey bu hareketler esnasında, Ermeni cemaatinin katledilmesine engel olmak için gereken tedbirleri almaya çalışan bir bürokrattı. Bu tavrını ileriki yıllarda da sürdürecekti: 1915’de Ermenilerin imhası politikasına karşı çıktığı için Harput Valiliği’nden azledilecekti. Millî Mücadele’ye karşı çıkan Cemal Bey, bir mülakatında sekiz yüz bin Osmanlı Ermeni’sinin katledildiğini söylemesi sebebiyle, karşıtları tarafından ‘Artin Cemal’ olarak adlandırılacaktı.
Bu profiline karşın Cemal Bey’in Kayseri’deki görevinin başlarında, bölgedeki Ermeniler hakkında, dedikodu çıkarmak, silahlanmak, aşırı milliyetçi sembolleri teşhir etmek gibi ciddi ithamlarda bulunduğuna dair yazışmaları paylaşacaktım. Harput, Merzifon, Antep ve Adana’daki Amerikan misyonerlerinin de benzer ithamlarda bulunduklarına dair yazışmalardan örnekler vererek, 1908 Devrimi’nin başında gündelik hayatta ortaya çıkan yeni bazı Ermeni öznelliklerinin, Ermenilerin temel haklarına ve yeni rejimin değerlerine samimi bir şekilde bağlı olan figürleri dahi sarsmış olabileceğine dair işaretler olduğunu iddia edecektim. Bununla birlikte, bu sarsıntının Kilikya Katliamı ile ortaya çıkan reaksiyona asla bir gerekçe olamayacağını, aksine katliamın faillerinin bu sarsılmayı kendi korkunç eylemlerini meşrulaştırmada kullanmış olabileceklerini iddia edecektim.”
Koca Yorgaki Dandini ve Karamanlılar’ın stereotipleştirilmesi
Öğretim görevlisi Şehnaz Şişmanoğlu Şimşek ‘Osmanlı Sahnesinde Bir Kayserili: Sersem Koca Yorgaki Dandini’ başlıklı bir sunum yapacaktı. Şimşek şunları söyledi:
“1923 Türk-Yunan nüfus mübadelesi öncesinde Kayseri, ‘Karamanlılar’ olarak bilinen Türkofon Anadolulu Ortodoks Hristiyanlar için de önemli bir merkezdir. Bazı Türkçe ve Yunanca edebi ürünlerde gördüğümüz Kayserili tiplemesi ise Anadolu Hristiyanlara bazı tarihsel ve sosyolojik nedenlerle atfedilen eğitimsiz, görgüsüz, kaba saba vb. özelliklerin stereotipleştiği bir örnek olarak değerlendirilebilir. Yesari’nin Bir Namus Meselesi neredeyse bütün karakterleri ‘paragöz’, ‘çıkarcı’ ama aynı zamanda becerikli Hristiyan Kayserili esnaf ve tüccardan oluşan ilginç bir metindir. Sonraki dönemlerde ise bilinen sebeplerle Karamanlı tipinin Türkleştiği söylenebilir. Türkleşen bu tipin en popüler örneği ise Türkiye televizyon tarihinin en uzun dizilerinden biri olan Kaynanalar (1974) dizisindeki Kayserili iş adamı Nöri ve karısı Nöriye Kantar’dır.
Bu çalışmanın konusu olan Haldun Taner’in Sersem Kocanın Kurnaz Karısı (1969) oyununda ise Molière’in George Dandin (1668) komedisinin 3 farklı biçimde (Kıskanç Herif, Yorgaki Dandini –Ahmet Vefik Paşa uyarlaması- ve SKKK olarak) sahnelenmesi konu edilmektedir. Oyundaki kurmaca karakterler Ahmet Vefik Paşa, Tomas Fasulyeciyan, Ahmet Fehim, Hıranuş, Holas, Satenik, Küçük İsmail, Virjinya Zagakyan gibi Osmanlı tiyatrosuna büyük katkıları olan tarihsel kişiliklerdir. Moliere’in oyununda ve dolayısıyla SKKK’de temel çatışma üst sınıftan bir evlilik yapmış olan köylü George Dandin’in eşinin ailesi tarafından sürekli küçük görülmesi ve karısı tarafından aldatılmasına rağmen sonunda hep haksız çıkmasıdır. Ahmet Vefik Paşa, Fransız aristokrasisi ve köylüsü arasında geçen bu çatışmayı Osmanlı-Rum toplumuna uyarlamış ve hali hazırda mevcut olan stereotipleşmiş ‘cahil’ Karamanlı tipini tarihsel olarak da geçerli olan Fenerli Rumlarla bir karşıtlığa dönüştürmüştür. Öte yandan, Haldun Taner’in oyunda tarihi kişilikleri konuştururken kurduğu söylem Fenerli Rumların ve Anadolulu Hristiyan köylünün yeterince ‘bizden’ ve ‘yerli’ olmadığıdır. Nitekim, oyunun 3. perdesinde -Ermeni tiyatrocuların görünürlüğüne rağmen- George Dandin oyunu “ideal bir sahneleme biçimi” olarak tamamen ‘Müslüman’ ve ‘yerli’ karakterlerden oluşan bir tuluata dönüşmüştür. Benzer bir tartışma, SKKK’den 5 yıl önce 1964’te sahnelenmeye başlayan Keşanlı Ali Destanı’nda, Ankara Altındağlı Kürt Cemali’nin Türkleştirilerek Keşanlı Ali’ye dönüştürülmesinde de gündeme gelmiştir. Sonuç olarak, SKKK oyunu, Kayserili Yorgaki Dandiniler’in Himmet Ağalar’a dönüşmesinin de bir metaforu olarak okunabilir.”
Gülbenkyanlar’ın hikâyesi
Akademisyen Cafer Sarıkaya, ‘Kayserili bir Ermeni Tüccar Ailesi’nin öyküsü: Gülbenkyanlar’ başlıklı bir sunum yapacaktı. Sarıkaya şunları söyledi:
“Sunumumda Gülbenkyanlar ile ilk ne zaman karşılaştığımı ve neden bu ailenin hikâyesini merak ettiğimi anlatacaktım. ‘Bay Yüzde Beş’ (Mr. Five Percent) lakabıyla uluslararası petrol sanayiinin doğmasında ve gelişmesinde önemli rol oynamış Kalust Sarkis Gülbenkyan, 29 Mart 1869’da İstanbul’da doğmuş ve 20 Temmuz 1955’te de Lizbon’da vefat etmişti. Peki Gülbenkyan Vakfı neden Lizbon’da kurulmuştu? Gülbenkyanlara ait zengin fotoğraf albümlerinden derlediğim sunumumda Kalust Gülbenkyan Vakfı ve Müzesi ile birlikte Kudüs Ermeni Patrikhanesi içinde bulunan Kalust Gülbenkyan Kütüphanesi hakkında bilgiler verecektim. Gülbenkyanlarla ilgili anı, hatırat, biyografi, otobiyografi ve diğer kaynaklarda söz konusu ailenin Kayseri merkezinde Talas kökenleriyle ilgili neden yok denecek kadar az bilginin olduğunu açıklayacaktım 1915 öncesi ve sonrası Talas’taki Ermeni hayatı hakkında detaylı bilgiler paylaştıktan sonra Gülbenkyanların Kayseri ve Elazığ çevresinin toplumsal, kültürel ve ekonomik tarihindeki öneminden daha detaylı bahsedecektim. 1935 yılında, Türkiye Cumhuriyeti’nin izni olmaksızın İngiliz vatandaşlığına geçtikleri gerekçesiyle Gülbenkyan ailesinin toplu olarak nasıl vatandaşlıktan çıkarıldıklarını ve daha sonra Kalust Gülbenkyan’nın oğlu Nubar’ın neden tekrar Türkiye vatandaşı olmak istediğini anlatacaktım. Türkiye ile bağları kopmasına rağmen ailenin Avrupa’daki Türk diplomatları ile olan yakın ilişkilerine şahit olanların aktarımlarını paylaşacaktım. Kalust Gülbenkyan’nın Kayserili kimliğinin izlerini Türk basınında arayınca karşımıza neler çıktığını da görecektik.”
1915 sonrası Ürdün’de kalan Çomaklı Ermenileri ve onların hikâyesi
Konferansa bir tebliğ sunmaya hazırlanan ancak yasak kararı üzerine tebliğini sunamayan Anna Ohannesian Charpin Kayseri’den Ürdün’e gitmek zorunda kalan kadınların hikayesini anlatacaktı. Charpin şunları söyledi:
“Antropolog olarak çalışıyorum. Yıllar önce Ürdün üzerine çalışmaya başladım. Özel olarak çalıştığım konu Ürdün’ün güneyindeki Bedevi aşiretler üzerinedir. Bu konuda çalışırken bir kişi ile karşılaştım ve o bana dedi ki “Annem Ermenidir.” Bu benim için biraz şaşırtıcı oldu. “Bana Ermenice bir kelime söyle” dedim, o da ‘Çur’ (Su) dedi ve annesinin hikayesini anlatmaya başladı. Böylece ben de konu üzerine daha detaylı çalışmaya başladım Evet Amman’da soykırım sonrası gelen Ermeni bir topluluk var. Ki bilinen bir topluluktur. Ama Ürdün’ün güneyinden bahsediyoruz, Bu konuyu anlatmak istemiştim çünkü Ürdün’ün güneyine yönelik sürgün çok bilinen bir konu değil. Ve benim konum şudur: 1918’de geri dönmeyen ve orada kalan kişilerin başına ne geldi? Nasıl bir hayatları oldu? Bu insanların büyük bölümü kadınlardı. Çoğu 15-16 yaşlarındaki genç kızlardı, Bedevilerle evlendiler. Bu tabii hayatta kalmak içindi, büyük oranda. Çocukları olunca orada kalmayı tercih ettiler. 13 ya da 15 kadın orada kalmayı tercih etti. Oradaki Bedevi topluluğu tarafından iyi bir şekilde kabul edildiler. Benim ilgim buradan geliyor. Ne oldu? Ve başka bir soru da var ki, onlar, yani çocuklar için Ermeni olmak ne ifade ediyordu? “Annem Ermeniydi” diyorlardı ama ne anlama geliyordu bu?
Ermenilerin tarihi üzerine bir fikirleri pek yoktu. Peki bu kadınlar kültürel açıdan nasıl bir miras bırakabilmişlerdi? Anladım ki Hayr Mer (Göklerdeki Babamız) duasını aktarabilmişlerdi ya da bazı çocuk şarkılarını, ya da Paskalya’da yumurta boyama geleneğini. Ve bu kadınların büyük bölümü Kayseri Çomaklı’dandı. Hem Çomaklı’yı hem de kendi sürgün hikayelerini de aktarmışlardı. Bu hikâye içinde ilginç tarihler var. 1950’lerde Doktor Nersesyan isimli birisi, ki sürgün sonrası Ma’an’da yaşamış ve sonra Yunanistan’a dönmüş birisidir, yıllar sonra Kudüs’e gidiyor hacı olmak için. Oraya gidince Ma’an’da yani Ürdün’de bahsettiğim bölgedeki çocukluk günlerini hatırlıyor ve oraya gidip bir dua etmeyi arzu ediyor. Orada hala Ermeniler olacağını hiç tahmin etmemiş. Kadınlar o zaman bir Ermeni geldiğini duyunca ilginç bir buluşma oluyor. Resimler çekiliyor. Ve 1950’lerde New York’ta bir dergi yayınlanıyor. Bu dergiyi Çomaklı Ermenileri çıkarıyor. Nersesyan orada Ma’an’a gidiş hikâyesini anlatıyor ve orada yaşayan Ermeni kadınların isim listelerini yayınlıyor. Ne zaman ki Çomaklılı Ermeniler bu isimleri okuyor, akrabalarını buluyorlar. 1950’den 1967’ye yani Arap- İsrail savaşına kadar dünyanın birçok yerinden Ermeniler Ma’an’a gelip kendi akrabalarını tanıyorlar. Bütün bu süreç içinde Ma’an enternasyonal bir bölgeye dönüşmüş. İşte bütün bunları anlatacaktım.”