Ermenistan’da 2018 yılında yaşanan değişimler, Karabağ uyuşmazlığı konusunda herhangi bir devrimci söylem üretmedi. Görünen o ki, Yerevan’da da, Bakü’de de, siyasi elitler bu çatışmanın nasıl çözülebileceğine dair bir tahayyülden yoksun. Buradan, diaspora Ermenilerine ve yurtdışında yaşayan Azerilere, cesur bir girişimde bulunup yeni bir diyalog başlatmaları için çağrıda bulunuyorum. Böyle bir adımla, belki, anavatanlarının geleceği açısından belirleyici bir önem taşıyan ama yaklaşık yirmi yıldır ‘felç’ durumunda olan bir süreci harekete geçirebilirler.
Yirmi yıl önce, Haziran 1999’da, Ermenistan, Karabağ ve Gürcistan’dan bir grup gazeteciyle birlikte Bakü’ye gitmiştim. Güney Kafkasya’daki gazetecilere çatışma hattının ‘öteki tarafı’nı görme, komşu ülkedeki meslektaşları ve siyasetçilerle bir araya gelip fikir alışverişinde bulunma fırsatı sunmak amacıyla, 1997’de başlattığım bir proje kapsamında yapılan bir geziydi bu. “Sonuçta hepsi de Sovyetler Birliği’ne üye değil miydi bu ülkelerin?” diye düşünüyordum. Gazeteciler ‘öteki’nin kaygılarını, korkularını ve umutlarını bilirlerse daha incelikli bir habercilik yapabilir, dolayısıyla kamuoyunda karşılıklı anlayışa yönelik bir etki yaratabilir ve nihayetinde çatışma çözümüne katkıda bulunabilirlerdi.
Bakü ziyareti nasıl gerçekleşmişti?
Bakü’yü, seneler süren çabalar sonucunda ziyaret edebilmiştik. Bakü ziyareti ise başka bir hikâye... O dönemde, bugün de olduğu gibi, Ermenistan vatandaşları ve etnik olarak Ermeni kimliği taşıyanlar Azerbaycan’a giremiyordu. Öncelikle, böyle bir gezinin gerektirdiği güvenlik garantisini sağlamak için Azerbaycan liderleriyle dolaylı olarak temasa geçmeye çalıştım. Bir buçuk yıl içinde beş farklı kanaldan yaptığım girişimlerin ardından, Cumhurbaşkanı’nın danışmanı Vafa Guluzade’yle dolaylı şekilde temas kurmayı başardım; Guluzade, Azerbaycan lideri Haydar Aliyev’le gazetecilerin ziyaret isteği konusunda bizzat konuştu. Bu sayede Bakü’ye gidebildik ve Sovyetler sonrası dönemde gazeteciliğin karşı karşıya olduğu güçlüklere dair atölyemizi orada yaptık. Ardından, farklı etnik kimliklerden gazetecilerin yer aldığı grubumuz, Azerbaycan liderleriyle bir araya geldi. Vefa Guluzade’yle (çok iyi Arapça biliyordu) hemen her gün görüştük; daha sonra Dışişleri Bakanı Tofik Zülfükarov’la, İsa Kamber ve Zerdüşt Alizade gibi muhalefet liderleriyle ve birçok diğer isimle görüşmeler yaptık.
Gezinin zirve noktası, Haydar Aliyev’in, Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nda düzenlediği basın toplantısıydı. Yaşı epey ilerlemiş olan siyasetçi, diyalog çabalarımızı takdirle karşılıyor ve şöyle diyordu: “Karşılıklı güvenin tesis edilmesi son derece önemli. Bu ortamda, gazetecilerin girişimi desteklenmeyi hak ediyor. Gazetecilerin çok şey yapabileceği kanaatindeyim. Birkaç sene önce böyle ziyaretleri, bir grup Ermeni’nin Bakü’ye gelebileceğini ya da tam tersini hayal etmek bile zordu. Siz gazeteciler, bu tür alışverişlerle bizim stratejik hedefimize hizmet ediyorsunuz. Ben bunu Transkafkasya’da barışa uzanacak zincirin bir halkası olarak görüyorum.”
Haydar Aliyev’in çatışma çözümüne dair net bir formülü de vardı: “Uluslararası teamüllerdeki en yüksek statü olan özyönetim.”
Sadece birkaç ay sonra, cumhurbaşkanları Haydar Aliyev ve Robert Koçaryan’ın, Cenevre’nin bir banliyösü olan Versoix’daki bir villadan çıkarken gördüğümde, bir ‘stratejik hedef’e nasıl hizmet ettiğimizi anladım. Aliyev ve Koçaryan, Karabağ uzlaşmazlığına diplomatik bir çözüm getirmek için ciddi bir çaba gösterme konusunda anlaşmıştı. O yazın ilerleyen günlerinde bir toplantı maratonuna başlayacaklar, devamında 2001’de Key West’te yapılan toplantı gelecek ve nihayetinde bu girişimler başarıya ulaşamayacaktı. Aliyev kendi kamuoyunu, yaklaşan müzakarelere hazırlamamızı istemişti. Salt cumhurbaşkanları ve dış işleri bakanlarının çabalarıyla barışın sağlanamayacağını anlamıştı. Aliyev ve Koçaryan’ın yoğun çabaları herhangi bir sonuç vermedi. Peki, aradan geçen yirmi yılın ardından, Ermenistan-Azerbaycan diyaloğunda hangi noktada bulunuyoruz?
Yeni bir yaklaşım gerekiyor
Bugün Ermenistan-Azerbaycan diyaloğu donmuş durumda; üstelik, çatışmanın diplomatik yollarla çözümü için çalışmaların yürütülebileceği, istikrarla geçen çok kıymetli bir yirmi yılı yitirdik. Haydar Aliyev’in oğlu İlham Aliyev’in iktidara geldiği 2003 yılından bu yana, Azerbaycan’ın resmî söylemi giderek daha saldırgan, daha tehditkâr, daha maksimalist bir hal aldı. İlham Aliyev, hatalı bir şekilde, petrol gelirinin Azerbaycan’a vereceği güçle, bu kadar karmaşık bir meselede Ermenilere kendi isteğini dayatabileceğini düşündü. Fakat elde edilen tek sonuç, sürecin donması oldu; Azerbaycan, kendisine uzlaşmazlığı gücünün zirvesindeyken çözme şansı sunan, önemli bir fırsatı kaçırdı.
Kıymetli bir vakit yitirildi. Azerbaycan’da Ermenileri tanımayan ve ‘Ermeni’yi insandışı bir varlık olarak sunan, canavarlaştıran bir resmî propagandayla beslenen bir yeni kuşak geliyor. Azerilerin, Ermeni komşularını özlemle andığı o günler geride kaldı. 1999’da Bakü’ye yaptığım gezide tanıştığım Azerilerin büyük çoğunluğunun, geçmişte komşu, iş arkadaşı, dost oldukları Ermenilere dair olumlu anıları vardı. “Tüm bunlar ne zaman bitecek?” diye soruyorlardı. Genç Azeriler aynı insani tecrübeye sahip değil. Sonuç olarak, bugün herhangi bir şekilde diyalog kurulması, yirmi yıl öncesine göre çok daha zor.
Paşinyan’ın tutumu
Nikol Paşinyan iktidara geldikten sonra müzakere sürecini demokratikleştirerek ortadaki kördüğümü çözeceğine dair söz vermiş, hem Ermeni hem de Azeri kamuoyunun katılımı olmadan bir çözümün mümkün olmadığını söylemişti. Fakat kısa süre içinde, Paşinyan gitgide daha da milliyetçi bir renk alan açıklamalar yapmaya başladı; hatta, her türlü “toprak tavizi”ne karşı çıkıp “Karabağ ile Ermenistan’ın birleşmesi”ni savunarak, Serj Sarkisyan’ın pozisyonunun bile ötesine geçti. Paşinyan Karabağ konusunda devrimci olmayan, üstelik hem bir kafa karışıklığını yansıtan, hem de kafa karıştıran bir duruş sergiliyor. Uluslararası camiaya hitap ederken bir açıklama, yurtiçindeki seçmenlerine hitap ederken ya da Karabağ’a gittiğinde başka bir açıklama yapıyor sanki.
Diasporalar arası diyalog
Bu kördüğümü nasıl çözebiliriz? Öncelikle, Ermenistan’ın ve Azerbaycan’ın siyasi liderlerinin, Karabağ konusunda ateşkes anlaşmasının imzalandığı 1994 yılından bugüne, 25 yıl boyunca bir çözüm bulamadığını kabul edelim. Bu uyuşmazlıktan rahatsızlık duymayan siyasi elitlerin statükoyu değiştireceğini tahayyül etmek zor. Diğer yandan, köklü dönüşümler geçiren Ermeni ve Azeri halklarının dünyaya dair bilgileri ve tecrübeleri genişledi. Milliyetçi propaganda halen birçok insanı ikna ediyor olabilir ama artık tatmin etmedikleri de var. Binlerce Ermeni ve Azeri Kafkasya’yı terk etti; artık, güçler ayrılığı ve hukukun üstünlüğünün gerçekten var olduğu demokratik ülkeler de dahil olmak üzere, çok çeşitli yerlerde yaşıyorlar. Birçoğu, militarist milliyetçiliğin, uyuşmazlığın barışçıl yollarla çözümünün yanı sıra, ülkelerindeki demokratikleşme ve gelişim süreçleriyle de bağdaşmadığını biliyor.
Haydar Aliyev’in 1999 yılında dile getirdiği, Karabağ Ermenilerine en üst düzey özerkliğin tanınması teklifine dönecek olursak, bugün hepimiz biliyoruz ki Azerbaycan bunu yapamaz, çünkü ülkeyi yöneten elit kesim, kendi halkının temel özgürlüklerine dahi hoşgörü göstermiyor. Ülkede demokrasi olmadıkça, insan haklarına saygı gösterilmedikçe, binlerce Azeri akademisyen, hukukçu, gazeteci hapse atılmış ya da sürgün yollarını tercih ederken, Azerbaycan Karabağ uyuşmazlığına dair barışçıl bir çözüm önerisi getiremez.
Mesele siyasi elitlerle sınırlı değil; aydın kesim milliyetçi ve militarist propagandaya katkıda bulundukça ya da konu bu zorlu etnik-bölgesel uzlaşmazlığa geldiğinde sessiz kaldıkça, otokrasinin esiri olmaya devam edecek ve insan hakları ve hukukun üstünlüğü yolunda ilerlemeyi başaramayacak.
Sorumluluk zamanı
Ateşkesin üzerinden geçen 25 yıl, yalnızca Ermenistan ve Azerbaycan cumhurbaşkanları ve dışişleri bakanlarının başarısızlığı olarak görülmemeli. Bu başarısızlık aynı zamanda, iki ülkenin, radikal bir savaş karşıtı söylem geliştiremeyen aydın kesimine ait; onların da bu sorumluluğu üstlenmelerinin zamanı geldi.
Batı ülkelerinin üniversitelerinde tarih, siyaset bilimi, hukuk vb. eğitimi almış binlerce Azeri var. Onlarca Azeri aydın, gazeteci, hukukçu, yazar, onlarca Azeri aydın, anavatanlarında tutuklanıp hapse atılmalarının ardından, artık sürgünde. Yeni Azeri diasporasını onlar oluşturuyor. Acaba, milliyetçilik, savaş, yolsuzluk ve insan hakları ihlallerinin birbiriyle bağlantılı olduğunun farkındalar mı?
Bakü’deki siyasi elitler için, ‘Ermenistan Diasporası’ bir hedef teşkil ediyor; diasporalı Ermeniler ‘aşırılıkçı’ ve ‘milliyetçi’ olarak nitelendiriliyor, ‘düşman’ olarak resmediliyor. Azerbaycan’a girmeleri yasak; girerlerse tutuklanabilir ve ülkeden çıkarılabilirler. Bu ‘milliyetçi Ermeni Diasporası’ imgesi uluslararası medya ve bilim insanları arasında da yaygın. Açıkça söyleyeyim: Tanıdığım diasporalı Ermeniler arasında, Ermenistan ve Karabağ halklarının geleceği konusunda duyarlı olmayan tek bir kişi bile yok. Fakat bu, diasporalı Ermenilerin Azerbaycan halkının kötülüğünü istediği anlamına gelmiyor. Yukarıda anlattığım çalışmalarım, hakikatin resmî propagandayla nasıl çeliştiğini kanıtlıyor. Yıllarca, Ermenistan VE Azerbaycan için, diyalog, anlayış ve barışın gelişmesine katkıda bulunmaya çalıştım. Bunu yapan bir tek ben değilim; Ortadoğu’dan Afrika’ya, Balkanlardan Orta Asya’ya kadar birçok yerde insan hakları ve çatışma çözümü alanında deneyim sahibi, diasporalı Ermeni birçok meslektaşım var.
Geçen 25 yıl içinde, özellikle de Hrant Dink ve arkadaşlarının 1996’da Agos’u kurmasından bu yana, Ermeni ve Türk aydınlar diyalog konusunda çok büyük bir ilerleme kaydetti. Bu ilerleme, karşılıklı anlayışın ancak dürüstlük ve –ne kadar acı olursa olsun– hakikat temelinde gelişebileceğini ortaya koydu. Bu örnek, bir model işlevi görebilir. Artık, yurtdışında yaşayan Ermenistanlı ve Azerbaycanlı aydınların, başka bir vizyon ve söylem geliştirerek propaganda döngüsünü kırmak ve yeni bir savaş tehlikesini ortadan kaldırmak için, ellerini taşın altına koymalarının zamanı geldi.