Kendisi de İzmirli olan araştırmacı yazar Talat Ulusoy tarihi belgelerden yola çıkarak İzmir’in aslında “yanmayabileceğini” ve bir barış fırsatının kaçırıldığını yazıyor.
“Güzel” İzmir, kaderi yangına yazılmış şehir…
Bir büyük yangını var geçmişinde; 1922’de Güzel İzmir’i kül eden yangın…
Bir büyük yangın da bugününde; “yeşil fakiri” İzmir’in ormanlarını kara kömür eden yangın…
Yüz yılda bir kaderine büyük yangınlar yazılmış bu şehrin, ne yaparsın, kader!
Kader dediğimiz, sadece “kaçınılmaz kötü talih” midir ki!?
İnsan eli, insan iradesi, insan müdahalesinin olduğu her yerde, her olanı biteni “Allah’a havale” edemez; suçtan, kusurdan ‘kaderdir’ deyip kaçamaz.
Yangın yerleri için “savaş alanı gibi” benzetmesi yaparlar. Savaş alanlarının böylesi benzetmelere ihtiyacı yoktur, oralar zaten “yangın yeri”.
Yangın ile savaşın ardından aynı soru gelir: “Kim çıkardı, suçlu kim?”
Cevap da ortaktır: Düşman çıkardı veya öteki çıkardı!
İslâmcılık, Atatürkçülük, ulusalcılık veya ne derseniz deyin, her kılıkta milliyetçi ilkelliğin hakim zihniyet olarak hukukun tepesine bindiği toplumlarda “kim?” sorusuna hep aynı cevap verilir.
Meselâ dünden bir soru:
“İzmir’i kim yaktı?”
Bir “ilkokul çocuğu hafızası”ndan dökülüveren bir hazır cevap:
“İzmir’i Rumlar ve Ermeniler kaçarken yaktı!..”
Bugünün sorusuna bir cevap meselâ:
“İzmir’in ormanlarını ‘PKK’ yaktı!..”
Bunlar çok “konforlu” saptamalar (!) ve ipsiz sapsız sallamalardır ve; milliyetçi, Atatürkçü, dindar ve laik biri olarak sizi yükseklere çıkarır!
Oysa, İzmir yangını bir savaşın son ucu, son noktasıdır.
“Zafer” yangınlarıyla noktalanan savaşlarda hakikat zaferin küllerine gömülür. Yangının alevleri “zafer sevici” yetiştirilmiş çocuk gözlerini kör eder. Çoğunun, büyüdüm dese de açılmaz aklı, gözleri.
Bir “barış” teklifi
“Kurtuluş”tan beş ay önce Ankara’ya bir “barış” teklifi iletilir. Bu hakikat “resmi tarih” sayfalarında görünür kılınmaz.
22 Nisan 1922 tarihli Ankara Meclisi 32’nci gizli oturumunda tek gündem maddesi; 3 Mart 1922 tarihli bu barış teklifine verilecek cevaptır.
Önce Hariciye Vekili Yusuf Kemal Bey’in (Tengirşek) imzasını taşıyan cevap taslağı okunur:
“Üç Devlet hariciye nazırları (dışişleri bakanları) muhasamatın (düşmanlığın) derhal tatilini (durdurulmasını) musırrane (ısrarla) tavsiye ederken «Şarkı Karib’de (Yakın Doğu’da) sulhu iade etmek ve yenliden can ve mal zayii etmeden Asya’yı Suğra’nın (Küçük Asya/Anadolu) tahliyesi (boşaltılması) için teklifatta (önerilerde) bulunabilmek» maksadını takip eylediklerini beyan ediyorlar (açıklıyorlar). 26 Mart 1922 tarihli esasatı sulhiye (barışın esasları) notasında da mütarekenin “Yunan kuvvetleri tarafından Asya’yı Suğra’nın sureti muslihânede (barış yoluyla) tahliyesini (boşaltılmasını) ve bu havalinin mecmuu (bütünü) üzerinde Türk hâkimiyetinin iadeten tesisini (geri verilmesini) temin etmek niyeti sarihasiyle (açık isteğiyle) yapılmış olduğu” zikredilmektedir (hatırlatılmaktadır)” …
Çok açık, çok anlaşılır bir barış önerisi değil mi? Özetlersek: Ateşkes ilân edilsin, savaş dursun, barış görüşmelerinin ayrıntısına girilmeden önce Anadolu boşaltılsın… Hükümet taslağının sonuna doğru barış önerisine cevap gelir:
“Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti tahliye hususundaki talebi esasinin büyük bir mikyasta (ölçekte) tatmini hakkındaki beyanattan müteşekkir olmakla beraber … mütareke ve tahliyeye aynı zamanda başlanması lüzumunu tekrara kendini mecbur görmüştür...”
Yani, hükümet fikrinde inat ediyor: “Hemen tahliye yoksa, barış da yok!”
Bir itiraz
Soykırım ve savaş suçlarından kaçmış, Ankara’ya sığınmış olan “savaşçı” İttihatçı seslerin karşısında, az sayıda “barış” diyen vicdan sahipleri de vardır. Bunlardan biri, Sivas mebusu, Emir Paşa, meseleyi can evinden yakalar:
“Biz bunları ne vakit olsa tahliye ettireceğiz. Fakat sulha oturmadan Düveli İtilâfiye’ye (İtilâf Devletleri’ne) bunda ısrar etmek acaba bir zaaf tevlit eder mi (zayıflık doğurur mu)?.. Burada ısrar kaydı koymak doğru değildir… Yani sulh yapmamak gibi bir fikir işrab etmesin (sanısı uyandırmasın) … Mademki bu müzakere ihzaridir (hazırlık görüşmesidir), ihzari olacağına göre burada ısrar kaydı koymak doğru değildir…” (s.281)
Barış istememek sanısı bir yana, açıkça “zafer” arzusu sergiler Hariciye Vekili Yusuf Kemal Bey cevabında:
“Bunda ısrar etmekle zaafımızdan ziyade (zayıflıktan çok) kuvvetimizi göstermek istiyoruz… Fakat kuvvet istimalinden (kullanmadan) evvel her türlü vesaiti sulhiyeye (barış araçlarına)müracaat etmeye kendimizi, mecbur demesem de, o suretle hareketi muvafık (uygun) göstermektir…”
Üç İtilaf Devleti ve Yunanistan neden ateşkes ve barış önerisinde bulunur? İngiltere, Fransa ve İtalya savaştan bıkan halklarından ve özellikle Sovyet Devrimi’nin dünyada estirdiği fırtınadan korkmaktadır… İngiltere’nin Anadolu’da savaş ateşine ittiği Yunanistan bir an evvel bu yangından kaçıp kurtulmak istemektedir. Bu fırtına ve yangın, Anadolu’nun yanmaması için, barış için bir şanstır.
Ateşkes kabul edilmez
Ateşkes ve barış önerisine soğuk bakanlar kimdir? Osmanlı’yı Dünya Savaşı’na sokan, Ermenilere soykırım yapan, savaşta yenilen ve İstanbul ve İzmir’in işgaline sebep olanlardır. Onlar yargılanmaktan kaçmış savaş suçlularıdır.
Kader... Ateşkes kabul edilmez, barış görüşmeleri başlayamaz ve sonuçta İzmir yanar, “kül” olur.
İzmir’i kim yakar?
Çok açık değil mi, eğer “Barış”ı zamanında yakalasaydık İzmir kül olmazdı; “Küllerinden Doğan Şehir” diyerek kimi İzmirliler “Neronvari” övünç duymazlar, yakanları “ötekiler” arasında aramazlardı.
Barış, “zafere tapanlar” yüzünden kaçtı.
Ben İzmir’i yakanı gördüm:
“İzmir’i Barış yaktı!”
Hep bir ağızdan, “Keşke kanlı yangınlı zaferler olmasaydı, keşke Barış yakalansaydı, keşke Güzel İzmir yanıp yok olmasaydı…” denildiği gün barış da yakalanır, demokrasi de o güzel yüzünü gösterir.
(Kaynak: T. B. M. M. Gizli Celse Zabıtları, 32nci İnikat, 2, 3 ncü Celse, 22 Nisan 1338 (1922), s.275)