Yozgat’ta kalması gereken Afrikalı bir kadına kim ev kiralar? Kim iş verir? Bu kadın da mecburen daha önce göçen tanıdıkların yanına, İstanbul’a gidiyor. 5 kuruşa iş, 3 kuruşa kiraya razı oluyor. Kalan 2 kuruşunu da Yozgat’a gidip gelmek için harcıyor. Kısacası herkes göçmenlerin cebine girene bakıyor, kimse ceplerinden çıkanı görmüyor.
BERİL ESKİ
Batı’da ve Türkiye’de son dönemde göçmenlere karşı nefret artıyor. Göçmenler, kaçtıkları ülkelerin sorunlarının “taşıyıcısı” olarak görülüyor. Taliban’dan kaçan bir Afgan göçmen, kolaylıkla modern hayata bir tehdit ve “potansiyel terörist” olarak resmedilebiliyor.
Batı da güvenlik politikaları çerçevesinde, göçmenleri ayrıştırılarak yönetmekte. Bu ayrıştırmanın içerisinde ırk, dil, din, toplumsal cinsiyet gibi pek çok kademe var. Bu yöntemle “istenmeyen” ve meşru görülmeyen mülteciler rahatlıkla dışlanıyor ve de görünmez kılınıyor. Yukarıda bahsettiğim sebeplerle Afganlar, bu hiyerarşinin en altında kalan, en görünmez kılınan gruplardan biri.
Türkiye’de medya ve toplumun diline baktığımızda farklı bir ayrıştırmayla karşılaşıyoruz. Göçmen nefretinin en öncelikli hedefi, sayıca diğerlerinden daha fazla olan ve dolayısıyla görünür kılınan “Suriyeliler”. Öte yandan Afganistan veya Pakistan gibi uzak coğrafyalardan göçenler “kaçak” olarak nitelendiriliyor ve bir suçlu gibi lanse ediliyor. “Kaçak” göçmenlerin bir cezai zafer gibi sınırdışı edildiği haberlerini hepimiz okumuşuzdur. Oysa uluslararası hukuk uyarınca hiçbir sığınmacı yasadışı yollarla bir ülkeye girdiği için suçlu tutulamaz. Yani göçmene bakış aslında kullandığımız dille başlıyor.
Bu dili biraz daha incelediğimizde, özellikle toplu göçlerin “mülteci akını”, “mülteci seli”, “mülteci krizi”, “mülteci yığını” gibi, doğal afetlere ilişkin kelimelerle tarif edildiğini görürüz. Bu yalnızca Türkçe’de değil, diğer dillerde de benzer ifadelerle tanımlanıyor. Aslında toplumun toplu göçleri “geçmesini bekledikleri bir felaket” gibi gördüklerini, insanileştiremediklerini en iyi kullandıkları dil anlatıyor.
Hayatta her şey içiçe
Yazıda “mülteci” ve “göçmen” ayrımı yapmaktan kaçınmamın sebebi, hukuken iki terim arasında keskin bir ayrım yapılmış olsa da, hayatta her şeyin iç içe geçmiş olması. Ekonomik sebeplerle göçen bir kişinin mülteci statüsüne başvurması mümkün değil. Ancak göç sebeplerine daha derinden bakıldığında, asıl sebebin iklim krizi nedeniyle kuraklık, kuraklığın neden olduğu toprak çatışmaları, toplumsal cinsiyete dayalı şiddet ve güvenlik riski gibi kökleşmiş sorunlar olduğu anlaşılıyor.
Babasından miras kalan toprak nedeniyle silahla toprağı elinden alınanlar, çocuğu kaçırılmakla tehdit edilenler, çocuğunu okula göndermek için 1 yaşındayken ülkesinde bırakıp 8 yıl boyunca göremeyenler... Tüm bu tehditler de çoğunlukla sosyo-ekonomik statüsü düşük kişilere yöneliyor.
Ekonomik krizin günah keçisi göçmenler
Toplum da, zaten çok yabancı olduğu ve uzak durduğu göçmenleri kolaylıkla günah keçisi olarak işaret edebiliyor. Daha önce yaptığımız bir araştırmada, göçmenlerin günde ortalama 12-15 saat çalışarak haftada 500-700 TL kazandıklarını gördük. Üstelik bu işler uzun süre ayakta durmayı gerektiren, gözleri aşırı derece yorarak görme bozukluğuna yol açan, ciddi fiziksel güç gerektiren işlerdi. Göçmenlerin bu işler karşısında kalıcı sağlık sorunları yaşadıklarına şahit olduk.
Kaldı ki göçmenler açısından kayıtlı olduğu şehirde bulunma zorunluluğu var. Türkiye’de Suriyeliler kaydolduğu zaman kayıt yaptırdıkları şehirlerde çeşitli haklara erişebiliyor. Suriyeli olmayan ve mülteci statüsüne başvuranlar ise atandıkları uydu şehirlerde kalmak zorunda. Fakat söz konusu uydu şehirlerde iş imkanları kısıtlı olduğundan, büyük şehirlerde çalışıyor, tatil olan günlerinde de uydu şehre dönüp imza veriyorlar.
Örneğin Yozgat’ta kalması gereken Afrikalı bir kadına kim ev kiralar? Kim iş verir? Bu kadın da mecburen daha önce göçen tanıdıkların yanına, İstanbul’a gidiyor. 5 kuruşa iş, 3 kuruşa kiraya razı oluyor. Kalan 2 kuruşunu da Yozgat’a gidip gelmek için harcıyor. Kısacası herkes göçmenlerin cebine girene bakıyor, kimse ceplerinden çıkanı görmüyor.
Bayramda Suriye’ye gidebiliyorsa, Suriye’ye dönebilir mi?
Bayramda gidenler kimler?
Tüm bu sömürü düzeninde nefes almak isteyen bir kısım göçmen, bayramlarda çatışmanın durmasını da fırsat bilerek Suriye’ye geçiyor ve bayram sonunda geri dönüyor. Öncelikle Suriye’ye geçebilenlerin oranı, Türkiye’deki Suriyelilere oranla çok düşük. Ayrıca göçmenlerin ülkelerine dönebilmeleri için oradan gelen haberler yetmiyor, insani bir dürtüyle ve mümkünse gitmek, görmek, yaşayabileceğine bizzat şahit olmak istiyorlar. Bazıları da gelecekte dönebilmek için ne yapması gerektiğine bakmak adına, plan yapabilmek adına Suriye’ye geçiyor. Kimisi zaten kazancını Suriye’de savaşta yaşayan ailesine gönderiyor, dönmek istese de ekonomik nedenlerle dönemiyor. Ailesini yalnızca bayram dönemindeki izin sayesinde görebiliyor. Yani bayramda Suriye’ye gidebilmek, tekrar Suriye’de yaşayabilmek anlamına gelmiyor.
Kırılgan ve zor durumdaki göçmenlere duyulan nefretin ardında, Zygmunt Baumann’ın da dediği gibi, bir gün onlar gibi mecbur ve kırılgan olmak korkusu yatıyor. Çok küçük şeylere tutunarak, bıkkınlık ve umutsuzluk içinde hayatta kalan bu insanlara karşı hem coğrafi hem de insani sorumluluklarımız var. Başka ülkelerin de bu coğrafi sorumluluğumuzu paylaşması gerekiyor. Ama onların yanlışları ya da eksikleri bizim göçmenlere karşı insani sorumluluğumuzu etkilemiyor.