Çevre ve nükleer enerji konularında çalışmalarıyla bilinen ve 2015 yılında “Beni Akkuyular’da Merdivensiz Bıraktın” başlıklı bir kitap yazan gazeteci Filiz Yavuz, son günlerde damgasını vuran “Chernobyl” dizisi bağlamında nükleer felaketlerin Türkiye’deki yansımalarını ve ülkemizin karşı karşıya olduğu tehlikeleri yazdı.
FİLİZ YAVUZ
“Sizden öğrenecek değiliz!” klişesi bu kez de gerçek olmadı. Türkiyeliler, şuracıkta meydana gelen Çernobil nükleer felaketinin detaylarını ve dahi boyutlarını yıllar sonra bir HBO dizisi aracılığıyla topluca Batı’dan öğrendi. Tam da bu yüzden görsel sanatların gücüne şapka çıkarmak şart elbette. Zira dizi, her ne kadar anti-Sovyet karakterini hissettirse de amacından bağımsız bir biçimde yıllardır yapılamayanı yapmış bulundu; nükleer enerjinin ne mene bir şey olduğuna dair Çernobil’i yaşamamış kuşaklarda da bir kanı oluşmasını sağladı.
Dizi üzerinden temelsizce yürütülen ideolojik tartışmalar bir tarafa, Çernobil’den çıkarılması gereken en mühim derslerden biri, herhangi bir nükleer santraldeki kazanın dünya çapında bir felakete dönüşmesinin işten bile olmadığıydı. Zira radyasyon sınır tanımıyordu.
Bunu aklımızın bir köşesinde tutarak artık SSCB’den Türkiye’ye geçmenin, dün ile bugün arasında bağlantı kurmanın vaktidir sanki. Türkiye’nin bugün karşı karşıya olduğu tehlikeyi ancak Çernobil’in vaktiyle Türkiye’de nasıl yaşandığını bilirsek anlayabiliriz çünkü.
İkinci radyasyonlu bulut halktan gizlendi
26 Nisan 1986’da Çernobil’de meydana gelen nükleer felaketin ardından radyasyonla yüklenen bulutlar dünyaya dağılırken Türkiye’deki bürokratlar sakindi. Konuyla ilgili en yüksek merci olan Türkiye Atom Enerjisi Kurumu (TAEK) “Endişeye mahal yok” diyor, TAEK Başkanı Prof. Ahmed Yüksel Özemre ise “Radyoaktif serpinti (Türkiye’ye) gelse bile etkili olmaz” buyuruyordu. Ve fakat bilimselliğinden sual olunmaz bu öngörü tutmadı! Radyasyon yüklü ilk bulut 3-5 Mayıs tarihleri arasında Trakya üzerinde kalarak yurdu terk etti etmesine lakin siyasetçiler ve bürokrasi eliyle yaratılan asıl felaket 10 Mayıs’ta başlayacaktı.
İkinci radyasyon bulutu 10 Mayıs’ta Doğu Karadeniz üzerinden Türkiye’ye ulaştı. Daha sonra “halk arasında panik yaratmamak” olarak açıklanacak gerekçeyle koca bir hükümet, toplum sağlığını tehlikeye atmak pahasına bu bulutu görmezden gelmeyi tercih etti. Hiçbir güvenlik önlemi alınmadığı gibi halka radyasyonlu bulutun varlığına dair de hiçbir açıklama yapılmadı. Doğu Karadeniz’de yağmurla toprağa inen radyasyon tüm mahsulü kirletirken, halk habersizce çay hasadı yapıyordu.
Temiz çaylarla kirli çaylar karıştırıldı
Hükümet, radyasyonla kirlenmiş çayın ve fındığın piyasaya sürülmesine de ses çıkarmadı. İç piyasada radyasyonlu ürünler satılıyordu da dış piyasada işler öyle yürümüyordu ama. Ne zaman ki ihraç edilen mahsuller radyasyon gerekçesiyle geri gönderildi, işte o zaman halk arasında homurtular başladı. Haziran 1986’ydı. Neyse ki yüreklere su serpen açıklamalar gecikmedi! Türkiye Radyasyon Güvenliği Komitesi (TRGK) Başkanı ve dönemin Sanayi Bakanı Cahit Aral “Türkiye’de radyasyon var diyen dinsizdir” buyurdu. Bu sözünün de hatırı sayılırdı ama daha ziyade kendisi, çayda radyasyon olmadığına halkı ikna etmek için kameraların karşısında güle oyna içtiği çay ile hafızalara kazınacaktı.
Söylentiler bitecek gibi olmadığından hükümet, 1986 yılının çaylarını piyasadan toplatmak durumunda kaldı. Lakin yine, ancak Türkiye’ye özgü olabilecek dahiyane bir fikir sahnedeydi: Toplatılan 145 bin ton radyasyonlu çay, bir önceki yılın stoklarından kalan 55 bin ton çayla harmanlanarak yeniden piyasaya sürüldü. Kirli çaydaki radyasyon oranını böylelikle azaltabileceklerini düşünüyorlardı ve fakat temiz çaylar da kirletmiş oldular!
7 ay sonra açıklandı
Homurtular 1986’nın sonlarına doğru daha da arttı. Zira yurtdışındaki laboratuvarlarda yapılan analizlerde de Türkiye çaylarında yüksek radyasyona rastlandığına dair haberler çıkıyordu. Hemen devreye siyasetçiler girdi. Artık çayda radyasyonun varlığını inkar etmiyorlardı, sadece bu radyasyon miktarının zararsızlığından dem vuruyorlardı! Dönemin cumhurbaşkanı Kenan Evren “Bize radyasyondan madyasyondan bir şey olmaz” diyerek radyasyonu küçümserken dönemin başbakanı Turgut Özal ise “Azıcık radyasyonlu çay sağlığa faydalı” diyerek radyasyona handiyse övgüler düzüyordu.
Gerçeklerin er geç ortaya çıkmak gibi bir huyu var mıdır, yoksa ortaya çıkanlarla biz mi kendimizi avuturuz bilinmez fakat daha fazla gizleyemediler. İkinci radyasyon bulutunun Türkiye’ye girmesinden tam 7 ay sonra; 23 Aralık 1986’da TAEK başkanı Özemre, katıldığı bir televizyon programında bu bulut hakkında itirafta bulundu. Üstelik çaydaki radyasyonun varlığını da kabul etti. Cumhurbaşkanı Evren ve Başbakan Özal kabul etmiş, o mu etmeyecekti? Elbette çaydaki radyasyonun sağlığa zararlı miktarda olmadığını da ekleyerek.
ODTÜ Raporu
Yöneticiler kuru çaydaki radyasyonun ‘deme geçmediği’ iddia ediyordu. Güvendikleri şey kuvvetle muhtemel TRGK tarafından 14 Ağustos 1986’da YÖK’e gönderilen bir yazıyla TRGK’nin bilgisi dışında üniversitelerin radyasyonla ilgili yayın yapmasının yasaklanmış olmasıydı. Böylelikle radyasyonun Türkiye’deki etkilerinin halka açıklanması engellenmişti ya da onlar öyle düşünüyordu. Zira ODTÜ’lü akademisyenler Olcay Birgül, İnci Gökmen, Ali Gökmen ve Aykut Kence piyasadaki çaylarla ilgili bir araştırma yaparak hükümetin söylediğinin aksine radyasyonun deme geçme oranının yüzde 63-68 oranında olduğuna dair bir rapor hazırladı. Ve bu raporu da YÖK yasağına rağmen basın aracılığıyla halka duyurdular.
Bakan Aral’ın isteği üzerine bu dört öğretim üyesi ile TAEK yetkililerinin 13 Şubat 1987’de yaptığı toplantı sonucunda TAEK yetkililerinin çaydaki radyasyon oranını yanlış hesapladığı ortaya çıktı. “Çay konusunda beni yanılttılar” diyen Bakan Aral faturayı TAEK Başkanı Özemre’ye kesti. Ve hükümet kanadından herkes böylelikle işin içinden sıyrılıvermiş oldu.
“Beni Türkiye’deki sistem kanser etti”
Türkiyeliler için Çernobil, bir ölüm santrali değildi ez cümle; tam da bizim memlekete has işte bu süreçti. 12 Eylül’e arkasını yaslayan yöneticilerin uyguladığı demokrasiden fersah fersah uzak, şeffaf olmayan bir yönetim anlayışıydı. Nükleer enerji hevesiyle halkın nükleer santrallere karşı çıkmasını engellemek için son derece ciddiyetsiz açıklamalarla, gerçeklerin gizlenerek halk sağlığının göz göre göre riske atılmasıydı. Genç yaşından kanserden kaybettiğimiz Kazım Koyuncu “Beni radyasyon değil Türkiye’deki sistem kanser etti” derken işte tam da bunu kastediyordu.
Dün dündür bugün bugün müdür?
Ülke Türkiye, konu da nükleer enerji olunca bugün de dünden farklı değildi. Türkiye’de Çernobil sonrası zemini hazırlayan tüm unsurlar tüm heybetiyle yerindeydi zira. Siyasetçilerin nükleer sevdası bugün de en az dünkü kadar karaydı. İşte tam da bu sevdadan dolayı nasıl dün siyasetçiler toplum sağlığını hiçe sayan ciddiyetsiz açıklamalar yapabildilerse bugün de benzer açıklamalar duyuyorduk. Çernobil ile birlikte en büyük nükleer felaket olarak anılan Fukuşima’nın hemen ardından 15 Mart 2011’de dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan nükleer kaza riskini küçümseyerek “Evdeki mutfak tüpü de riskli” diyordu örneğin. İki benzemezin kıyas götürmeyeceği aşikardı lakin Japonya ile nükleer işbirliği anlaşmaları söz konusuydu işte. Bugünkü yönetim anlayışının, dün 12 Eylül’e sırtını dayamış olan anlayıştan fazlası vardı da eksiği yoktu yani. Hal böyleyken bu anlayıştan da nükleer enerji konusunda şeffaflık beklemek en hafif tabirle safdillik olurdu. Nitekim Türkiyeliler TAEK’in Rusya tarafından inşa edilen Akkuyu nükleer santralinin ilk ünitesinin zemininde iki kez beton çatlağı tespit ettiğini 10 ay sonra, daha geçenlerde öğrendi.
Çernobil’den etkilenen ülkeler sıralamasında 17. iken, Türkiye’de büyük bir yönetim ve toplumsal sağlık krizine neden olan o dönemki yöneticilerin bu dönemki benzerleri, Çernobil nükleer felaketinin müsebbibi Rusya’yla Mersin-Akkuyu’ya ve Fukuşima nükleer felaketinin müsebbibi Japonya’yla ise Sinop-İnceburun’a birer nükleer santral kuruyor şimdi. Peki olası bir kaza durumunda, bu kazanın vebali kimin boynuna?