Talin Suciyan’ın ‘The Armenians in Modern Turkey: Post-Genocide Society, Politics and History’ adlı kitabı ‘Modern Türkiye’de Ermeniler: Soykırımsonrası Toplum, Siyaset ve Tarih’ başlığıyla ve Ayşe Günaysu’nun çevirisiyle Aras Yayınları’ndan çıktı. Kitap soykırım sonrasında Ermenilerin bir inkar siyasetinin hayli güçlü olduğu yıllarda yaşadıklarına ve bu inkar siyasetinin hangi temeller üzerine inşa edildiğine odaklanıyor. Ve bunun dönemin Ermenice ve Türkçe kaynaklardaki yansımalarını da izliyor. Halen Münih, Ludwig-Maximilian Üniversitesi’nde çalışmalarını sürdüren Suciyan ile kitabını ve 1915 sonrası Ermenilerin hayatını konuştuk.
-Kitapta 40'lar ve 50'lerin Ermeni basını ve bu basının Ermeni toplumunun yaşadığı sorunlara, iktidarın ve milliyetçi basının hücumlarına nasıl baktığı çok önemli bir yer tutuyor. Ben buradan başlamak istiyorum. Öncelikle soykırıma rağmen hala, bugün ile kıyaslanamayacak, canlı diyebileceğimiz bir Ermeni basını hayatı var. Nüfus yine fazla değil, hatta bugünden belki biraz fazladır ama sanki canlılık o dönemde, -sürebildiği kadarıyla elbette- hala sürüyor. Buna katılır mısın, bu dönemdeki canlılığı neye bağlıyorsun ve bu canlılık sence nasıl öldü?
Bu canlılığın şaşkınlığını araştırma yaparken ben de yaşadım. Gazetelerin, dergilerin, yıllıkların önemli bir bölümünün Cumhuriyet döneminde çıkmaya devam ettikleri, 60’lı yıllara kadar önemli bir Ermeni süreli yayını hayatı var. Olaylara tepki veren, tepkilerle açılan, kapatılan, yoğun siyasi, sosyal, tarihsel ve kültürel tartışmaların sürdüğü mecralar olarak basın yayın hayatı olanca hızıyla devam etmiş. Bunun birkaç sebebi olduğunu gözlemledim. Birincisi ve en önemlisi, Cumhuriyet dönemi ile birlikte Ermeni idaresinin akamete uğratılması süreci. Yani Ermeni milletinin 1922 sonuna kadar, 1915’den sonra son derece ağır ve aksak olsa da sürdürülmesi için büyük çabalar harcanan kurumsal yönetimi; devletin soykırımsonrası inkâr politikalarının hedefi haline gelmişti. Kurumlar işlemez olmalı, Osmanlı’dan Nizamnamelerden neşet etmiş haklar kullanılamaz hale getirilmeli ve tüm temsil mekanizması ortadan kaldırılmalıydı. Bugünden baktığımızda bunların tamamına yakının vuku bulduğunu söyleyebiliriz. Bu sürecin başı olan, benim kitapta incelediğim bu dönemde Ermeni yayıncılığının canlı bir şekilde varlık göstermesi kanımca bu kurumsal yapının altının boşaltılması sürecinde basının tek kendini ifade etme mecrası olması önemli bir etkendi. Yani hukuksal, toplumsal, edebi ve entelektüel tüm faaliyetlerin artık tek ortak bir ifade alanı vardı, o da Ermeni basınıydı. Bunun sınırları da tabii ki belliydi. Mesela Aztarar gazetesi, sonradan Hatay olarak anılacak olan İskenderun Sancağı’nın ilhakına yeteri kadar coşkulu tepki vermediği için küt diye kapatılmıştı. Süreli yayınların tepesinde sallanan bir Matbuat Kanunu vardı ki, yayınlar bu kanun bahane edilerek kapatılıyordu. Zaten Takrir-i Sükun Kanunu da aynı türden bir mekanizmayı daha önceden tesis etmişti. Yani tam bir devamlılıkla, sürekli yayın yasaklayarak, sürekli olağanüstü hal durumları yaratarak, onları bahane ederek, olağanüstü “önlemler alma” adı altında kendi vatandaşına, halkına şiddet uygulama siyaseti aralıksız devam etti.
Ermeni yayıncılığının devam etmesinin bir başka önemli sebebi hayatta kalma iradesi ile ilgiliydi. Çalıştığım dönemin yazarları, entelektüelleri, yayıncıları bir hayatta kalan toplumunun üyeleriydi; Osmanlı’nın son döneminde doğmuş, 1915 ve sonrasının getirdiği tüm toplumsal, siyasal, ekonomik, kültürel kırılmaların içinde yoğrulmuş, ne yaşadıklarının farkında olan, tarihiyle, diliyle, kültürüyle bağları sağlam bir toplumdu.. Batı Ermenicesine ve Türkçe’ye çok hâkim, sıklıkla da en az bir yabancı dilde yayınları takip eden entelektüel bir kesimdi. Gazeteler açılıyor, gazeteler kapatılıyor, yıllıklar çıkıyor (Halk Salnamesi, Surp Pırgiç Hastanesi, Yerçanig Yıllıkları gibi) ve gazetelerde Türkiye’nin gündemi gün gün takip ediliyordu. Ermenilerle ilgili çıkan neredeyse bütün haberler tercüme ediliyor, yazılara, suçlamalara cevaplar veriyorlardı.
Bu canlılığın sona ermesi gerekliliği soykırımsonrası inkâr habitusunun bir parçasıydı. Kalanlara kendilerini inkâr etmekten başka bir çare bırakmayan bir devletin ve toplumun kesişim kümesinde, aslında beklenen zaman içinde kuşakların doğal yollarla, ya da zorla –göçe zorlanmasıyla mesela-, korkutularak, kaçırılarak fiziken ortadan kalkmasıyla, bu canlılığın sönümlenmesiydi, öyle de oldu. 1925-28 arasında bir sürgün olan Kevork Halacyan’ın 1932’de yayımlanan anılarında Diyarbakır’da karşılaştığını yazdığı Şeref Uluğ’un sözleri, -ki kendisi 1915’de bölgede aktifti- bu sürecin ne kadar planlı programlı olduğunun kanıtıdır:“[Ermenileri asimile etmek] zor bir iş olacaktı eğer dış dünya ile ilişkileri kesilmemiş olsaydı. Burada okulları yok, Ermenice basın yayın hayatı da yok. Kendini geliştirmiş olanlar zaten gitti, kalanların da yüzde 80’inin okuma yazması yok. Yaşlılar ölüyor, yeni kuşaklar da Türk okullarında eğitim görüyor.(…) [Ermenilerin] bütün mektupları sansürden geçer.Ermenice gazetelerin buraya girmesi kesinlikle yasaktır. İstanbul’da yayımlanan Ermenice gazeteler bile burada bilinmez. Zaten zaman ve imkan da verilmez böyle şeylerle ilgilenmelerine.”
Halacyan, Şeref Bey’in Müslümanlarla evlenmenin teşvik edilmesinin önemini vurguladığını da yazıyor, böylece kalanların asimilasyon süreci hızlanacaktır.
Vilayetlerdeki Ermenilere karşı bu kadar sistematik bir inkâr siyaseti izlenmesinde devlet yerel halkın, beraber yaşadıkları yerlerde önemli ölçüde de Kürtlerin desteğini almıştı. Bu herkes için ciddi bir mesele idi; vilayetlerdeki Ermeniler yaşadıkları yerin canlı belleğiydiler, kendileri tek söz söylemese de, inkâr etmek zorunda da bırakılsa, etraflarında yaşayan herkes onların birer canlı tarih olduğunu biliyordu. Yani onlar orada olduğu sürece kimin Müslümanlaştırılmış, kimin odalık olarak alınmış, kimin fail, kimin kurban olduğu bilinmeye devam edecekti, bu da uzun vadede inkârın kurumsallaşması ve toplumsallaşması açısından istenmeyen bir durumdu. Vilayetlerdeki Ermenilerin kendi okullarını açmalarına Lozan Anlaşması’na rağmen izin vermemek, mesleki yasaklar getirerek geçimlerini sağlamalarını engellemek, ya da gündelik saldırılarla kaçırtmaya çalışmak, hayatta kalan Ermenileri de yok etmeye yönelik kesintisiz devam etmiş bir süreçti. Vilayetlerde Ermeni olmak her an ırkçı bir şiddetle yaşamak anlamına geliyordu; üstelik kapı komşusundan, öğretmene bütün kişi ve kurumlar bu varoluşun ortadan kaldırılmasının bir görev olduğu konusunda hemfikirdi. Ermenilere ne yapılırsa yapılsın bunun cezai müeyyidesi olmayacağını herkes biliyordu. Bu koşullar altında vilayetlerde kalan Ermenilerin önemli bir kısmının önce İstanbul’a kaghtagan olarak gelmesi, sonra da Avrupa ve Amerika’ya doğru devam etmeleri, sürmekte olan bir yok edilişin görünmeyen, gösterilmeyen katmanları oldu. Bu arada İstanbul ise tam bir panoptikon haline gelmiş, “gayrimüslim” olarak nitelenen grupların tam bir kontrol altında tutulduğu bir açıkhava hapishanesine dönmüştü. İşte 20 Kura Askerlik, Vatandaş Türkçe Konuş, Varlık Vergisi, 6-7 Eylül Pogromu gibi soykırımsonrası inkâr habitusunun toplumsal şiddetle pekiştirildiği tüm olaylar böylesi bir gündelik hayat üzerine inşa ediliyordu. Bu nedenle bunları ayrı ayrı ele almak yerine, bu vakaların her birinin aynı bütünün parçaları olduğunu görmek gerekir. Bir başka deyişle, inkârın gerek şartı olan suç ortaklığı Cumhuriyet döneminde bu vakalarla sürekli pekiştirilmişti. Bu şekilde, inkâr temelinde devlet toplum ilişkisinin bütünleşik olarak kaldığının sağlaması yapılmış oluyordu.
Bu kadar derin bir şiddetle yaşamak zorunda bırakılan gruplar, seslerini çıkartmazlarsa başlarına bir şey gelmeyeceğine dair bir inkârcı bilince mecbur bırakıldılar.
Bunlara ilaveten, Türkiye’de kalan Ermeniler, başka bir Ermeni topluluğuymuş gibi, kaçmak zorunda bırakılan Ermenilerden sistematik bir şekilde farklılaştırıldı. 1915 sonrasında ya da Cumhuriyet yıllarında diasporalaşan Ermenilerin Türkiye’de kalan akrabaları ile ilişkilerinde ciddi kopukluklar, ayrışmalar yaşanmasının garanti altına alınması için devletin, basın yayın organlarının, kamuoyu önderlerinin ve hatta bireylerin diaspora Ermenilerine karşı kötücül, şiddet dolu, düşmanca bir söylemi hayata geçirip yeniden ürettiğini bugün dahi biliyoruz. Bununla ilgili Cumhuriyet Arşivleri’nde çok erken tarihlerden başlayan belgeler bulmak mümkündür. Devletin Ermenice gazeteler hakkında hazırlattığı raporlarda, bu gazetelerin ne oranda “Ermeni kolonileri” hakkında haberlere yer verdikleri, bir Ermenice gazetenin “zararlı” olup olmadığının en önemli kriterlerinden biri olmuştur. Bu bağın da koparılmasıyla amaçlanan şey, hakkını koruyacak, darda kalsa göç edebileceği bir ulus-devleti olmayan hayatta kalmış Ermenileri korunmasız ve çaresiz bırakmaktı. Böylelikle, gittikçe diğer diaspora cemaatlerinden de uzaklaşan Türkiye’de kalan Ermeniler, diasporadaki Ermenilerin de ilgi ve görüş alanından çıkartıldılar. Bu habitusta Ermenilere kalan tek bir şey vardı: Kendi kendilerini inkâr etmek.
Tarihiyle bağı kopmuş, anadilini 50 senede konuşamaz, yazamaz olmuş, yabancı dil gibi okulda öğrenen, diğer diaspora cemaatleriyle ilişkisi kesilmiş, kendini besleyecek kaynaklara ulaşmasını bir yana bırakın, ailesine soru sorması dahi imkansızlaştırılmış nesillerden bahsediyoruz...
Anlatmaya çalıştığım çok sıradanlaşmış, normalleştirilmiş, günlük hayatın her alanına sirayet etmiş bir inkar habitusudur, bu nedenle de her şiddet envanteri yetersizdir, eksik kalmaya mahkumdur. Bu koşullar altında Cumhuriyet döneminin ilk on yıllarında Ermeni idaresinin, Patriklerinin ve entelektüellerinin yaptıklarının insan üstü bir hayatta kalma çabası olduğunu söylemek gerekir. Varlıkları ve yok edilmeleri inkâr edilmiş, kendilerine dair bütün salahiyetleri ellerinden alınmış, dünyanın geriye kalanı tarafından tamamen kaderlerine terk edilmiş bir toplumun bugün varlık gösterebiliyor olması bile, bence kendi kendine çok özel bir durumdur.
-Kitaba gelecek olursak. Cumhuriyet dönemi, özellikle de 30'lar ve 40'lar diğer azınlık ya da azınlık haline getirilmiş gruplarla birlikte Ermenilerin de büyük sıkıntı yaşadığı yıllar. O yıllarda Ermenilerin özellikle de Anadolu'da rahat etmemeleri ve yaşadıkları yerleri terk etmeleri için bilinçli bir çizgi izlendiğini anlıyoruz. Bunun için 1934 iskan kanunu da kullanılmış. Yukarıda anlattın gerçi ama, buna bir tür 1915'in devamı mı demek lazım?
Bu kitabın ana tezlerinden birisi, mevcut, anaakım Osmanlı ve Türkiye tarihçiliğinin aksine, bir kırılma olmadığını savunmasıdır. Özellikle yabancı dillerdeki literatürde bolca kullanılan, kırılma (rupture) yaklaşımı Kemalist inkârcılığın akademik çerçevesi olarak binlerce eserde yeniden üretilmiştir. Buna göre, 1923’de bir çizgi çekilip yeni bir devlet kurulmuş, o yeni devlette halk dâhil herşey aniden yeni oluvermiştir. Son yıllarda çıkan eserlerin bazılarında da dile getirilen, benim de savunduğum tez ise Cumhuriyet’in, Osmanlı’dan kurucu bir paradigma devraldığıdır. Bu paradigma, bana göre inkâr paradigmasıdır. Bütün toplum, devlet, ekonomi, kültür, dil herşeyi bunun etrafında örgütleyen bir siyasal, sosyal, hukuki, kültürel ve ekonomik mekanizmalar bütününden bahsediyoruz. İskân Kanunu, bu dönemde çıkartılan diğer tüm kanunlar gibi, bu mekanizmanın hukuki ayağının üretimlerinden biridir. Diğerlerinden bazıları Umumi Müfettişlikler, Soyadı Kanunu, Vakıflar Kanunu, Tek Mütevelli Sistemi, Arap alfabesinin yasaklanması, laiklik, eşit vatandaşlık, Varlık Vergisi, 20 Kura Askerlik, Türk müdür uygulaması gibi saymakla bitmeyecek inkârı kurumsallaştırmaya ve içselleştirmeye yönelik hukuki uygulamalardır. Bu hukuk şiddetinin toplumsal ayağında ise Vatandaş Türkçe Konuş kampanyaları, 6-7 Eylül Pogromu, günlük hayatın her alanına giren, toplumla el ele vererek oluşturulan bir inkâr habitusu var. Soluduğumuz hava, yüzdüğümüz denizler, içtiğimiz su kadar doğallaşan, bir yaşam biçimi olarak inkâr, elbette ki 1915’e mündemiçtir. 1915 sonrasında da tüm şiddetiyle ve hızıyla bugüne kadar sürmektedir. 1915’e mündemiçtir diyorum, çünkü devlet eliyle hazırlanan propaganda yayınları, (ki 1916’da Arap harfli Türkçe olarak, 1917’de Fransızcayla sonrasında, dört dilli olarak hemen yayımlanmıştır. Ermeni Komitalarının Amal ve Harekat-ı İhtilaliyesi aralarında Ermeni fotoğrafçılara zorla çektirilmiş Ermenilere ait olduğu iddia edilen silahların fotoğraflarının da bulunduğu, muhtemelen görüp görebileceğimiz en profesyonelce hazırlanmış inkâr metinlerinden biridir) inkârın soykırıma mündemiç olduğunu ispatlıyor.Yani, devlet bir yandan Ermenileri sürgünlere çıkarmış, diğer yandan da yaptıklarının inkârının tezlerini hazırlatmaktadır.
Bu kitap Osmanlı ve Cumhuriyet tarihini anlamakta, yeniden yazmakta Ermenilerin deneyimlerinin bütün tarih yazımını değiştireceğini savunuyor. Bunun sebebi, 1915/16’nın belirginleştirerek ortaya çıkardığı, bilgi ve deneyim birikiminin sonraki yıllarda hemen hemen bütün gruplara karşı kullanılmış ve kullanılıyor olmasıdır. 1915’de de bu bilgi birikimi aniden ortaya çıkmamıştır, kanımca bu birikimin arka planında 19. yüzyılın ilk yarısından başlayarak adeta çığ gibi büyüyen kendi halkına karşı kitlesel şiddet pratikleri vardır. 1915/16 bütün bu bilgilerin kristalize olduğu ve kendinden sonrasını da belirleyen bir dönüm noktası olmuştur. Bugüne kadar bu süreklilikte herhangi bir kesinti olduğunu söylememize imkân verecek bir dönem göremiyorum.
-Bunun yanısıra Ermenilerin iç işleyişleri de bir anlamda felç edilmek istenmiş. Özellikle 1863 Nizamnamesi ile oluşturulan kurumlar işleyemez hale getirilirken bu tablo karşısında İstanbul'da toplaşmış halde bulunan Ermeniler de bir yandan ne yapacağını bilmez hale gelirken bir yandan da en küçük işlem bile iktidarın iki dudağı arasından çıkacak lafa ya da işarete kalmış. Bu da Cumhuriyet rejiminin arzu ettiği bir tablo ya da işleyiş idi herhalde..
Cumhuriyet’in temel meselesi Nizamnameler’den doğan hakların her ne pahasına olursa olsun ortadan kaldırılması olmuştur. Çünkü Nizamnameler geçerliliklerini kaybetmediler. Gerek cemaat yönetiminde olanlar, gerekse devlet kurumları nezdinde bu çok iyi biliniyordu. Bir taraftan “millet sistemi kalktı, herkes eşit vatandaş” denilerek göz boyanırken asıl amaçlanan Ermenilerin ve Nizamnameleri ile idare edilen diğer grupların kurumlarının devamlılığını sağlayabilecekleri kapsamlı, idari bir hukuki çerçeve olmayacağını ilân etmekti. O dönemde kurulan bütün ulus-devletlerin “azınlığı” olduğuna göre, Türkiye’nin de olabilirdi, bundan sıradan, normal bir şey olamazdı. Ayrıca, “azınlık” denilerek inkârcı bir dile mahkûm edilmiş grupların içinde de, devletin çok kısa zaman öncesine dek, üstelik bir de sözde “ayrıcalıklı” gruplar olarak Ermenileri, Rumları ve Yahudileri anlamış ve anlatmış olması tesadüf değildir. Yani, devlet bu üç grubu “azınlık” olarak tanımladığını her fırsatta açık ederek, onların Nizamnamelerini zımnen tanımış olur. Ancak, aynı zamanda, onların bu Nizamnameler’den doğan haklarını kullanmalarını fiilen imkânsız hale getirmiştir.
-Kitabı okurken olup bitenleri günümüzle karşılaştırmadan edemedim. Çok detaya inmeden öncelikle bunu sormak istiyorum. Mevcut durumda da yani Patriklik seçimi ve Vakıf seçimleri gibi konularda da büyük ölçüde iktidar eliyle yaratılan (Ermeni toplumundan kimi aktörlerin buna katkısı ayrı bir konu) bir kilitlenme yaşıyoruz. Ve yine her şey iktidarın iki dudağı arasından çıkacak bir lafa ya da işarete bağlı. 40'lardan bu yana hiçbir şey değişmedi mi ve AKP bu anlamda Cumhuriyet'in kurucu kadrosunun zihniyetini de -biraz Osmanlı havası katarak- benimsemiş mi oldu?
Esasen bu kitapta anlattıklarım bir tür “fabrika ayarları” olarak okunabilir. Ne zaman ihtiyaç duyulsa buraya geri dönülür. Bunu söylerken, bunun değişmez bir şey olduğunu iddia etmiyorum, tabii ki değişebilir ancak bugüne kadar inkârı hedef almış, onu değiştirmeye çalışmış, onun mekanizmalarını ortaya çıkartmayı hedeflemiş bir devlet iradesi, böylesi bir hükümet hiç olmamıştır. Ayrıca neredeyse toplumsal tüm hareketlerin, tüm grupların ortaklaştığı zemin yine inkâr olmuştur. Aynı şekilde, bu ülkenin biliminsanlarının, entelektüellerinin de inkârın ne olduğunu anlamak ve işleyiş mekanizmalarını ortaya çıkarmak üzerine sistematik bir çaba ve irade gösterdiğini söylememiz mümkün değildir.
Şu anda Ermeni idaresinin akamete uğratılmasında 103 yıl sonra en dip noktadayız. Tam da olması istenen, olması gerektiği gibi soykırımsonrası kurumsallaştırılmış bütün mekanizmalar toplumsal, siyasal tüm temsil mekanizmaları işlevsiz hale getirilmiştir. Ermeni toplumunun aktörlerinin bu sürece katılması ise inkârın doğası gereğidir.
Varujan Köseyan’ın büyük emeği
-Bu arşive ulaşmak ve günler aylar boyunca tetkik etmek de aslında kolay değil. Gazetelerin eski ve tozlu olması nedeniyle kimi günler sadece bir saat çalışabildiğini yazmışsın. Arşive nasıl ulaştın ve kimler yardımcı oldu? Kitapta sık sık zikrettiğin ve kitabı ithaf ettiğin Varujan Köseyan'ı da bu vesileyle okurlara biraz tanıtalım mı?
Varujan Köseyan çocukluğumun kuşkusuz en eksantrik insanlarından biriydi. Kınalıada’daki Kamp’ın açılışı, konserler, dernek tiyatroları gibi cemaat faaliyetlerinde hep gördüğüm, uzun saçlarıyla, elinde fotoğraf makinesi ile dikkati çekici biriydi. Doktoraya başladığımda kaynaklara nereden ulaşacağım diye araştırırken Surp Pırgiç Ermeni Hastanesi’nin bahçesinde gazetelerin bulunduğu bir oda olduğunu ve bu odanın sorumluluğunun Varujan Köseyan’da olduğunu öğrendim. Yanılmıyorsam, Sarkis Seropyan söylemişti bunu bana. Köseyan’ı ziyaret ettim, derdimi anlattım. Birlikte o günlerde depo olarak adlandırılabilecek, bugün kütüphane haline getirilen yere gittik. Ondan sonra benim için Hastane yılları başladı. Bir taraftan Münih Üniversitesi’nde ders veriyordum, bir taraftan da dönem aralarında, yılın neredeyse toplam beş ayını o depoda geçiriyordum. Bu dönem kısmen, Agos için çalıştığım yıllara da denk gelir.
Varujan Köseyan ilk yıllarda henüz sağlığı el verirken, ben çalışırken uğrayıp benimle sohbet ediyordu. O sohbetlerden öğrendiklerim benim için en kıymetli, en önemli bilgiler oldu. 90 yaşına gelmiş, bütün hayatını cemaat kurumlarının tarihini araştırmakla, kitap ve makale yazmakla geçirmiş, hayatını kazanmak için bunların yanı sıra türlü çeşitli işlerde çalışmış, çocuklarına kendi bakmış, 1927’den sonra Türkiye’de çıkmış Ermenice süreli yayınları SEKA’ya gönderilmekten kurtarıp belli bir düzen içinde bu odada biraraya getirmiş Varujan Köseyan, çocukluğumdan sonra 30’lu yaşlarımın başında benim için hem bir hoca, hem bir dost, hem de içine doğup büyüdüğü cemaate hayatını adamış, emekleri büyük oranda görmezden gelinmiş, kendi yaşadığı döneminin özelliklerini yansıtan önemli temsilcilerinden biri olmuştu. Vefat ettiğinde, yıllarca çalıştığı Ermeni basın kuruluşlarının, çalışma arkadaşlarının onun hayatına dair en temel şeyleri; doğum yeri, doğum yılı kadar temel şeyleri bilmediklerini fark ettim. Bunu bir kinaye ya da suçlama olarak söylemiyorum, sadece Varujan Köseyan ve onun gibi pek çok kişinin yaşadıkları dönemin özelliklerini taşıdıklarının kanıtı olarak söylüyorum. Sonuçta o olmasaydı, en azından bugün Surp Pırgiç Ermeni Hastanesi’nin bahçesindeki güzel araştırma kütüphanesi olmayacaktı. Keşke bu kütüphane O’nun anısına, O’nun ismiyle açılabilmiş olsaydı...