Bir oyuncak dükkânı düşünün. Şirin, ahşap ağırlıklı küçük bir vitrini olsun. İki yana ayrılan perdelerin arasından, aynalar ve oyuncaklar sizi karşılasın. Camekânlı vitrinler, ahşap raflar, mobilyalar, antikalar… Hemen içeri girersiniz, değil mi? Sıcacıktır içerisi. Hayalindeki tonton dedeyi arar ve oyuncağını seçersin. Öyle bir dükkân gördüm, sevimli. Çukurcuma’nın eski ve yeni hayaller saklı kaldırımlarından birinde durup, vitrine bakıp bir rüya gördüm. “Harikalar diyarına yolculuk var” diye başladı rüyam. Sıcacıktı, hayalimdeki gibiydi ve hatta hayallerimin ötesindeydi… Burası antikalarla bezeli bir mücevherhaneydi...
Dükkânın sahibi Kamer Kıraç, genç ve yetenekli bir zanaatkâr. Büyülü dünyasını bize açtı ve, “Birçok insan buraya ‘mücevher evi’ diyor. Burası alışılagelmiş kuyumcu mağazası değil, bir ev, bir antikacı dükkânı. Bu parçaların içerisinde resim, müzik, çocukluğum, hayallerim, umutlarım, sevinçlerim, hüzünlerim, anılarım, geçmişim herşeyim var” diye fısıldadı. Onu tanımak ister misiniz?
Mesleğe nasıl başladınız, ustanız kimdi?
İstanbullu esnaf bir ailenin çocuğuyum. 5. sınıfı bitirdikten sonra ailem, elimde bir meslek olsun düşüncesiyle yaz aylarında, beni, ustam Istepan Balcyan’ın yanına çırak olarak gönderdi. Asıl amaçları beni okutup daha sonra da ABD’de bulunan dayımın yanına yollamaktı ama Kapalı Çarşı’ya gidip çalışmaya başladıktan sonra okul benim için bir cehenneme, çırak olarak başladığım dükkândaki atölye ve tezgâh ise bir cennete dönüştü. Okuldan kaçıp çalışmak için ustamın yanına gitmeye başladım…
Istepan Balcıyan, korktuğumuz ama sevdiğimiz biriydi. O dükkânda olmak, mesleği o ustadan öğrenmek bir ayrıcalıktı. Disiplinliydi, ondan korkardım ama yanında baba hissini aldığım, her şeyiyle arkamda olduğunu bildiğim, rol model olarak kendime seçtiğim bir ustam vardı. Istepan Balcıyan, gelecekte olmak istediğim profildi.
Dükkânda sarı ve gümüşle çalışmak yasaktı çünkü o meşinlerin içerisinde altın tozu vardı, o dükkâna sarı ve gümüş kesinlikle girmemeliydi. Bense deli gibi bir şeyler çalışmak istiyordum. Henüz çıraktım, tezgâha oturmamıştım ama ne zaman tezgâhta boş bir sandalye görsem o sandalyeye oturup bir şeyler yapak istiyordum. Bir bakır parçası bulmuş ve kendime haç kesmek istemiştim. Ustam öğlenleri yemeğe gittiğinde gizlice haçı çıkarıp çalışıyordum. Yemeğini yiyip yarım saat sonra dükkâna geldiğinde ise hemen saklıyordum. İki veya üç gün içerisinde haçı kesip cilacı Rober abimize götürüp, cilalattıktan sonra aileme göstermek, “Bunu ben yaptım” demek istiyordum. Üç gün sonra haç bitti, tam çekmeceye kaldırıyordum, ustam dükkâna girip, “Ne koydun sen oraya?” diye sordu. Ciddi bir sopa yiyeceğimi düşünüyordum. Haçı eline alıp baktı, “Kim yaptı bunu” diye sordu, “Ben” dedim. Hemen yan dükkânımızda Hagop Abi vardı. Herkesin danıştığı bir abimizdi. Hagop Abi dükkâna geldi, ustam haçı Hagop Abi’ye uzatıp ‘‘Şu p..kin yaptığına bak” dedi. Hayatımda duyduğum en güzel küfürdü. 13 yaşındaydım. Haç kesmek çok basit bir şey gibi görünür ama bizim meslekte şöyle bir şey vardır: O haçın simetrisini verebiliyorsan, yola başlamışsındır. Fırça yemedim, bir hafta sonra tezgâha oturdum ve 20 yaşına kadar da o tezgâhtan hiç kalkmadım.
Tasarımlarınızda nelerden ilham alıyorsunuz?
Kapalı Çarşı bana çok ihtişamlı geldirdi. Çünkü madeni alıyorsun, çekiçliyorsun, ocakta eritiyorsun, ellerin simsiyah oluyor, kir içerisinde, tırnakların leş gibi, törpülüyorsun, elini yaralıyorsun, cilaya sokuyorsun vs... Ardından yaptığın şey ise insanların gözünü kamaştıran, inanılmaz bir şeye dönüşüyor. Senin kirli ellerinle ortaya pırıl pırıl bir şey çıkıyor. Ben buna hayranım...
Başka ülkeleri gezdiğim zaman farklı objeler arar, onları gözlerim. Ben mücevherlerimin üzerinde alışılagelmiş taşlar kullanırken bunları farklı objelerle birleştirmeyi seviyorum. Mesela bulduğum Bizans, Roma, Osmanlı eski paralarını veya akit taşı üzerine yazılmış bir yazıyı, bir freski yaptığım takıyla birleştirmek istiyorum. Ruhumdaki sanatsal çalışma ile o eski objenin bir araya geldiğinde ortaya çıkan görseli çok beğeniyorum. Aslında antikalarla birlikte çalışıyorum.
Kendinizi sanatçı olarak mı, yoksa zanaatkâr olarak mı görüyorsunuz?
Her ne kadar bunu söylerken çekinsem de, sanatçı yönümün daha baskın olduğunu söyleyebilirim. Çünkü birçok zanaatkâr var ama kendi kimliğini ortaya koyabilmen, kendi başına bir şeyler yaratabilmen için sanatçı kimliğinin de olması ve bunun ağır basması gerekiyor. İnsanların seni fark edebilmesi için bu şart. Dünyanın herhangi bir yerinde bulunan bir katalogdaki işi, gerçek bir zanaatkârın önüne koyup ona, “Bana bunu yap” derseniz, o zanaatkâr, size orijinalinden daha iyisini yapabilir ama o kataloğu önünden çekip “Bana bir şey yap” derseniz, o adam gözünüzün içerisine bakar ve hiçbir şey yapamaz. Bunu yapabilmek için sanatçı olmak gerek. Hayal gücünüz olmadan sadece çok iyi bir zanaatkâr olursunuz, oysa bir hayal gücüne sahipseniz, kimsenin görmediği, fark etmediği kendi iç dünyanızı hayata çıkarırsınız, onu insanlarla tanıştırırsınız ve böylece insanları etkilemeyi başarırsınız.
Bu ülkede var olmuş tüm medeniyetlere önem gösterdiğinizi biliyorum. Bu durum tasarımlarınıza nasıl yansıyor?
Bu topraklarda Roma’dan Bizans’a birçok farklı medeniyet yer almış. Anadolu’da birçok yere gittim. İki sene evvel Kars, Ani Harabelerini ziyaret ettim. Gittiğimde çok kar vardı. Ani bembeyaz bir örtüye bürünmüştü. Bugüne kadar kitaplarda gördüğüm ve duduk sesiyle betimlediğim harabeleri karşımda görünce tüylerim diken diken oldu. 650 yıl orada yaşamış kendi toplumum, kendi insanlarım sanki o toprağın altından vücudumla bütünleşmiş gibiydi. Girdiğim kiliselerde, duvarda gördüğüm kırık dökük, üstünde altın vardır diye kazıyıp bozdukları ikonaların kenarlarında bile benim mesleğime, tasarımlarıma katılacak bir sürü şey beynime kazındı.
Muhteşem Yüzyıl dizisinde sizin takılarınızın kullanıldığı söyleniyor...
Evet, dizinin ilk altı ayında benim takılarım kullanıldı. İlk başta Sadece Nebahat Çehre’nin takılarını ben yapacaktım. Ardından olay değişti, proje büyüdü ve ben belli bir süre sonra projeden çekildim. Çünkü bazen istemeden de olsa parçalarım makyajla, parfümle, kullanım koşullarıyla ciddi zarar görüyorlardı, ben bundan hoşnut değildim. Özel parçalarımdan sadece bir adet tasarlıyorum, bunun için de her birinin üzerine ayır ayrı titriyordum.
Din adamları için takı tasarladınız mı?
Vatikan’da müzeleri gezdiğim zaman Papalar için tasarlanmış olan mücevherler çok ilgimi çekti. Döndüğümde, hediye olarak Papa’ya gitmesini istediğim bir yüzük tasarladım. Üzerinde hâlâ çalışıyorum. Yüzüğün içinde, “Rutine bağlanmış bakış açısını değiştirip, insanları gerçekten kardeşlikle kucaklayacak bir yönetimin bu yüzüğü takmasını istiyorum” yazacak. Yenilenen dünyanın içerisinde bu anlayışa sahip olan bir liderin bu yüzüğü takmasını gerçekten isterim.
‘Sır tutan rahipler’ madalyonunuzun hikâyesini anlatır mısınız?
İtalya’ya son gittiğimde bir mağazada ufacık beyaz bir sandık gördüm. Çok güzel bir ahşabı vardı, altını tırnağımla kazıdığımda bir gül ağacı olduğunu fark ettim. Bunu mücevher sergisi için kullanabileceğimi düşündüm. Küçük bir pazarlıktan sonra sandığı alıp İstanbul’a döndüğümde bir hevesle sandığı temizlemeye başladım. Sandık o kadar ağır bir yağlıboya ile boyanmıştı ki üzerinde yuvarlak plastik bir şey olduğunu zannettim. Yağlı boyayı kazıdığımda, plastik zannettiğim materyalin gümüş bir para olduğunu gördüm. Madalyonu araştırdım. Üzerinde üç tane rahip vardı. Rahiplerin kafaları kesik ve her bir rahibin elinde kendi kafası duruyordu. Üzerinde Latince bir yazı vardı. Çok araştırdım. Göksel Gülensoy diye bilgisine çok güvendiğim bir dostum var, ona sordum. Da Vinci’nin Şifresi kitabının yazarı Dan Brown üçüncü kitabı ‘Cehennem’i yazarken İstanbul’dan bahsetmiş, Göksel Gülensoy’dan bilgi almıştı. Göksel’e böyle bir madalyon bulduğumu ve bir göz atması gerektiğini söyledim. O da bana hikâyesini anlattı. Engizisyon döneminden önce insanlar günah çıkarmak için bir dağın tepesine çıkarlarmış. Bu dağın tepesine kesinlikle çıplak ayak çıkılmalıymış. Yani insanların ayakları kan revan içinde olurmuş. Orada üç rahip bulunurmuş. O üç rahibe yiyecek ve şarap götürmek gerekirmiş. Çünkü bu üç rahip, o insanların getirdikleriyle yaşarlarmış. Rahipler gelen kişinin günahlarını dinler, onlar için dua edermiş. Bu günah çıkartma odalarından daha önceki olan bir hikâye. Üç rahibi simgeleyen para, o rahipler anısına yapılmış. Bulduğum bu madalyonun üzerinde Latince ‘Sır tutan rahipler’ yazıyordu. Paranın hikâyesini öğrenince ellerim titredi, gözlerim kamaştı. Ben mücevherlerimi sergilemek için sandık aldığımı zannederken, mücevherlerime katabileceğim bir parça buldum içerisinde. Parçayı temizledim, İtalya’da kalıbını aldırttım ve bir kolye olarak tasarladım. Bu sır tutan rahiplerin yaptığım takının üzerinde de sırlarını tutmalarını istedim. Mücevheri bir asma kilidin ortasına yerleştirmeyi uygun buldum. Asma kilidin bir anahtarı da var. Bu mücevheri mitlerle ilgilenen Amerikalı bir müşterime anlattım, daha anlatırken onu sattığımın farkındaydım. Gördü, çok beğendi. İnsanları yiyip bitiren tek şey sırlarıdır. Sır saklamak çok zor bir şeydir. O sır bir yüktür ve sadece paylaştığın zaman hafiflersin. “Bu kolye sana yardımcı olacak. Anahtarla aç kilidini, rahiplere anlat sırrını ve sonra tekrar kilitle” dedim. Bu mücevherin orijinalini kızıma sakladım.
Dünyaca ünlü sanatçılara mücevherler tasarlıyorsunuz, birkaç isim sayabilir misiniz?
Scarlett Johansson, Liz Hurley, Çharlize Theron, Debra Winger dükkânımı ziyaret eden müşterilerimden bazıları... ABD’de eserlerimin satıldığı üç mağaza var. Bunlardan biri Beverly Hills’de, Şant ve Hayk Haytayanların ‘Leons Jewellery’ isimli mağazası. Bu mağazada altı farklı ülkenin beğenilen tasarımcılarından eserler yer alıyor. Mağazanın Kamer Kıraç İstanbul bankosu var. Bu dükkânın müşterileri çok ünlü isimler. Orada benim eserlerimden biri satıldığında bana da haber veriyorlar. En son aradıklarında, “Kamer birine mal sattım, size de çok uzak biri sayılmaz. İlk başta dikkat etmedi, okumadı ismini, sadece tasarımınla ilgilendi. Döndü dolaştı, senin tasarımlarından birini aldı. Parayı ödedikten sonra, ‘Kendi camiandan birinin malını aldın biliyor musun?’ dedim” dedi. Meğer Kim Kardashian’a satmış.
Yeni projeleriniz var mı?
Üzerinde çalıştığım ve beni heyecanlandıran iki farklı proje var. İki proje de New York’ta. Çağdaş sanat üzerine tüm dünyada tanınan ressam Haluk Akakçe, şu an Türkiye’de ve bir projesi üzerinde çalışıyor. Onunla ortak bir proje yapmaya karar verdik.
Diğer proje ise bir kuaförün ortaklığıyla olacak. Manhattan’da çok ünlü bir kuaför salonunun sahibi olan iki ortak, Çukurcuma’yı gezdiklerinde dükkânımı da ziyaret ettiler. Ziyaret sırasında bana, mücevherlerimi saç aksesuarları olarak tasarlayıp tasarlayamayacağımı sordular. Bu fikir çok hoşuma gitti, 50 parçalık bir koleksiyon hazırladım. Önce çizdim, çizimler beğenilince de hazırlamaya başladım. İlk ihracatımı ise bu hafta yaptım. Bu proje çok daha geliştirilerek çünkü bu koleksiyonun parçası bir-iki sinema yapımcısının ilgisini çekmiş. Belki bir dizide, belki bir başka projede de görülebilecek.