Memlekette saldırgan bir histeri dolaşıyor, durulur gibi oluyor, sonra bir vesileyle tekrar yükseliyor ama bir türlü bitmiyor: “yetmez ama evetçilere ölüm” histerisi. Hatta, bazılarına ölüm de yetmiyor, işkenceler tarif ve tahayyül ediyorlar. Bu gözler, bu ifadelerin birçoğunu okudu. Aslında, bu tartışmalara geri dönmek ne hoşuma gidiyor ne de çok faydalı buluyorum ama en çok bağıranın sözünün hakim olmasını da kabullenemem. Kimse, hiçbir tercih, eleştirilmez değildir. Dolayısıyla, yetmez ama evetçi veya liberal olarak adlandırılan kesimin de siyasi tercihleri, 2010’da verdikleri oy analiz ve eleştiri konusu olabilir. Benim sözüm, bunu bir intikam furyası, bir hesap sorma ayini, bir nefret boşalması şeklinde yapanlara, karşısındakinin diz çöküp nedamet getirmesini ve bundan böyle “sesini kesmesini” emredenlere. Bunların hepsi bolca var. Böyle yapmadığını düşünenler üstüne alınmasın.
Dediğim gibi bu grup, çok bağırıyor. Ülkenin geldiği berbat nokta, en büyük dayanakları. Kolayca “Gördünüz mü, biz söylemiştik. Sizin yüzünüzden böyle oldu”, diyorlar. Fakat, söyledikleri akıl dışı, illiyet bağlarından yoksun, genellemeci, iddia ettikleri sebep sonuç ilişkilerini de somut biçimde ortaya koyamıyorlar. İlerleyen paragraflarda açıklamak üzere, yaptıklarının tam manasıyla bir günah keçisi yaratma olduğunu söyleyelim. Sırasıyla gitmeye çalışalım.
İlkönce tespit edilmesi gereken şu: “yetmez ama evetçi” diye bir torba yapıyorlar ve onlara göre AKP iktidarına ucundan kıyısından ‘bulaşmış’ herkesi onun içine atıp, başlıyorlar vurmaya. Bu tabir 2010 anayasa referandumu bağlamında ortaya çıktı ama onlar, o referandumda “yetmez ama evet” diyenleri de, AKP’nin “dindar demokrat tabanına” dayanarak geleceğe yönelik demokrasi teorileri ve beklentileri üretenleri de, İslamcı geçmişi olmadığı halde onca şeyden sonra bugün hala AKP idaresine destek verenleri de, 2002’den beri herhangi bir zamanda AKP’nin herhangi bir icraatını olumlu bulup destekleyenleri de hep o torbaya atıyorlar. Torbanın adı da “yetmez ama evetçiler” olduğu gibi “kahrolası liberaller” de olabiliyor. Halbuki, saydığımız kategoriler arasında oldukça büyük farklar var. Örneğin, geçen on altı sene içinde AKP’nin yaptığı somut bir icraatı, çıkardığı bir yasayı, attığı bir adımı olumlu bulup destek vermekle, AKP hareketinin ülkede nihai demokrasiyi kuracak demokratlar olduğunu iddia etmek farklı şeyler. Dolayısıyla, bu ayrımları yapmadan insanları itham etmek kolaycılıktır, linçtir. Halbuki, konu konu bakmak gerekir; AKP’nin hangi icraatına ne tepki verilmiş, yoksa ortada her ne olursa olsun kategorik bir destek veya tevil mi var. Kişinin sadece 2010 referandumundaki pozisyonuna değil, 2002’den bugüne kadar belli momentlerde aldığı pozisyona bakarak değerlendirme yapılmalı. Bak bakalım adam Gezi’de, 17-25’te ne demiş mesela? Ama o zor tabii, onun yerine “siiiiz” diye esip gürlemek kolay.
Gelelim günah keçisi konusuna. Tabirin ardındaki hikaye ise kısaca şöyle: eski Yahudilerde bir adet varmış, yılın belli bir zamanı topluluğun bütün günahlarını bir keçiye aktardıkları bir ayin yapıyorlar ve sonra keçiyi yabana bırakıyorlarmış. Keçiyle birlikte topluluğun bütün günahlarının da uzaklaştığına ve geride tamamen günahsız bir topluluk kaldığına inanıyorlarmış. Böylece kendi geçmiş günahlarından kolayca kurtulmuş oluyorlarmış. Yaşadığımız durum da tıpkı bu. AKP’nin iktidara gelişini ve o iktidarın konsolidasyonunu açıklarken tarihi, sosyolojik, uluslararası siyasetle ilgili binbir değişkeni, kronolojisi içinde hesaba katmak gerekirken, bir grup seçip “Sizin yüzünüzden oldu” demek gene kolay olan. AKP’nin “liberallerden” aldığı destek, bu grubun etkisi niceliğine göre asimetrik olsa da, etkenlerden sadece birisidir, en etkilisi de değildir. Cumhuriyetin kuruluşundan 2002’ye gelene kadar ülkenin çözemediği temel sorunların, devlet-toplum ilişkisinin AKP’nin iktidara gelişindeki rolü neydi, AKP kitleyle nasıl ilişki ve iletişim kurdu gibi soruları sormadan tek değişkenli, süfli analizlerin ötesine gidilemez. 2002’den evvel de Türkiye’nin kangrenleşmiş temel sorunları olduğunu ve bunların AKP’nin iktidara gelişinde etkili olduğunu söylerseniz, hemen bugün ne kadar kötü durumda olduğumuzu anlatmaya başlıyorlar. Tabii ki…Bugün, özellikle demokrasi, hukukun üstünlüğü, özgürlükler söz konusu olduğunda 2002’den daha kötü durumdayız. Birçok gösterge, endeks bunu ortaya koyuyor. Fakat, Türkiye’nin 2002 ile günümüz arasında o aynı endekslerde 2002 öncesinden daha yüksek sıralarda olduğu da oldu. Kaldı ki, bugün o endekslerde dibe vurduysak, herhalde AKP ilk dönemlerinde AB’ye uyum yasaları çıkardığı ve bu başka kesimlerce desteklendiği için vurmadık. Evet, bugün Türkiye berbat bir durumda ama bu, 2002’den önceki yanlışları, eksiklikleri ortadan kaldırmıyor, doğru yapmıyor. Askeri vesayet ve baskı yok muydu? Doğru muydu, iyi miydi? Bu baskının AKP’nin kitleden aldığı destekte etkisi olmadı mı? Sabih Kanadoğlu’nun “367” komedyası AKP’yi mağdur duruma sokarak iktidarını sağlamlaştırmasında 2010 referandumundan daha mı az etkili oldu?
Söz konusu cenahın savlarından bir tanesi de “AKP’nin hep aynı” olduğu. AKP’nin kuruluşundan ve iktidara gelişinden bu yana yaklaşık on altı-on yedi yıl geçti. Artık, her kurum gibi onun da bir tarihi var. İlk günden bugüne tıpatıp aynı olması mümkün değil. Ne kadar aynı kaldığı, ne kadar değiştiği, değişimin sebepleri ciddi bir araştırma konusudur. AKP ve Erdoğan söz konusu olduğunda, bırakın aynı kalmayı, Türk sağının genel bir özelliği olan ama AKP ve Erdoğan’ın şahsında şahikasına ermiş, son derece oynak bir pragmatizmden bahsetmek gerekir. Kendimize yakın alandan örnek verecek olursak, bugün “affedersiniz Ermeni” deyip patrik seçimini engelleyen de, dün “Bu ülkede geçmişte azınlıklara faşizan muameleler yapılmıştır”, deyip gasbedilen vakıf mallarından en azından bir kısmını iade eden de aynı iktidardır. Bizim açımızdan doğaldır ki, ilkini yaptığında itiraz edeceğiz, ikincisini yaptığında doğru diyeceğiz. Bu günlerde tekrar gündeme geldiği için zina meselesi de örnek olarak verilebilir. Zinayı TCK’dan çıkaran “aynı” AKP ve Erdoğan bugün zinayı tekrar suç haline getirmekten bahsediyor. Bugün buna şüphesiz karşı çıkmak lazım. O gün zinanın yasadan çıkmasını destekleyip, bugün tekrar konulmasına karşı olanlar tutarlıdır. Tutarsızlığı başkalarında aramak lazım. Peki, zinayı suç olmaktan çıkardıkları zaman ne denseydi? “Yok, zinayı suç olmaktan siz çıkarmayın, insanlar bunun için hapis cezası almaya devam etsin çünkü siz samimi değilsiniz, bunu hegemonyanız için kullanacaksınız. Biz zinayı TCK’dan çıkarması için gerçek demokratların iktidara gelmesini bekleyeceğiz” mi? Somut yasal değişiklikler “samimiyetsiz” yapılırsa, yasa değişmiş olmuyor mu? Zinayı suç olmaktan çıkarttıklarında samimi olmadıkları için hakimler zinadan ceza kesmeye devam mı etti? Uyum yasalarından başka örnekler de verilebilir. Bir kişi tabii ki AB üyelik hedefini de eleştirebilir, AB’yi doğru bir oluşum olarak değerlendirmeyebilir. Hepsi siyasi mülahazalardır. Fakat, bugün demokrasimizin 2000’lerde çıkarılan AB’ye uyum yasaları yüzünden çöktüğünü söylemek veya ima etmek ve o zaman bunları olumlamış olanları suçlamak….bilemiyorum. (Çıkarılan uyum yasalarının bir kısmına şuradan ulaşılabilir)
Peki, AKP neden, toptan ve hatalı bir şekilde “liberaller” olarak adlandırılan bir gruptan destek gördü? Bu sorunun yanıtı çok ayrıntılı olarak verilebilir ama kısaca belki şöyle açıklanabilir. Türkiye’de, parti, bölge, etnik grup fark etmeksizin, tabanın demokrasi kültürü genelde zayıftır. Farklı kitleler ancak kendileri için özgürlük isterler. Türkiye kitlesi, demokrasinin dayanacağı ve herkes için geçerli olan değer ve normları sindirmiş olmaktan uzaktır. Bir de buna kimlik ve yaşayış olarak kendine benzemeyene negatif hatta nefret dolu bakışı da ekleyin. Sonuç olarak, kapsayıcı ve müzakereci demokrasi için tabandan bir baskı gelmesi ve o baskı neticesinde demokrasiye geçilmesi pek olası değildir. Olası bile olsa, en az iki kuşak alır herhalde. Türkiye için makul seçenek, bu kitleyi demokratik kurumlar, gerçek bir hukuk düzeni, kimlikler ve kesimler arası tam bir eşitlik gibi vasıtalarla hem zaptetmek hem de orta uzun vadede, demokrasi kültürünün gelişimi yönünde gene bu vasıtalarla eğitmek olabilir(di). Bunu da ancak, sivil toplum örgütleriyle, üniversitelerle paralel çalışacak, demokrasiyi, hak ve özgürlükleri Avrupa standartlarına çıkaracak reformları yapacak hükümet ve parlamentolar yapabilir(di). AKP'nin ilk dönem aldığı destek böyle bir hükümet veya namzeti olmasından, bu yönde bir takım somut adımlar atmasından kaynaklanıyordu. Keşke iktidarda Yeşiller olsaydı da onlar yapsaydı bunları, ama yoktu. Devrim de hiç o kış gelecekmiş gibi görünmüyordu.
Gelelim spesifik olarak 2010 anayasa referandumuna. Söz konusu kesim o referandumu bir dönüm noktası olarak bellemiş ve bugün içinde bulunduğumuz durumla o referandum arasında düz ve doğrudan bir ilişki kuruyor. O referandumda sonuç “Evet” çıktığı bugün bu kadar kötü hale geldiğimizi iddia ediyorlar. (İşin ilginç tarafı, ‘düz’ evet diyenler, “yetmez ama evet” diyenler kadar hatta hiç hedeflerinde değiller. Onlarınki daha mı az evet? Hayır, ama görünür değiller ve “yetmez ama evetçiler” kadar sayıca az ve onlar kadar güçsüz değiller, dolayısıyla günah keçisi olmaya müsait değiller.) Sanki o referandumla işlerin çığrından çıkması arasında başkaca önemli hiçbir şey olmamış. Sanki bir o referandum var bir de bugün ve ikisini birleştiren düz bir hat. Onların tahayyülünde ne Gezi, ne 17-25, ne Arap Baharı, ne şu ne bu…ondan sonraki hiçbir şey olayların gidişatını belirleme kabiliyeti açısından o referandumun üstüne çıkamıyor.
Ayrıca, “O paketteki hangi madde somut olarak bugünlere yol açtı?”, dediğinizde, ezberlerinde neredeyse sadece o paketle yargının yürütmeye teslim edildiği, yani HSYK ile ilgili yapılan değişiklik var. Halbuki, o maddenin o zaman yürürlükte olan haliyle referandumda oya sunulan halini yanyana koyduğunuzda bu iddianın olgusal olarak doğru olmadığını görürsünüz. Hatta bilakis, yürütmenin etkisinin o değişiklikle azaldığı bile söylenebilir. Bu sadece benim görüşüm de değil. O süreci yakından bilen değerli bir hukukçu olan Orhan Gazi Ertekin de söz konusu değişikliğin yargı yönetimindeki güç ilişkilerini dağıttığını ve çok merkezli hale getirdiğini söylüyor. Değişikliğin, demokratik standartlar açısından darbe HSYK’sına göre kat be kat ilerde olduğunu ekliyor. Ancak, ona göre sorun, HSYK seçimlerinde cemaatin, “kumpaslara” girişmesiydi. Her seçimde hile ve usulsüzlük ihtimal dahilindedir ama bu, sizi yönetecek kişileri belirlemek için seçim yapmanın en iyi yol olduğunu değiştirmez. (Yargı-yürütme meselelerini hezeyanlar ve sathi akıl yürütmelerin ötesinde anlamak isteyenlere, Orhan Gazi Ertekin’in “Yargı ve İktidar Oyunları” kitabını tavsiye ediyorum.)
Saldırgan grubun, HSYK ile ilgili görmediği, görmek istemediği, gözlerden kaçırdığı bir husus da bu düzenlemenin hem 2010 referandumundan önce hem de sonra değiştirildiğidir. Metin Eylül 2010’da oya sunulmadan CHP AYM’ye başvuruyor ve HSYK seçimlerinde her bir hakimin sadece bir aday isme oy vermesine itiraz ediyor. AYM de bu itirazı, oy çokluğuyla haklı buluyor ve her bir hakimin seçilecek üye kadar oy vermesine karar veriyor. Yani kişilere değil, listelere oy verme imkanı doğuyor. Böylece, bireylerin alacağı oylarla farklı görüşten insanların HSYK’yı oluşturma ihtimali neredeyse ortadan kalkarken, HSYK’nin blok olarak bir siyasi görüşten oluşmasının önü açılıyor. CHP’nin bu başvurusunun demokrasi açısından doğruluğu, yanlışlığı tartışılabilir fakat, konumuz yargının HSYK eliyle belli bir gruba teslimiyse, bu başvurunun bundaki etkisini neden hesaba katmıyoruz? O arkadaşlar neden CHP’ye de “Sizin yüzünüzden oldu”, demiyorlar. Tekrar ediyorum, CHP’nin o başvurusu ilkesel düzeyde yanlış bir şey de olmayabilir ama eğer eylemleri vardıkları yer ile değerlendiriyorsak, “yetmez ama evete” saldıranların bir o kadar da CHP’ye saldırması lazım. Doğrusunu söylemek gerekirse, benim kendimi eleştireceğim nokta ise bu değişikliğin ne kadar kritik olabileceğini atlamış, o gün kestirememiş olmam. Dönüp baktığımda zihnimde yer etmediğini görüyorum. Ancak hatırlatılınca hatırladım.
Bir de ilerleyen yıllarda HSYK’da AKP’nin yaptığı değişiklikler var ki aslına bugün CHP’nin bu başvurusunu da konuşmayı anlamsızlaştırıyor. Şubat 2014’te HSYK Kanunu’nda yaptıkları değişikliklerle Adalet Bakanı’nın kurul üzerindeki etki ve yetkisini genişlettiler. Dolayısıyla, yargıda yürütmenin etkisini arttıran 2010 referandumunda ziyade 2014 değişiklikleri oldu. Bunu yaparken de referandum yapmadılar, meclisten kavga döğüş geçti. 2017 referandumuyla da, seçimleri kaldırılarak, üye sayısını düşürerek, HSYK’nın yapısında 2010 öncesine çok benzer bir duruma gittiler. Ertekin’in de dediği gibi, eğer bu arkadaşlar HSYK’nın 2010’dan evvelki yapısından memnundularsa şimdi de sevinmeleri gerek. AKP, onların istediğini yaptı.
Velhasıl, her konu gibi AKP’nin onaltı yıllık iktidarını da somut illiyet bağlarıyla, kronolojisi içinde, çok değişkenli, çok aktörlü, teleolojiden uzak tartışabilirsek ancak bir faydası olur. Yoksa, zihnimizde mahkeme kurup, ona buna cezalar yağdırmak, bunu yapana kısa vadeli psikolojik bir rahatlama sağlar belki ama girdiğimiz sarmaldan çıkmamıza faydası olmaz.
Allah bu millete, onun içinde de bana, bir “yetmez ama evet yazısı” daha yazdırmasın. Amin!