Aysel Tuğluk’un sevgili anası Hatun Tuğluk, Hakkın rahmetine kavuştu. Acılarını yürekten paylaşıyoruz. Defin işlemi sırasında bir güruhun mezarlığı basmasıysa acıyı katladı; linç ve nefret kültürümüze yeni ‘katkı’lar sundu.
Bu topraklarda ‘sözde’ değil de özde neler yaşandığı ve nelerin yaşanmaya devam ettiğine, devlet aklıyla, inkârla bir kez daha yüzyüze geldik. Dile getirilen pek çok şeyin samimi olmadığını, söyleyenlerin de bu toprakları ve yaşayanlarını sevmediklerini bir kez daha izledik. Devlet ve hükümet katından yapılan açıklamaların da özde değil sözde kaldığını gördük.
Ekilen nefret tohumlarının boy vermeye, toprağa kavuşan bir anneyi mezarından çıkaracak ırkçı bir çılgınlığa ulaştığı gerçeği, ‘provokasyon, din, alkol’ gibi klasik gerekçelerin arkasına sığınılarak, Kürt kimliği perdelenerek geçiştirilemeye çalışıldı. Oysa hiç unutulmamalı ki toplumsal altüst oluşları, kamplaşmaları, katliamları, kırımları hep görmezden gelinen bu tür olaylar ateşler. Tarihte yüzlerce örneği var.
Bu durum Ermenilere hiç ama hiç yabancı değil. Hatun Tuğluk anamıza reva görülen bu saldırıyla birlikte 1915’ten sonra Anadolu köylerinde kelaynak kuşları gibi kalan üç beş Ermeninin de köklerinin kazındığını, damları taşlanan, din değiştirmeye zorlanan, kızları kaçırılan Ermenilerin bu ve benzeri olayları binlerce kez yaşadığını hatırladık.
Hatun Ana’nın anısına Kayseri’nin iki köyünde yaşanan ve defin işlemini gerçekleştirenler arasında bizzat babamın ve anamın da yer aldığı kara bir sayfayı aralayarak tarihin hafızasına kısa bir yolculuk yapacağız.
Rahmetli anam Gülbeyaz Bacı olarak bilinirdi, okuması yazması yoktu. 1901 Yozgat doğumlu babam ise okur yazardı ve iyi Ermenice bilirdi; nüfus kaydı Hovsep olmasına rağmen herkes onu Duran Ağa olarak tanırdı.
O kuşak doğum, ölüm tarihlerini hep bir doğa olayı, ekonomik ya da sosyal bir olayla hatırlar. Rahmetli anam tam yaşını bilmezdi. “Ben evlendikten altı ay sonra Atatürk yeni ölmüştü” derdi. Benim doğum tarihimi ise yıl vermeden, “Harman zamanıydı” diye dile getirirdi.
Ermenilerin yoğun olarak yaşadığı merkezlere bağlı binlerce irili ufaklı köy grupları vardı. Bu köyler bugün de var ama Ermenileri yok.
Bu köylerden ikisi olan Kayseri Ekrek ve Sıvgın’da 1950’lerde yaşanan bir olay üzerine kelam edeceğiz.
Ekrek, (Köprübaşı) anam Gülbeyaz Bacı’nın doğduğu köy. Doğuya giden ana karayolunun ikiye böldüğü ünlü Ermeni köyü. 1915 öncesi 2700 Ermeninin yaşadığı köyde, iki okul ve iki kilise varmış. Köyün son iki ailesi anneannemler ve bizdik. Bir de Müslümanlaştırılmış Sait Ağa ve ailesi vardı.
Sıvgın ise Kayseri Pınarbaşı yolu üzerinde bulunan, Ekrek’e yakın, 1915 öncesi 829 Ermeninin yaşadığı, bir okul ve bir kilisesi olan bir köydü. Setrak Ağa ve oğlu ise Sıvgın’ın son Ermenileriniydi. Bu köyde de Müslümanlaştırılmış pek çok aile vardı. İçlerinden ilk akla gelen Maraşlıoğlu olarak bilinen aileydi.
1915 sonrası Sıvgın ve Ekrek gibi köylerde sayıları sayıları az da olsa Ermeni kalmıştı. Bunlar doğup büyüdükleri toprakları terk etmek istemeyen, Hrant Dink’in deyimi ile “toprağın dibine girmek için” tüm zorluklara göğüs geren insanlardan oluşuyordu.
‘Hazır olun’
Bu iki köyle ilgili Kayseri Bünyanlı öğretmen, yazar Burhanettin Akbaş’tan kısa bir alıntı yapalım. Akbaş, Rifat Çalıka’nın anılarına dayanarak Bünyan ilçesi ve yöresindeki ‘Ermeni Tehciri’ni şöyle kayda geçer:
“İlçe Jandarma Komutanı Teğmen Mustafa Efendi ve birkaç jandarma eri de katılarak Ekrek (Köprübaşı) köyüne gidildi. Köy akşamdan abluka altına alındı. Köy İhtiyar Kurulu çağırılarak muharebe ve Ermenilerin devlete sadakatsizliği dolayısıyla hükümet kararı ile başka yere nakledilecekleri, sabaha hazır olmaları bildirildi. Arzu edecekleri kadar eşya götürecekleri söylendi.
Ertesi sabahtan itibaren 600 küsur haneye varan köy halkı, kağnıları ve eşyaları ile birlikte ve jandarma koruması altında köyden yolcu edildi. O vakit Sivas’a bağlı olan Aziziye (Pınarbaşı) ilçesinin Sarız Bucağı Müdürlüğü’ne teslim edilmeleri gerekiyordu. Karakoldan karakola, Halep’e kadar gideceklerdi. Halk içeriden çıkıncaya kadar köyün içerisinde dışarıdan kimse bırakılmadı.
......
Sıvgın köyü de o suretle boşaltılarak Nüfus Memuruna bırakıldı. Kiki (Gigi/Danişment) köyüne geçildi. Orası da aynı suretle boşaltılıp ilçe merkezine geçildi. Bünyan’da bulunan Ermeniler de o suretle yollandılar.
.....
Ekrek'te kimin ne kadar tarlası olduğuna ilişkin mahallinde tutulan kayıtlar ekli olarak gönderildi ve terkolunan Kendir Agop'tan varis bilgisi olanlardan istifade edilmesi ve kaçaklar hakkında da kovuşturma yapılarak tutuklananların doğruca koruma altında merkeze gönderilmeleri gereklidir.”
‘Defnetmeyin’
1950’ler olsa gerek. Sıvgın köyünün tek Ermenisi Setrak Ağa oğluyla yalnız başına kalmıştı. Hayatları zorluklar içinde geçiyordu, Setrak Ağa’nın tek arzusu hayata bu köyde gözlerini yummaktı. Öyle de oldu. Öyle oldu ama sonrasını ağırlıkla anamın, babamın, ardından abla ve abimin tanıklıklarıyla özetle aktarayım. Tanıklardan yayamın yani anneannemin adı ise Anna idi. Ancak bu isimden çok ‘Deli Dilber’ olarak tanınırdı.
Sözü anam Gülbeyaz Bacı’ya bırakıyorum:
“ O tarihlerde karın yüksekliği insan boyunu geçerdi. Köye, kırk yılın başında kızaklarla gelen giden olurdu, o nedenle gelen giden herkes dikkatimizi çekerdi. Çocukları okula bile gönderemezdik. Elektriği, suyu, yolu olmayan bu köylerde yaşamak çok zordu. Ekrek bu açıdan biraz daha şanslıydı. Köyün ortasından geçen ve şose denilen karayolu, zor da olsa köyün merkez ve çevre köylerle irtibat kurmasına fırsat veriyordu.
Analatacaklarımın tarihini bilmiyorum. Ancak Erzincan’da deprem ve çok can zaiyatı olduğunu duymuştuk. Depremin üzerinden bir iki sene geçtiğini hatırlıyorum. Ocak veya Şubat ayı olsa gerek, köyümüze iki kızak geldi. Doğrudan köyün ileri gelenlerinden, evimizin tam karşı yamacında oturan müslümanlaştırılmış Sait Ağa’nın konağına çıktılar. Sait Ağa köyün ileri gelenlerindendi, hatırı sayılır ve sözü dinlenirdi. Köye misafir olarak gelen Türk, Ermeni herkes Sait Ağa’nın konağında misafir edilirdi. Bu konak aynı zamanda köy ihtiyar heyetinin de mekânıydı. Sait Ağa’ın çocuklarından biri de kızkardeşimle evliydi ve Ağa aynı zamanda birkaç değirmen sahibiydi. Bu sayede sürgüne gitmekten kurtulmuş ve bedeli olarak da Müslüman olmuştu.
Sait Ağa’nın haber göndermesiyle Duran Ağa ile birlikte konağa gittik. Anam Deli Dilber ve çocukları, Sait Ağa, hanımı Gülhanım ve çocukları, o tarihlerde henüz köyde kalan birkaç Ermeni ailesinden Mamas’ın çocuklarından Halıcı Haygaz da oradaydılar. Hatırladığım kadarıyla köyde sayılan, sevilen birkaç Türk ileri geleni de sedirlerdeki yerlerini almıştı.
Sait Ağa hoşgeldiniz dedikten sonra niye davet edildiğimizi açıklaması için sözü Maraşlıoğlu’na verdi.
‘Belki duymuşunuzdur dedi ama nereden duymuş olacaktık ki, Sıvgınlı Setrak Ağa rahmetli oldu. Köyün mezarlığına defnedecektik. Ancak bütün köylüler ‘Biz bu köye Ermeni gömdürmeyiz, eğer gömerseniz üzerine işer, sıçarız’ diye karşı çıktı. Ne yapacağımızı şaşırdık. İleri gelenlerle, imamla konuştuk ama bir türlü ikna edemedik. Çareyi Setrak Ağa’yı Gigi Ermeni Mezarlığı’na defnetmeye karar verdik. Ancak kış kıyamet, bize göre sapa bir dağ köyü, biraz da engebelli olduğu ve kızaklarla bile bu köye ulaşamayacağımızı düşünerek buraya getirmeye karar verdik. Dışardaki kızakta yatıyor Setrak Ağa. Köylünüz ne der bilmiyorum. Çok acı çektik ama böylesini ilk kez yaşıyoruz.’
Biz elbette onu bağrımıza basmaya hazırdık ama Türk komşular ne derdi, Sıvgın’da olduğu gibi bir şey burada da yaşanır mı diye düşünürken tam zıddı oldu.”
Anamı dinlemeye devam edelim.
“Kar insan boyunu aşmış, yerler buz tutmuş. Köyün tepelik kısmında yer alan mezarlığa nasıl çıkılacak, mezar nasıl açılacaktı. Zor da olsa her şey halledildi.
Önce Sait Ağa’nın evinde kadınlar olarak Setrak Ağa’yı yıkadık. Yarım yamalak bildiğimiz ‘Hayr Mer’ duasını okuduk.
Cenaze, Maşatlık denilen ve Müslüman mezarlığı ile arasında beş on metre olan Ermeni mezalığına kızakla çıkarıldı. Sait Ağa’nın çocukları, kardeşlerim ve bir grup Müslüman ve köyümüze sürgün gelen birkaç Kürt, birkaç da Poşa’nın katılımıyla zor diye düşündüğümüz iş kolaya dönüştü. Buz tutmuş toprak kazmalarla açıldı. Çok derine inilemedi, ancak Setrak Ağa’nın vücudu hiç değilse biraz da olsa toprakla buluştu.”
Yıllar sonra
Sonra ne mi oldu?.
Bu satırlar artık bana ait.
Bu köydeki Türklerin bir kısmı damımızı taşlamaya, kızkardeşlerimi kaçırmaya, iki üç parça toprağımızı da ekip biçmeye devam etti.
Gün geldi Sait Ağa, hanımı ve gelini de Ekrek’te rahmetli oldu ve Ermeni mezarlığının karşısındaki Türk mezarlığına defnedildiler. Bu hikâyede adı geçen Ekrekli ve Sıvgınlı ailelerin fertleri, çocukları torunları önce İstanbul’a ardından ağırlıkla Arjantin, Amerika, Kanada gibi yâd ellere göç ettiler. Biz ve anneannemler ise İstanbul’a sığındık.
Ben bu hikâyeyi ilk kez Ekrek Ermeni mezarlığını ziyaret ettiğimizde, mezarlık alanında Sarkis Seraopyan’a anlatmıştım. Gözleri yaşararak “Mezarı nerde?” diye sormuştu. Bilmiyordum. Koskaca mezarlığı birlikte gezdik. Pek çok mezarın silik de olsa kitabesinde Setrak adını aradık. İkimiz de Setrak adını bulamayacağımızı biliyorduk. Biribirimize sarıldık ve “Bu taşların hepsinde Setrak yazıyor” diye birbirimizi teselli ettik o gün.
Hatun Ana rahmete kavuştu. Setrak gibi ona da bir avuç toprağı çok gördüler.
Ne diyelim, Ekrek Ermeni mezarlığında yer alan tüm mezar taşlarında artık Hatun da yazıyor.