İHD İstanbul Şubesi, Irkçılık ve Ayrımcılığa Karşı Komisyon’dan Ayşe Günaysu ve Meral Çıldır geçtiğimiz haftalarda Turabdin’deki Süryani köylerini gezdi, çok çarpıcı ve çözülemeyen taciz, mülklere el koyma hikayeleriyle geri döndü. Bilhassa Mor Dimet Kilisesi’nde tek başına kalan ve tüm taciz ve tehditlere göğüs geren rahibenin yaşadıkları neredeyse anlatılmaz nitelikte. Bu gezide yaşadıklarını Agos için kalem alan Ayşe Günaysu şöyle diyor: “El koyma ve Midyat’ın Zaz köyünde saldırı, tehdit ve tacizlere tek başına direnen rahibe, yetkililerden adalet, hepimizden ses bekliyor.”
Araç sarsıla sarsıla bozuk, dar köy yolunda ilerliyor.
Temmuz sıcağında yer yer sararmış bitki örtüsü ile çevre terk edilmiş, çoraklaşmış, göz alabildiğine uzanan boş arazi görünümünde. Bozuk köy yolu umduğumuzdan uzun sürüyor, kıvrılarak ilerliyoruz. Güneş kavuruyor ortalığı. Taş evler görüyoruz coğrafya ile tam bir uyum içinde, solgun sarı. Sadık Aslan, halen yatmakta olduğu cezaevinde yazdığı, buraları anlatan, benim de Zaz’ın adıyla ilk kez karşılaştığım kitabına bu adı vermişti. Solgun Sarı – Tor Hikâyeleri.
Midyat’tan yaklaşık 20 km mesafede, boşalmış, Süryanisiz kalmış, sadece zamanında koruculuk yapmış üç ailenin yaşadığı Zaz, Türkçeleştirilmiş adıyla İzbırak köyüne gidiyoruz. Hiç ara vermeyen hakaret, taciz, tehditlere rağmen kilisede tek başına yaşamakta direnen, kilisesini ve köyünü terk etmeyen Rahibe’nin fotoğrafını gördüğüm, hikâyesini dinlediğim akşam -ki daha birkaç hafta önceydi- buraya geleceğimi biliyordum.
Uzaktan Mor Dimet kilisesi görünüyor. Tam anlattıkları gibi. Çok görkemli, kale gibi, Zaz’a yukarıdan bakıyor. Tarihi İsa’dan önceye kadar uzanıyormuş. Gerçekten de Hıristiyanlık öncesi dönemlerde kale olarak yapılmış, sonradan kiliseye dönüştürülmüş. Altında Roma döneminden dehlizler, mahzenler var.
Aracımız kıvrılıyor, hafif yokuş yukarı tırmanıp kilisenin kapısına geliyoruz. Ağır kapı yavaşça açılıyor ve işte o. Dayrayto. Süryanice rahibe. Siyaha çalan koyu lacivertlere bürünmüş, incecik bedeni. Yaşı 60’ın üzerinde demişlerdi, ama güneş yanığı yüzünde keskin bakışlı gözleri genç bir kadınınki gibi canlı.
Kollarımı ona doğru açar açmaz, geliyor, sarılıyor. Meral’le de uzun uzun kucaklaştığını görüyorum. Güneş tepede yakıyor. Kapıdan giriyoruz, merdivenleri çıkıp yaşadığı odanın açıldığı küçük bir balkona tırmanıyoruz. Yavru bir köpekle bir yavru kedi oynuyorlar bize aldırmadan.
Kiliseyi geziyoruz. Sadık Aslan’ın teyze oğlu, elinde rahibenin fotoğrafını gördüğüm, ağzından hikâyesini dinlediğim, Turabdin’i karış karış gezip, ağacını, taşını, toprağını, insanını kendi kişisel tarihi gibi yaşayan Sinan, Abuna Yakup’un mezarını gösteriyor. Abuna Süryanice “Peder” demek, rahiplere ve papazlara böyle hitap ediliyor. İki yıl önce ölmüş. Mezar göremiyoruz. Sinan duvarı gösteriyor. Anlamıyoruz. Duvarın o bölümünde yüzeye desenler çizilmiş, yazılar yazılmış. O anlatıyor: “Çömelmiş halde ayakta konulur din adamlarının cenazesi duvara, beton bir odaya gömülür. Üzeri böyle taşla kapatılır.” Duvarın içinde, oturmuş, bize, kilisesine ve dünyaya bakan bir Rahip. Abuna Yakup.
Fotoğrafını görmüştüm, uzun bembeyaz sakalı ile masallardaki ermişlere benziyor. Onu tanıyan herkes aynı şeyi söylüyor: Çok bilgiliydi, bilim adamıydı. Kilisenin dış duvarında demir bir kafes gösteriyor Sinan. Abuna Yakup, burada bulduğu yılan fosilini korumak için demir bir kafes yaptırmış. Dikkatle bakıyoruz. Fosil orada, kafesin içinde duruyor.
“Hiçbir yere gitmiyorum!”
Dayrayto, birlikte geldiğimiz dostlara bir şeyler anlatıyor, Kürtçe konuşuyorlar, Meral’le ben anlamıyoruz. Elinde bir beyaz karton parçası. Üzerinde araç plakaları, tarih ve saatler yazılı.
Yine gelmişler. Kimi zaman iki, kimi zaman üç araç. Kilisesinin kapısının önüne park ediyorlar. Karanlık adamlar, kimi zaman Dayrayto’nun deyişiyle “kara gözlüklü”, takım elbiseli, kimi zaman alışılagelmiş köylü giysileriyle, kimi zaman dört-beş kişi, kimi zaman daha fazla. Ya öylece bekliyorlar, ya içinden çıkıp kilisenin çevresinde dolaşıyorlar, kapıyı yumrukluyor, tekbir getirerek Dayrayto’ya küfrediyorlar, oradan def olup gitmesini söylüyorlar. Çıkarken baktığımızda gerçekten de kilise kapısının etrafında sayılamayacak kadar çok sigara izmaritini fark ediyoruz. Korku filmlerindeki gibi.
Gece karanlık. Uzaktan köpek sesleri. Kiliseden epey mesafede alçak damlı üç evin pencerelerinde solgun sarı ışık ve gökyüzünde yıldızlardan başka kimse yok. Dayrayto devasa kilisenin taş duvarları arasında tek başına. Buna benzer bir başka akşamı hatırlıyor rahibe.
“Allah-u Ekber! Allah-u Ekber! Ulan gâvurun kızı, ulan Allah’ını …ğim, kafanı koparmaya geldik, çık oradan!” Dayrayto oturduğu yerden kalkmış, telefona uzanmış. Sonra vazgeçmiş. Silahlı olduklarını biliyor. Karakoldan yola çıksalar, bunlar ateş açsa, askerlere bir şey olsa… Sabah aramaya karar vermiş. Sabah aradığında da “Neden gece aramadın?” demişler.
Geçen gün gündüz gelmişler, uzun uzun kilisenin çevresinde beklemişler, dolaşmışlar, sonra kapıyı yumruklamışlar. “Burada ne işin var, burayı gasp ettin, buralar bizim, defol git!” Küfürler eşliğinde bağırıyorlar. “Siz Müslümansınız, ben Hıristiyanım, rahibeyim, burası benim köyüm, benim kilisem, hiçbir yere gitmeyeceğim” diye seslenmiş içerden Dayrayto.
Yıllardır böyle devam ediyor. Bu bağırmalar, çağırmalar, kapı yumruklamalar, Abuna Yakup ve beraberindekilerin yolunun kesilip hırpalandığı dönemde köyün üç haneli halkı bir kez bile “Ne oluyor orada? Rahibe hanım bir şeye ihtiyacın var mı?” dememiş.
Defalarca karakola şikâyet etmiş, savcılığa gidip ifade vermiş, peşini bırakmamış, “buradan Ankara’ya kadar şikayetçiyim” demiş. Biri kadın, iki savcı ifadesini almışlar. “Sana koruma verilmesi ve kamera takılması lazım” demişler. Koruma filan verilmemiş, saldırganlarla ilgili de bir sonuç alınmamış; çünkü Dayrayto eşkâl verememiş.
Ağaç altı gölgelik. Çaylarımızı içiyoruz. Dayrayto, gözlerinden ateşler saçarak, heyecanla, elini kolunu sallayarak, zaman zaman taklitler yaparak anlatıyor. Abuna Yakup’tan “rahmetli” diye bahsediyor. Kürtçe de “rahmetli” dendiği için ne zaman rahipten bahsettiğini anlayabiliyoruz. Aşiretin ileri gelenlerinin dövmek için Abuna Yakup’un üzerine yürüdüklerini, hasta yatarken, uzun, beyaz sakalını çektiklerini anlatırken dudakları titriyor.
Çok sigara içiyor. Giderken “ona ne alalım?” diye sorduğumuzda, “O yemek yemez, bir şey yemez, kahve ve sigara içer sadece” diyorlar. Korunmak için aldığı, büyüttüğü üç köpeğinden ikisini kurşunla vurulmuş halde, kanlar içinde bulmuş. Üçüncüsü de kayıp. Yine şikayet ediyor. Karakoldan, “hangi tip silahla vurulmuş?” diye soruyorlar, “Ben ne bileyim, keleş midir, başka tüfek midir, nedir, ben anlar mıyım?” diye cevap veriyor. “Git boş kovanları topla bize getir” diyorlar. Cevap veriyor: “Bu benim görevim midir? Bu sizin görevinizdir.”
“Buranın Allah’ı biziz”
1990’lı yılları diğer bütün Süryani köyleri gibi Zaz da çok ağır yaşıyor. Korucular, alabildiğine özgür ve hesap sorulmayacağından emin bir şekilde güvenle köyde terör estiriyorlar. Açık açık ilan ediyorlar: “Buranın Allah’ı da biziz, devleti de biziz, hakimi, savcısı da biziz.” Süryaniler topraklarını süremez oluyor, işçi çalıştıramaz hale geliyorlar. Aralıksız fiziki saldırı, yaralama, gasp, taciz, adam kaçırma, mala mülke el koyma hayatı yaşanmaz kılınca, 1915’te Seyfo’dan önce 1500 ile 2000 arasında olduğu tahmin edilen, 1990’larda 150’ye düşen Zaz’ın Süryani nüfusu göçe başlıyor ve son aile de 1993’te köyünü terk ediyor. Önce Midyat’a yerleşmişler, bir gün köylerine dönme umuduyla. Köye dönüşün yolunu tamamen kapatmak isteyenler, onları Midyat’ta da rahat bırakmamış ve istenilen olmuş, Zazlılar Türkiye’yi terk etmiş. Kimisi İsveç’e, kimisi Almanya’ya, kimisi başka yerlere.
Köy, korucular tarafından zorla boşaltıldığı halde, “boşaltılmamış köy” sayılmış. Sonuçta Zazlı Süryaniler 5233 sayılı “Terör ve Terörle Mücadeleden Doğan Zararların Karşılanması Hakkında Kanun”dan yararlanamıyor, muazzam kayıpları için devletten tazminat alamıyorlar. Çünkü, köyde bir korucu aile bırakılmış ve Zazlı olmayan, komşu Ortaca köyünden biri seçimle değil, tayinle Zaz’a muhtar yapılmış. Böylece Zaz, boşaltılan köyler hanesine yazılmamış.
Hamburg’ta yaşayan, Zaz Köyü Kalkındırma Derneği Başkanı Zazlı İsa Acan anlatıyor: “Zulüm, hukuksuzluk, Seyfo’dan bu yana devam ediyor. Bunlara göz yumuluyor. Öyle olmasaydı, onlarca yıldır tapulu arazilerimiz üzerindeki tonlarca fıstık, tonlarca badem, tonlarca üzüm, tonlarca sumak yasadışı bir şekilde, bunlar üzerinde hiçbir hakkı olmayan insanlar tarafından toplatılmazdı. Ormanlarımızda ve tapulu arazilerimizde meşe ağaçlarımız, badem ağaçlarımız kesilip yok edilmezdi. Yüzlerce dönümlük bağlarımız yakıldı – tabii üzümler toplandıktan sonra!”
İsa Acan köyüyle bağını koparmamış; Hamburg’da yaşıyor ama yazları köyüne gelir, civar köylerden işçi çalıştırarak tapulu tarlalarını sürer, ürünlerini alırmış. Ancak bunu da yaklaşık son iki yıldır yapamıyor. Nedeni açık: İşçiler tehdit ediliyor, “Bir daha Zaz’a gidip onlar için çalışırsanız kendinizi yok bilin” deniyor. Artık tarlaları tehdit edenler ve yakınları sürüyor tapulu tarlaları, ürünleri topluyor, gelirlerini gasp ediyor. Süryanilerin evlerine yerleşiyorlar, üstelik “burası benim” diye esas sahiplere dava açıyorlar.
Hangi Süryani ailenin hangi tarlasını, parsel numarası ile birlikte, hangi ailenin yasadışı bir şekilde sürdüğü ve gelirine el koyduğuna ilişkin bilgi ve kayıtlar İsa Bey tarafından defalarca Türkiye’nin Hamburg Konsolosluğu’na, Mardin Valiliği ve Midyat kaymakamlığına bildirilmiş, davalar açılmış. Ancak süregelen baskı, tehdit, fiziksel şiddet devam ediyor, başvurularından bir sonuç alamıyor. Sumak, badem, üzüm yetişen binlerce dönümlük arazinin ürünlerini zor kullanarak topluyorlar, İsa Bey’in konsolosluk üzerinden noter onaylı şikâyetlerine rağmen buğday ve arpa tarlalarını yasaları hiçe sayarak sürüyorlar, ekinlere el koyuyorlar.
İsa Bey’in açtığı sayısız davaya bakan avukatla uzun uzun görüştük. “Tanık bulamadığımız için davalardan sonuç alamıyoruz, korkuyorlar, gerçeği söylemeyi göze alamıyorlar. Tanığımız yok!” diyor. İsa Bey’le hasta ve yaşlı Abuna Yakup’un yolunu kesip darp edilmelerinin tanığı olmadığı gibi. Avukat, İsa Bey’in toprağında işçilik yapmaması ve işçi sağlamaması için tehdit edilenlerden biriyle bizzat görüşüyor, adam tehdidi doğruluyor, ama “çocuklarım, torunlarım var, bunu mahkemede söyleyemem” diyor.
“Yaşamamıza izin veriyorlar”
Dört güne sıkıştırdığımız köy ziyaretleri ve görüşmelerde anlatılanları sindirmek, bilgi haline dönüştürmek, soykırım çerçevesine, yani bağlamına oturtmak kolay olmuyor. Kitapların yazmadığı şeyleri duyuyor kulaklarımız: Sahte tapularla köy arazisinden topraklara sahip olmalar, arazileri üzerlerine geçirmek için dava açmalar, dava kaybedilince aynı yer için başka adlarla dava açmalar, hiçbirini kazanamayınca Hazine’ye ya da Orman Müdürlüğü’ne başvurup, bu kurumların Süryanilere dava açmasını sağlamalar… Çünkü Hazine’ye ve Orman Müdürlüğü’ne geçen arazileri sonradan üzerlerine almayı ummakta; ya da görüştüklerimizin deyişiyle, “ben yiyemedim, onlar da yemesin” demektedirler. Bir devlet hastanesinde konuştukları doktor, onları dinleyince durumu özetlemiş: “Yaşamanıza izin veriyorlar.” Gülerek bize bakıyor bunu anlatan ve noktayı koyuyor: “Nasılsınız diye sorarsanız, nasıl olalım, yaşamamıza izin veriyorlar diye cevap veririz.” Bu cümleyi duyduğumda bir an için zaman duruyor. Sindirmeye çalışıyorum duyduğumu. Bir düşünce dolaşıyor bütün vücudumu: Dört kuşak, beş kuşak soykırım kurtulanı, sürekli soykırım kurtulanı olarak kalıyor, bunun dışında, bundan tamamen bağımsız bir hayatı olamıyor.
Sit alanlarına, kiliseye bitişik kaçak inşaatlar
Midyat’a bağlı Arnas (Bağlarbaşı) köyü sınırlarındaki, paha biçilmez bir tarihsel miras, arkeolojik bir hazine olan Deyr Hadad, diğer adıyla Mor Aho manastırı yer yer harabe halinde, ancak kilise iyi durumda. Öte yandan hem kalıntılar, hem de kilise defineciler tarafından oyulmuş, kazılmış, görmeye can dayanmıyor. Toprağın altında ise, yer yer yüzeyde izleri gözlenebilen Hıristiyanlık öncesi, Pagan dönemlerden kalma yapı kalıntıları var. Yani o kadar değerli bir dünya mirası.
Böylesi değerli bir yerde, insanın yüzüne tokat gibi çarpan, manastır alanına yaklaştıkça karşılaştığımız manzaraydı. Burası tam anlamıyla bir dağ başı. Uçsuz bucaksız boş bir arazi uzanıyor dört bir yanda. Yerleşim yeri yok. Ama SİT alanı olan bu arazinin içinde gri, karanlık beton bir yapı yükseliyor. Ne eve benziyor, ne de bir kamusal yapıya. Bir anlam veremediğiniz geniş duvarlar ve ilgisiz yerlere açılmış pencereler. Dahası, evin çevresinden başlayıp tüm araziyi çevreleyen, uzayıp giden tel örgülerle tahkim edilmiş bir duvar. Yani, Deyr Hadad Manastır ve Kilisesi ile çevresindeki arkeolojik SİT alanı bu evin arazisinin sınırları içinde kalmış oluyor. Birisi kalkmış, SİT alanını evinin sınırları içine dahil etmiş! İnanılır gibi değil. Kötülüğün resmine bakmış gibi hissediyorsunuz kendinizi.
Anlatıyor dostlarımız: Süryanilerin arazilerine el koymanın bir yolu da, SİT alanlarına tecavüz, buralara cami yapma girişimleri, ev inşa etmeler, kilise duvarına bitişik sağlık ocağı kondurmalar. Bu şekilde Süryani köylerinin arazileri, kutsal mekânlara ait topraklar üzerinde hak iddia etmek kolaylaşıyor, giderek buralar Müslüman komşuların eline geçiyor. İşte Deyr Hadad manastırı alanının içine yapılmış bu hayalet bina ve çevresine özenle çekilmiş duvar bu girişimlerden biri.
Kültür ve Turizm Bakanlığı’na bağlı Diyarbakır Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu 2014 yılında burasını 1. dereceden Arkeolojik SİT Alanı olarak tescil etmiş. Şikâyetler üzerine kurum yerinde inceleme yapıyor ve binanın izinsiz ve kaçak yapıldığı tespit ediyor. Ancak Kurul, yapının keşif öncesinde başlamış olması nedeniyle kendilerinin bir işlem yapamayacağını, gerekli adımın belediye tarafından atılması gerektiğini bildiriyor. Bunun üzerine 2014’ten bu yana Mardin Büyükşehir Belediyesi ile Midyat Belediyesi’ne defalarca yazı yazılıyor. Ancak Mardin Büyükşehir Belediyesi, konunun Midyat Belediyesini ilgilendirdiğini, Midyat Belediyesi de tam tersini ileri sürdüğünden o kaçak yapı ve duvarlar yıkılamıyor, gözlerimizin önünde Süryani varlığına meydan okumaya devam ediyor. Süryani dostlar bu ve benzeri vakalarda Kürt siyasi ve sivil kurumlarından beklentilerinin karşılanmadığını anlatıyorlar.
Oysa Turabdin’in çeşitli köylerinde, farklı yerlerde sanki söz birliği edilmişçesine Süryani arazilerine tecavüz amaçlı bu şekilde kaçak yapı yapma sürecinde, kayyım atanmadan önce görevde oldukları dönemde DBP’li belediyelere çok iş düşmüştü. Süryani dostlarımız bu ve benzer vakalarda karşı tarafı geriletecek bir irade gösterilmediğini düşünüyorlar. Çatışmalı dönemde de Süryanilerin gördükleri maddi-manevi zararlar karşısında yeterli duyarlılık sergilenmediğine ilişkin örnekler veriyorlar.
1990’lı yılların tüm şiddetini, çok ağır bir şekilde yaşamış ve boşaltılmış Süryani köylerinden birinde ise Tapu ve Kadastro’nun tespiti sırasında yaşananları dinledik. Komşu iki aşiretten biri için HDP’li, diğeri için de “devletten yana” diyorlar. İki aşiret arasında kökleri eskilere uzanan kan davası olduğunu, ancak tapu kadastro gelince bu iki aşiretin aralarında anlaşıp, bin yıllık Süryani arazilerine kendilerini ortak yazdırmayı başardıklarını anlatıyorlar. HDP’ye başvurulmuş, hatta komisyonlar kurulmuş, ancak bir sonuç alınamamış. Başka bir köyde de, daha önce anlatıldığı gibi, sonradan ele geçirmek amacıyla Süryanilerin arazilerinin Hazine’ye devri için AKP’li belediye başkanı ile HDP’li Belde Başkanı’nın anlaştıkları, birlikte Süryani köyüne dava açtıklarının dinliyoruz. Benzer öyküleri dinlediğimiz kişiler anlatırken, bu türden işbirlikleri için “ideolojik değil, çıkar ortaklığı” diyorlar. Tarih onlara öğretmiş, ortada paylaşılacak bir mal varsa, Hıristiyanlar karşısında birleşilmesi sık rastlanan bir durum.
Turabdin’e veda
Ardımızda, ince dal gibi bedeni, elinde sigarası, masasının üzerinde kahve fincanıyla Dayrayto’yu, çok şey yaşamışlıkları, hayatın sırrına ermiş bakışları, dizginlenmiş öfkeleri ile Süryani dostlarımızı, ağır başlı, zamana meydan okuyan solgun sarı taştan evleri ve anıtsal kiliseleriyle Turabdin’i arkamızda bırakarak yola çıktığımızda uzun süre aramızda hiçbir şey konuşamadık Meral’le.
Dayrayto’nun sesi
Kulaklarımda Dayrayto’nun sesi: “Ben yakındaki Hah köylüyüm. Annemin ismi Nebite. Babam İsa. 1981’de babam öldü. Bizi köyden çıkartıp dünyaya saldılar. Sonra biz İsveç’e göç ettik. 5 kardeş ve annemle birlikte. Orada beş yıl kaldım. Avrupa’daki hayatı beğenmedim. Tekrar topraklarıma döneceğim dedim. Dönmeye ve rahibe olmaya karar verdim. Hayatımı kiliselere adadım. Buraya Zazlı Rahip Yakup ile birlikte 2001’de döndüm. Hiç Süryani kalmamıştı. Geldiğimizde Zeytin ve İncir ağaçlarının altını tuvalet olarak kullanıyorlardı. Azizlerin mezarına kanalizasyon suyu akıyordu. Şapel’in içine de tuvalet sularını dökmüşler. İnziva odası atık sularla doluydu. Geldiğimiz günden bugüne küfür, hakaret hiç bitmedi.”
İsa Acan, Mardin Valiliği’ne, Midyat Kaymakamlığı’na sayısız dilekçe gönderip, hem kendisinin ve diğer Zazlıların uğradığı haksızlıkları, hem de Dayrayto’ya yapılanları ayrıntıyla anlatmış. Valilik de, kaymakamlık da her şeyden haberdar. Zaz’dan sorumlu karakoldaki yetkililerle defalarca görüşmüş. Dayrayto her defasında karakolu arayarak durumu anlatmış. Oradan da savcılığa bildirilmiş. Yani güvenlikten sorumlu karakol da her şeyi biliyor. Dayrayto’nun güvenliğinden işte bu sivil ve askeri yetkililer sorumlu. Dayrayto da, onun için endişe duyan, anlattıklarını dinleyen ve kendini ondan sorumlu hisseden bir avuç insan da yetkililerin sorumluluklarını yerine getirmesini bekliyor.
Dayrayto, Dayrayto… Yalnız değilsin, korkma diyeceğim, ama bu doğru değil, düpedüz yalnız, yapayalnızsın. O görkemli, anıtsal kilisende tek başına, korkunla baş başasın. İman ettiğin Tanrı’ndan vücuduna sağlık, eline koluna güç, yüreğine esenlik ve umut diliyorum.
Bizlere gelince, hakkını, hukukunu, arayacağız; adalet arayışımızın peşini bırakmayacak, elimizden geleni ardımıza koymayacağız.
“İnsanlar öldürüldü, taşlar konuşmalı”
İHD İstanbul Şubesi, Irkçılık ve Ayrımcılığa Karşı Komisyon’dan Meral Çıldır ile birlikte 7-12 Temmuz 2017 tarihleri arasında Zaz’ın yanı sıra Turabdin’in başka köylerine de gittik. Dayro Daşlibo (Çatalçam), Der Kube (Karagöl), Hah (Anıtlı), Bsorino (Haberli), Sare (Sarıköy), Kafro (Elbeğendi) köylerinde papazlarla, muhtarlarla, öğretmenlerle, köy halkından insanlarla konuştuk, notlar aldık. Her yerde Seyfo’nun izlerini gördük. Terkedilmiş, yarı yıkık, definecilerin delik deşik ettiği kiliselerde, manastırlarda, harabe halinde evlerde ve insanlarda, onların anlattığı ninelerin, dedelerin hikâyelerinde. 1915’te kiliselerde, kale içlerinde ev ev süren direnişin izleri, Seyfo’nun izlerine karışmıştı. İzler taşlarda yaşıyordu. Yanınızda o taşların hikâyesini anlatan biri yoksa, olanı biteni kitaptan okuyabilirdiniz yalnızca, taşlarla konuşamazdınız. Köylerden birinde, karşısındakine katıksız bir entelektüelle sohbet hazzını yaşatan Süryani muhtarın sözleri hâlâ kulaklarımızda yankılanıyor: “Taşların konuşması lazım, bütün bunları anlatmak için, çünkü insanlar yok, insanlar öldürüldü”.
Turabdin’de Süryani köylerinin tarihinde ortak noktalar Seyfo’nun tüyler ürpertici katliamları (Süryaniler tehcire çıkarılmamış, oracıkta katledilmişler), ardından hiç ara vermeyen baskı ve zulüm, 1990’larda köy boşaltmalar, 2002 yılından itibaren Avrupa ülkelerinden birer ikişer köye dönüşler ve sonrasında varlığını sürdürebilmek için verilen, hiç bitmeyen mücadele.
Seyfo hiç bitmemişti. 1920’ler, 30’lar, 40’lar, 50’lerden taa bugüne kadar. O kadar ki, izleyen dönemler için, “Seyfo’da öldürüldüğünden daha çok Süryani sonrasında öldürüldü,” diyorlardı. “Her yerde, yolda, tarlada çalışırken, hayvanını güderken, ekinini toplarken öldürüldü Süryaniler. 20 kişiden 19’u öldürüldü bu topraklarda, vurun gitsin, malı bize kalsın zihniyetiyle.” Yalnızca cinayet değil, bitmeyen kız kaçırmalar, yol kesip ağır bir şekilde dövmeler, yaralamalar, tarlaya, eve, ormana, meralara el koymalar, tehdit, hakaret, şantaj.
“Kendi ormanı var, gelir bizim ormandan ağaç keser, yoksulsan söyle, yardım edelim, yeter ki çalma deriz, yine bizim ağacı keser, ne de olsa gâvurun malı helaldir.” Tapu kadastrodan keşfe gelirler, yanlarında karşı tarafın silahlı adamları. Süryaniler “buralar bizim” der. Karşı taraf diklenirler: “Demeyin öyle demeyin. Bunların hepsi Allah’ın.”