BASKIN ORAN

Baskın Oran

İÇLİ DIŞLI

Rezil darbenin yıldönümünde karşılaştırmalı bir muhasebe

Muhasebe derken:

Bu darbe teşebbüsü sonucu kaç kişi sorgusuz-sualsiz işinden atılıp ailesiyle birlikte aç bırakıldı ve kimseler korkusundan bunlara kokoreççide bile iş veremiyor. Kaç kişi hapse atıldı ve şimdi de “Guantanamo” tulumuna sokulacaklar. Ekmek parası için açlık grevi yapan iki eğitimci kasları erirken niye cezaevine atılıyorlar ve yuları belli itin-uğursuzun onlarla ilgili alay ve tehdit yağdırmasına niye izin veriliyor. Savunması alınmamış insanlar mahkemelere gidemiyorlar ve AİHM’ye de gidemesinler diye özel tasarlanmış komisyonlara toslatılıyorlar.

Bütün bunlardan bahsedecek falan değilim. Bunlar zaten okuma bilen herkesin malumu ve bu hafta ilk yılın istatistikleri de yayınlandı.

***

Diyeceğimi dolandırmadan söyleyeceğim: “Allah’ın büyük lütfudur” diye karşılanan bu darbe başarılı olsaydı Türkiye’de biz insan hakları savunucuları daha kötü durumda olur muyduk, inanın gerçekten bilmiyorum.

Çünkü R. T. Erdoğan ile F. Gülen’i karşılaştırmanın gereği yok. Çok ve bilinen sebeplerle yok. Askerî darbe dönemlerinde yaşadığımız rezillikler ile bir yıldır süren şu “sivil” dönemde yaşamakta olduklarımızı karşılaştırmak, bak işte o bi anlam taşıyacaktır diyorum.

Karşılaştırmak derken:

Bu konuda konuşma hakkını kendinde A’dan Z’ye bulan bir kuşaktanım da ondan diyorum.

***

12 Mart 1971 darbesi rezilliğinde çiçeği burnunda iki yıllık asistandım. Öğrenciyken katıldığım bir gösteri yürüyüşünü bahane ederek tutup attılar Mülkiyemden. Memuriyetten ilk atılışımdı.

Ama ne çare, o zaman Türkiye’de Yargı diye bişey vardı, varmış. Hocalarım da arkamdaydı: Prof. Turan Güneşler, Prof. Yahya Zabunoğlular, Prof. Uğur Alacakaptanlar, Doç. Yüksel Ersoylar, Prof. Bahri Savcılar ilk sıralarda olmak üzere. Dava açtım ve Danıştay 5. Dairesinin oybirliği kararıyla 1972’de görevime döndüm. Doktoramı bitirdim.

***

12 Eylül 1980 darbesi oldu. O rezillikte, YÖK yasasının yürürlüğe girdiği gün, 6 Kasım 1982’dir hiç unutmam, kadrolu yardımcı doçent olduğum halde YÖK beni “sözleşmeli” sayıp attı. Memuriyetten ikinci atılışımdır.  

Ama ne çare, o zaman Türkiye’de Yargı diye bişey vardı, varmış. Ankara 1 Numaralı İdare Mahkemesine açtığım davayı 4 Mayıs 1983'te kazandım ve YÖK kararını iptal ettirdim.

Kararın Rektörlüğe tebliğini ve göreve çağrılmamı bekliyorum, 22 Temmuz sabahı aynı anda 2 telgraf geldi.

Birincisi: "Üniversite ile ilişiğinizin kesilme işlemi Ankara 1 Numaralı İdare Mahkemesinin 04.05.1983 tarih ve 1983/293 numaralı kararı ile iptal edilmiştir. Göreve başlamanızı rica ederim. Dekan Prof. Dr. Necdet Serin". Telgrafın çekiliş saati: 21.50.

İkinci telgraf bundan on dakika sonra, 22.00’de çekilmiş gözüküyordu: “Ankara 1 Numaralı İdare Mahkemesi kararına uyularak görevinize başlamanız telgrafla bildirilmişse de, Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı yazılarına uyularak 1402 sayılı Sıkıyönetim Kanununun 2301 ve 2766 sayılı kanunla değişik 2. Maddesi gereğince görevinize son verilmiştir. Bilgilerinizi rica ederim. Dekan Prof. Dr. Necdet Serin”. Memuriyetten üçüncü atılışımdır.

Mükafaten Ankara Üniversitesi rektörü yapılacak olan Dekan Serin tazminat sorumluluğundan kendini bu on dakika sayesinde sıyırmaya çalışıyordu…

***

Galiba artık görevime dönemeyecektim çünkü 12 Eylül’ün 1402 rezilliği, attıkları hakkında “bir daha kamu hizmetinde istihdam edilmemek üzere” diyordu. Elifi elifine, bugünkü OHAL KHK’larının dediği gibi.

Ama bugün benim gibi artık emekli olan Prof. Metin Günday, o zaman yine benim gibi doktor asistan, dedi ki: “Olağan üstü dönemlerdeki kurallar ancak o dönemde geçerlidir, dönem bitince hikaye olur”.

Ve (şu anda OHAL’i niye durmadan uzatıyorlar onun hukuki sebebini bi yerlere kaydedesiniz diye söylüyorum), 1985’te Ankara’dan Sıkıyönetim kalkınca davayı açtık.

Ve Ankara 6 Numaralı İdare Mahkemesi 12.11.1986 gün ve 3403/4743 sayılı kararıyla beni görevime iade etti. Bu, 1402’nin ve 12 Eylül’ün yıkılma sürecinin başıdır.

***

Bundan sonra yıkılış bir anda tamamlanmadı tabii. Diktatörlük direndi. Rektörlük kararın yürütmesini durdurttu. Dördüncü defa yine atılmış oldum.

Ama ne çare, o zaman Türkiye’de Yargı diye bişey vardı. Metin kardeşim Danıştay 5. Daire’ye tekrar başvurdu ve oranın 28.03.1990 gün ve 1990/651 sayılı kararıyla Mülkiyeme tekrar dönme hakkını kazandım.

Fakat çeşitli yargı düzeylerinde 1402’likler hakkında farklı kararlar verildiği için, olay Danıştay İçtihatları Birleştirme Kuruluna gitti. İşte oradan çıkan 07.12.1989 gün ve E. 1988/6, K. 198904 sayılı karardır ki 12 Eylül’ün yıkılışının çanını çaldı. Dava açan bütün 1402’likler, dava açtıkları tarihten itibaren mali haklarını da almak suretiyle görevlerine döndüler.

***

Bu rezillikleri başımıza saran askerî diktatörlerin yataklardaki hallerini televizyonlar yayınladı, görmüşsünüzdür. Ben burada sadece, askerî diktatörlük dönemlerinde bile Türkiye’de Yargı ve Adalet’in ortadan kalkmadığını kayda geçirmek istedim.

***

Bilmiyorum, arife daha fazla tarif gerekir mi. Bir yanda Fethullahçılar’la darbeperest subayların rezil darbe teşebbüsü, diğer yanda gittikçe sertleşen Tek Adam Rejimi. Bu ikisi arasında karşılaştırma yapmanın niye anlamsız olduğunu anlatabildim mi.

Güneydoğu’da barış isteyen akademisyenlere “alçak”, “hain” gibi sürüyle hakaret yağdıran bir cumhurbaşkanına hakaretten dava açmağa kalktığınızda Yargı’dan “Cumhurbaşkanımızın bu sözleri kamuoyunu aydınlatmaya yöneliktir, ifade özgürlüğüdür” cevabını aldığınız bir “sivil” Rejim’le, doludizgin yaşadığım iki rezil askerî rejimi daha fazla karşılaştırmam gerekiyor mu?

Niye bir karşılaştırma yapılacaksa bunun, Yargı yani Adalet’in temel olarak hayatta kalabildiği askerî dönemler ile yaşamadığı bugünkü “sivil” rejim arasında yapılması gerektiğini daha açık, bir daha yazmalı mıyım?

Bugüne kadarki içtihadını bi bardak suyla yutan AYM’nin, anayasaya aykırı KHK’ları denetlemekten kendini men ettiği bir Tek Adam Rejimi’nde artık “ne yazsan 1 fazla” değil mi?

Ama daha da önemlisi, Adalet’i engellemek için ne tedbir alırsan al, artık bir kere belli bir gelişmiş düzeyine varmış bi ülkede “Korkunun Ecele Faydası Yoktur” kuralı, başını kaldıran herkesin okuyabileceği biçimde gökyüzünde sabit harflerle yazılı durmuyor mu?