Gazetemizin yazarlarından, Hrant Dink’in can yoldaşı Oşin Çilingir’in, 19 Ocak’tan kısa bir süre sonra, 16 Şubat 2007’de yayımlanan; Hrant Dink’i, İttihat ve Terakki’nin 1915’te katlettiği aydınlardan, avukat, yazar ve milletvekili Krikor Zohrab’la kıyasladığı yazı, bir yakın tarih analizi olarak da ibretliktir. Geçerliliğini hiç kaybetmeyen bu zamansız yazıyı bir kez daha yayımlıyoruz.
Hrant Dink, yaklaşık yüz yıl sonra Krikor Zohrab’la aynı kaderi paylaştı. Bu iki aydının misyon, düşünce ve eylemleri arasındaki benzerlik şaşırtıcıdır. Daha da şaşırtıcı olanı, karakterleri arasındaki benzerliktir: Duygusal, coşkulu, korkusuz, atılgan ve tepeden tırnağa içtenlikli!
* * *
Krikor Zohrab’ı ne zaman anımsasam, gözlerimin önüne hep aynı coğrafya, uçsuz bucaksız Mezopotamya düzlüğü gelir. Yıl 1915, aylardan temmuz. Atlı bir müfrezenin gözetimindeki bir grup sürgün, bu düzlüğü ağır ağır adımlamakta, bir toz bulutu kafileye eşlik etmektedir.
Kafile yorgun, sessiz ve korku yüklüdür. Sıcak, bu korkuyu çoğaltmakta, insanı kendinden koparıp almakta; ölüm, bezdirici gücüyle tek hâkim düşünceye dönüşmektedir. Durum, Nazım Hikmet’in, başyapıtı sayılan Şeyh Bedreddin Destanı’nda üç dizeyle dile getirdiği ruh haline benzemektedir: “Sıcaktı sıcak / Sapı kanlı / Kör bir bıçaktı / Sıcak.”
Mezopotamya düzlüğünü adımlayan bu kafileden sağ kurtulanlar İstanbul mebusu Krikor Zohrab’ın hunharca katledilişini ömürleri boyunca unutamadılar. Ne mavzer, ne piştov, ne kılıç ve ne de sapı kanlı kör bir bıçak! Zohrab’ı, başını taşla ezerek öldürdüler! İttihat ve Terakki, kurbanın aydın oluşunu dikkate alarak ona cinayetin en vahşisini reva görmüştü.
Krikor Zohrab’ı katleden Çerkes Ahmet’in çocuklarına ve torunlarına miras olarak, bu cinayetin öyküsü kaldı. Zohrab’dan geriye kalan ise yaşadığı döneme tanıklık etmiş namuslu bir aydının manevi değerleriydi.
* * *
1915’ten tam 92 yıl sonra güneşli bir ocak gününde bir başka Ermeni aydın, Hrant Dink, İstanbul’un göbeğinde, güpegündüz, herkesin gözünün önünde katledildi. Zanlı, Çerkes Ahmet’in manevi mirasçısı on yedi yaşındaki Ogün Samast’tı. Bu ikincisinin de azmettiricisi aynı cinayet şebekesiydi: İttihat ve Terakki damarı!
Hrant Dink’ten geriye kalan miras da tıpkı Zohrab’ınki gibi yaşadığı döneme tanıklık etmiş, korkusuz, namuslu ve sevecen bir aydından kalan manevi değerlerdi. Yirmi birinci yüzyılın ilk yıllarını geride bırakırken Zohrab’dan Dink’e uzanan değerlerin birebir örtüştüğüne, benzeştiğine tanık oluyoruz. Şimdi bu manevi değerleri kalın çizgilerle irdelemeye çalışalım.
* * *
Zohrab’la Hrant Dink’in kimlikleri, üç bileşenin sentezinde belirir. Birbirini bütünleyen bu bileşenlerden ilki, ikisinin de cemaatlerinin sorunlarına karşı gösterdikleri duyarlılıktır.
Bu öylesine ileri düzeyde bir duyarlılıktır ki, cemaatleri için üstlendikleri aydınlatıcı misyonlarıyla her iki aydın sanki birer Surp Krikor Lusavoriç gibidir. Zohrab, Osmanlı İmparatorluğu’nu oluşturan halklar mozaiğinin temel unsurları arasında yer alan Ermeni cemaatinin bir temsilcisi olmuş; bu temsilciliğini çok çeşitli alanlarda başarıyla yerine getirmiştir. Hrant da yaklaşık yüz yıl sonra benzer bir misyon üstlenmiş, nesnel gelişmelerin de itkisiyle zamanla –hiç de istemediği halde- cemaatin sivil temsilcisi, önderi olmuştur.
Zohrab yönetsel, eğitsel, dinsel, sanatsal ve etik alanlarda kendi cemaatinin içinde bulunduğu koşulları değiştirip dönüştürmenin savaşımını vermiştir. Pozitivizm, onun düşünce ve eylemlerine yön veren temel dinamik olmuştur.
Yaklaşık yüz yıl sonra Hrant da benzer sorunlarla boğuşmuş, cemaatin yaklaşık yüz yıllık yalnızlığını, temel varoluş sorunlarını sırtlamış; bir yandan Ermeni kimliğine dair sorunlarla boğuşurken diğer yandan da gasp edilmiş ve yağmalanmış cemaat gayrimenkullerinin peşine düşmüştür.
İki aydının bu kişilik bileşenini cemaatlerine yönelik toplumsal ve politik etkinliklerinde; makale, polemik ve yazınsal ürünlerinde izledikleri toplumsal / eleştirel gerçekçi tutumlarında rahatlıkla görmek mümkündür.
* * *
Krikor Zohrab’ın kimliğinin temel bileşenlerden ikincisi, bir Osmanlı aydını olarak aldığı pozisyondur. Ermeni cemaatinin yerel meclisine üye seçilmiş, Osmanlı Meclis-i Mebusan’ında üç dönem milletvekili olarak görev yapmıştır. Despotizme karşı çıkmış, bu nedenle tutuklanmış ve hapsedilmiştir.
Hrant Dink, ne cemaatin yönetim organlarında ne de parlamentoda yer almıştır. Tarihsel misyonunu Agos’u sivil bir platforma dönüştürerek yerine getirmiştir. Despotizme, sömürüye ve antidemokratik uygulamalara karşı yürüttüğü mücadeleler nedeniyle hayatının değişik evrelerinde yargılanmış, hapse atılmış ve işkence görmüştür.
Krikor Zohrab’ın bir Osmanlı aydını olarak, çöküş surecine girmiş olan imparatorluğun içinde bulunduğu durum karşısında aldığı tavır, onun aynı zamanda ufku geniş bir siyaset adamı olduğunu gösterir. O, cemaati ile imparatorluğun sorunlarının birbirinden soyutlanamayacağının bilincindedir.
Konjonktür farklılığına karşın Hrant’ın bu konuda takındığı tutum, Zohrab’ın tutumuyla hemen hemen aynıdır. O da Türkiye’nin sorunlarıyla cemaatinin sorunlarını birbirinden soyutlamamış, örneğin cemaati için en ideal çözümün Türkiye’nin demokratikleşmesinden geçtiğini savunmuştur.
Hrant, demokrasinin bütün kurumlarıyla işlediği demokratik bir Türkiye’de cemaatinin sorunlarının sorun olmaktan çıkacağını düşünüyor, memleketin Avrupa Birliği’ne girişini de bu süreci hızlandıracağı gerekçesiyle savunuyordu.
Zohrab’ın politik kişiliğine, savunduğu düşüncelere baktığımızda onun liberal ve özgürlükçü bir çizgi izlediğini, geleneksel istibdatçı Osmanlı yönetim tarzını sonlandırarak bonapartist bir yönetim tarzını hâkim kılan İttihat ve Terakki’ye –başlangıçtaki desteğini çekerek– mesafeli durmuş olduğunu görüyoruz. İkinci Meşrutiyet’in getirdiği kısmi özgürlük ortamında kurulmuş olan Ahrar Partisi’ni kendisine daha yakın bulmuş, bu partinin liberal toplum yaratma hedefini benimsemiş, bu amaçla da merkeziyetçi değil, Prens Sabahattin’in ademimerkeziyetçi anlayışını savunmuştur.
Onun Osmanlı parlamentosunda savunduğu fikirler, ancak yıllar sonra Cumhuriyet döneminde, 1961 Anayasası’yla gerçeklik kazanabilmiştir. Başta merkezi yönetim erkinin polarizasyonu olmak üzere işçi sınıfına toplu sözleşme ve grev hakkı, toplumun bütün sınıf ve katmanları için özgürlükçü ve demokratik haklar, Osmanlı toplumunu oluşturan çok çeşitli etnik gruplar arasında eşitlikçi düzenlemeler, köylülerin yüzyıllardır belini büken tarımsal vergilerin azaltılması, kadınlara yeni haklar vb. sorunlar Zohrab’ın üstün hitabet gücüyle dile getirdiği temel konular olmuştur.
Hrant da en az Zohrab kadar iyi bir hatipti. Onun, başta televizyon kanalları olmak üzere seminer, konferans, panel vb. toplantılarda ve yazılarında gerçekleri dile getirilişindeki ustalığı tartışmasızdır. Asıl ustalığı ise bu konuşmalarına giydirdiği lirizmdir.
Tarihin derinliklerinden süzdüğü gerçekleri dışavuruşundaki duygusal tavır,dinleyenleri bir anda etkisi altına alırdı. İstanbul’da düzenlenen Ermeni Konferansı’nda anlattığı ‘su çatlağını buldu’ öyküsü, salondakileri nasıl da duygu seline boğmuştu.
Hrant, demokrat kimliğini ağır ağır, ama sağlam adımlarla inşa etti. Onun demokratlaşma sürecini Agos’un genel içeriğindeki ve makalelerindeki değişimde gözlemek mümkündür. Önce Hrant, sonra Agos değişti. Agos, cemaate yönelik bir gazete olmaktan çıkarak zamanla bütün Türkiye’ye hitap eden bir gazeteye dönüştü. Bence bu gazete, Türk basın tarihinde istisnai bir olay, bir fenomendir. Öyle ki etkisi ve yarattığı sonuçları bakımından ele alındığında Ermeni cemaatini ruh hali bakımından AÖ (Agos’tan önce) ve AS (Agos’tan sonra) diye iki döneme ayırmak mümkündür. Ermeni cemaati, AÖ içe dönük, sinik, edilgin ve irrasyonel bir toplum iken; AS kabuğunu çatlatmış, canlı, etkin, hakkını arayan rasyonel bir topluluğa dönüşmüştür.
‘Gayrımeşru çocuk’ gerçekliğini düzenleyen yasaların tümüyle iptal edilmesi gerektiğini savunurken ise Zohrab, hiç kuşkusuz insancıl yönüyle büyümüştür. Aynı insancıl boyutu Hrant’ın ‘Tuzla Kampı’ öyküsünde de görmekteyiz. Onun bu öyküdeki kimsesiz ve fukara çocuklara adanmışlığı, izleyen yıllarda yağmalanan kamp arazisinin yeniden kazanılması mücadelesine dönüşmüştür.
* * *
Krikor Zohrab’ı aydın kılan üçüncü̈ düşünsel bileşen, evrensel değerlere ve sorunlara göstermiş olduğu duyarlılıktır. Onun Ermeni cemaati ve Osmanlı Devleti için geliştirdiği düşüncelerindeki evrensel boyut şaşırtıcıdır.
Zohrab’ın evrenselliğini gösteren en önemli eylemi hiç kuşkusuz Dreyfus davasında takındığı tutum ve bu dava nedeniyle ırkçılığa karşı verdiği savaşımdır. Bütün dünyada geniş yankılar uyandıran bu davada bir savunma hazırlayan Zohrab, sanki kendi ülkesindeki bir davaya müdahil olarak katılan bir hukuk adamı gibi sorumlu davranmış, Dreyfus’un salt Yahudi kökenli olduğu için suçlandığını savunmuştur.
Hrant’ın Orhan Pamuk davasında takındığı tutum, Zohrab’ın Dreyfus davasındaki tutumuna ne de çok benziyor. Pamuk’u linç etme girişimi sırasında onun yanı başında yer alışı, onu mahkeme salonunda yalnız bırakmayışı entelektüel dayanışmanın bir örneğidir.
* * *
Zohrab, Mezopotamya düzlüğünü adımlarken, bu düzlüğün kendisi için bir mezar olacağını sezinlemiş, karısına yazdığı son mektubunda çaresizliğini dile getirirken, öyle sanıyoruz ki aydın kimliğinin, siyasal bazı koşullarda bir dördüncü bileşeni daha gerektirdiğini anlamıştır. Zohrab’dan sonraki kuşaklara ulaşmayan kalıt, işte bu dördüncü bileşendir!..
Hrant, eşi ve çocuklarına mektup yazma fırsatı bulamadı; her şey bir anda oldu. Tıpkı Zohrab gibi dördüncü bileşenden yoksun, boylu boyunca yere serildi.
* * *
Zohrab’la başlayan yüzyıllık yalnızlığı Hrant sonlandırdı. Şimdilerde bir dönemin eşiğinde, Hamlet‘in özdeyişindeyiz: Olmak mı olmamak mı?
Ya yeni bir yüzyıllık yalnızlığı seçeceğiz ya da Hrant’ın düştüğü yerden yeniden doğacağız.