KARİN KARAKAŞLI
İnsan bir an suçluluk duymuyor değil. Sonuçta Nilgün Marmara, elimizdeki bu iki yeni kitabın basılmasını düşünmemiş, istememiş. Ama isteği hilafına yapılmış ‘Kırmızı Kahverengi Defter’ başlıklı o eksik, eski baskı varken, bunları yayımlamak farz olmuştu. Bekliyorduk. Geldi.
Everest Yayınları tarafından Nilgün Marmara’nın el yazılı sayfaları da dahil edilerek basılan bu kalın kitap-defteri, ‘Defterler’i yıllardır bekleyen bir yandan da aslında bu kitabın hiç ama hiç basılmamış olmasını dileyen Marmara’nın eşi Kağan Önal’a bırakmanın zamanıdır sözü. Istırabı anlatsın her şeyi: “Şiirlerin yayımlanmasını takip eden günlerde Gülseli İnal, Nilgün’ün annesi Perihan Marmara’dan notları ve defterleri geri vermek vaadiyle almış ve içlerinden ‘seçtiklerini’, Telos Yayınları’ndan ‘Kırmızı Kahverengi Defter’ adıyla yayımlatmıştı. Sonraki yaklaşık yirmi beş yıl boyunca, İnal’ın kitabın önsözünde herkesin tetkikine açık olduğunu iddia ettiği defterleri gören olmadı. İnal’ın çeyrek asırlık ‘Nilgün’ün defterleri benimdir’ inadı mı, yoksa onca zaman sonra defterleri aniden geri vermesi mi daha garip bilemiyorum. Tek bildiğim, elinde tuttuğu süre içinde defterleri ve kağıtları, istisnasız her bir sayfasının üzerine çoğu zaman tükenmez kalemle notlar alacak kadar benimsemiş olduğudur. Öyle ki, orijinallerin temizlenmesi mümkün olamadığından, fotoğrafı çekilen sayfaların bu basım için dijital olarak temizlenmesi gerekti.”
Sonra bir de her iki kitabı yayına hazırlayan Bilge Barhana’ya dönelim.’Kağıtlar’ın başına: “Söz konusu kağıtlar aynen üzerlerinde yazanlar gibi büyük bir çeşitliliğe sahip: Teksir kağıtları, bir zamanlar bakkallarda mektup kağıdı diye satılan kağıtlar, iş ajandalarından ya da okul defterlerinden, bloknotlardan kopartılmış sayfalar, bilgisayar çıktılarının arkaları. Nilgün Marmara, eline geçirdiği her kağıdın hangi yüzü müsaitse orasına, yazmış, yazmış, yazmış.”
Zarafetle tutmak kelimeleri
O yazılanlar işte bunca acıdan sonra elimize teslim edildi. Öyle hoyratlıklardan geçilmiş ki ve zamanlar öyle kötü ki, dilerim herkes zarafetle tutar Nilgün Marmara’nın kelimelerini elinde. Alıp da minnetle bağrına basar. Bu kadarını yapamayan zaten hiç ellememeli onu.
Çok kıymetli, mahremine saygı duyulması gereken bir hazine elimizdeki. Nilgün Marmara’nın şiir taslakları, şiirlerinin unutulmaz dizelerinin kimileri, üzerinde çalıştığı oyun, yazdığı mektuplar, okuduğu ve üzerine onca düşündüğü kitaplardan aldığı notlar her şey bir arada.
Ece Ayhan’ın Bakışsız Bir Kedi Kara şiirine atıfla, Üzünç Teyze’yi anarak yazdığı satırlar bugünlerimiz için adeta: “Kızıl yapraklar hep bir olup dönüyorlar bir yerlerde, boğazımıza birer düğüm yerleştirmek için, sonra uzaktan uzağa hep bu düğümleri bilmemiz bildirmemiz yaşatmamız öldürmemiz için.” “Evrenin yetkin uru dünya. Boşluktaki büyük küresel yaraya göre, kişinin iyileştirilemeyecek bir yarası olamaz gibi görünüyor bana. Onun için varoluş tarihindeki acılar insanın kendini, öznelliğini aşması için nesnel bir destek… Artık, çirkef ilişkilerden, utku ve yenilgi ikileminden, her hamlede mat hevesinden, ele geçirme savaşımından vazgeçmek gerekir. Vazgeçilmiyorsa Üzünç Teyze gelir hep oturur içimizde. Şen ve özgür hayaletler olalım!”
İnsanın her halini gören, kötülüğün kokusunu hayvansı bir içgüdüyle alan, isyanı ve sevinci de elinden hiç bırakmayan bir kadın var karşımızda. Olanca hakikatiyle. “Nedir bir yıl daha, göğün zamanı öyle kendiyken, azıcık bir sevinç umudu ve yaşam dileğinden başkaca?” derken, sonsuzluk ve hayat karşısında insanın zerre halini ama o zerre içindeki gizil potansiyeli anımsatıyor.
Mavi sınırın üzerinde bir kuş
‘Defterler’de Marmara’nın eşiyle birlikte Libya’da geçirdiği yaklaşık bir yılın izleriyle dolu mektupların arasında buluyoruz kendimizi bir anda. Tobruk’ta, Önal’ın görevli olduğu şantiyedeki lojmanda Nilgün Marmara, bu prefabrik yapıyı, onu çevreleyen ıssız, çorak doğayı her seferinde yeni baştan kurarak paylaşıyor ailesi ve dostlarıyla. Bu haliyle mektuplaşmaların kendisi bile bizatihi onun küçük tuğlalarla örerek yükselttiği ama aynı anda bir ağaç kökü gibi derinlere kazıdığı edebi dilini, yazma yöntemini gösteriyor görebilene. Bir mektuptan diğerine Marmara’nın nasıl da yaza-yaşadığını görüyoruz ayrıca. Yazmak, hayatın yanı sıra yapılan bir şey değil, Nilgün Marmara için. Yazarken yaşıyor, yaşarken yazıyor ve edebiyat ile hayat arasındaki o incecik sınır hattının üzerinde kuş olup uçuyor. Mavi renk ve bir kuş imgesi her yerden karşımıza çıkıyor onun dünyasında.
Atomlarına parçalanan, sonra bütün kainatı kapsayacak bir yekpareliğe ulaşan bir yapı bu. Zaman çizgisel değil, sarmal. Uzam sonsuz. Diliyse her dem taze ve artık eşine ancak kimi dağlarda rastlayabileceğimiz pınar suları gibi berrak. Kendi isminin hecelerinden başlayarak her şeyin yapısını bozup yeniden kuran, deyimleri hallaç pamuğu gibi dağıtan, dille hemhal bir şair o. Kendisine ‘Durgun Hayat Kadını’ diye takılan huzursuz ruh. Anti-Nostaljin iğneleriyle gönüllü sürgünlere, istemsiz aidiyetsizliğe katlanan bir rüzgâr kadın.
Sevmenin ‘Nilgüncesi’
Ya Nilgün Marmara nasıl sever, diye bir soru varsa kafanızda, onun da cevabı bu tomarlar arasında. Sevmenin sadece en has insani duygu olmanın ötesinde politik bir eylem sayılması gereken günümüzde, kerelerce okunur bu satırlar: “Hiçbir şey kalmıyor geriye (nereye?) Oysa bir şey arttırılmalı, saklanmalı, korunmalı kara günler için (daha da mı?)Ben yaşarken yaşamımı ve ölümümü tüketiyorum. Sana neler anlatmalıyım neler, çok yer, çok insan, çirkin, güzel, olaylar, tarihler, akış, akış… Gözlerimin önünde olan biten yiten her şey bir çevrimin içinde tutsaklandığım ben ve rastlantıyla aynı çevrim içre bulunan diğerleri, bize değen, değmeyen her şeyi. Konuşmak konuşabilmek böylesine zorken ben anlatıyorum beynimdeki diğer ses yoluyla sana, bazen de düşlerde. Şükür! Bir güven var hâlâ (nelerden sonra!) beni duyarsın. Nilgün seni severdir.”
Kimlik politikalarının kapansı dünyasında “Adlardan nefret ediyorum, kimliklerden… Çünkü ben kendimi kendime ve başkalarına ve her şeye öyle çok veriyorum ki (kendim için kendiliğimden)” diye haykıran bir ruh onunki. Ardından da bambaşka bir köşede, tamamlarcasına sözünü bir itiraf ve taleple çıkıyor karşımıza: “Ben böyle yalnızken,/Kendim kendime fazla geliyorum./eksiltin beni daha çok!”
Denizli çölde
Kimi zaman haksızca çizilen o içe kapanık, kendiyle meşgul portrenin aksine Nilgün Marmara’nın duyargaları doğanın her bir zerresine açık. Dışın içinde konumlandırırken kendini, yazdığı her şey zaman ve mekândan, tarih ve coğrafyadan bağımsızlaşarak insanın çıplak hakikatini anlatır oluyor. Aczini de kudretini de. “Her yüzeyi tahtadan küçücük bir ev içi kızıyım ben şimdi. Interior Nilgün! Mutfak-oturma birimi tek mekân, kaynayan çaydanlığın dışbükey yüzeyinde oturduğum koltuğu görebiliyorum… Çöl bir kum fırtınası sundu bir gün, evin içi dışı çöl; süpür dolsun, süpür dolsun. Küçük makilerin altında deli tarla fareleri yuvaları var, sabahları pencereden izliyorum; koyu, kırılgan dalgaları, az uzaktaki hurma ağaçlarını, Küçük Prens’in göründüğü ve kaybolduğu çizgiyi çağrıştıran bir çizgiyle bitişen alçak çöl tepelerini…26 Kasım günü öğlen saat 11:10’da çok sıcak oldu denizse ana rahmi denli dingin, biz de ani bir kararla Kağan’la dayanamayıp daldık sulara. Deniz içre bu zamanlarımın, en haz veren anlarıydı belki bu geç atılım. Çok sevindik. Buradaki doğayla en dolaysız tek ilişkim şimdiye dek.”
İlhan Berk’e yazarken yaptığı tespitse her dem taze geçerliliğiyle ürpertiyor okuyanı: “Yaşamı kendilerine eklemeye, her şeyi her şeyi ele geçirmeye, kendilerine katmaya çalışıyor buradaki insanlar, bizlerse kör topal yaşama eklemlenmeye çalışıyoruz. Arada ayrım yok mu hiç? Develer de güdülmüyor, diyardan da gidilmiyor, bok böcekleri üşüşmüş değneğin üstüne, iki ucuna değil yalnızca.”
Hayatla ve edebiyatla her anında ödeşen; şair arkadaşlarına, ailesine, dostlarına yolladığı mektuplara deniz kabuklarıyla küçük yapraklar iliştiren Nilgün Marmara’nın o sakınımsızlığına, gönlü genişliğine, şiirdeki yetkin diline, hayattaki duruşuna nasıl haset edilmiş olabileceğini de sezinliyorsunuz. Kötücüllük hep bir adım ötemizde. Ama bu böyle diye, Nilgün Marmara kendini korumaya alacak değil. O her şeyini verecek. Biz de içimizi açmayı, kendi gerçeğimizle yüz yüze gelmeyi öğreneceğiz ondan. Kanmamayı, kandırılmamayı. Hakkıyla yaşamayı. Ölümü bir an bile unutmadan.
Şairimizin gözünün içine bakabileceğiz o zaman. Riyasız bakacağız hem de. Buluşarak, o nice kederden damıttığı incecik gülüşünde...
Defterler
Nilgün Marmara
Everest Yayınları
535 sayfa.
Kağıtlar
Nilgün Marmara
Everest Yayınları
152 sayfa.