YETVART DANZİKYAN

Yetvart Danzikyan

KARDEŞÇESİNE

12 Eylül’le benzerlikler, farklılıklar

Bu gidişle herhalde Çağlayan Adliyesi’nde yatıp kalkmaya başlayacağız. Zira 15 Temmuz öncesinde başlayan fiili OHAL 15 Temmuz’dan sonra resmîleşmiş ve 12 Eylül sonrasıyla rahatlıkla karşılaştırılır hale gelmeye başlamış durumda. Aslı Erdoğan ve Necmiye Alpay, Özgür Gündem’e destek verenlere yönelik gözdağı verme politikası kapsamında tutuklandı. Özgür Gündem Yazı İşleri Müdürü İnan Kızılkaya ve Genel Yayın Yönetmeni Zana Kaya tutuklu. Gazeteye destek için başlatılan ‘nöbetçi yayın yönetmenliği’ne destek verenler de kâh haklarında açılan dava, kâh başlatılan soruşturma çerçevesinde, peyderpey ifade vermeye gidiyorlar. Bu hafta Ayşe Düzkan, hakkında açılan dava için ifade verdi, iki gün sonra da Faruk Eren. Bu arada MİT Tırları davasında Erdem Gül de Salı günü ifade verdi. Ahmet Şık eskilerden kalma Oda tv davasında ifade verdi. Hasan Cemal ise ‘Cumhurbaşkanı’na hakaret’ davasında ifade vermek için Adliye’deydi. 15 Temmuz öncesi katıldıkları bir televizyon programında darbeye yönelik ‘subliminal mesaj’ verdikleri öne sürülen Ahmet Altan ve Mehmet Altan ise günlerce gözaltında kaldıktan sonra Salı günü Adliye’ye sevk edildiler. Ahmet Altan serbest bırakılırken, Mehmet Altan tuhaf gerekçelerle tutuklandı. Haklarında soruşturma açılan ya da hapse adılmış onlarca gazeteci olduğunu da ekleyelim. Bunlar sadece şu son haftanın envanteri.

Tablo gerçekten korkunç. Öncelikle şunu söylemek gerekir ki, bu soruşturmalar ve tutuklamaların tümü tamamen keyfi kararlara dayanıyor. İktidar 15 Temmuz sonrası ilan ettiği OHAL rejiminde her kime gözdağı vermek istiyorsa, her kime bir yerden ‘takmış’ ve onunla hesaplaşmak istiyorsa ya da hangi konuda basıncı daha da artırmak istiyorsa o konuda istediği adımı atıyor ve kimseye hesap filan da vermiyor. Bir zamanların “Batı ne der?” kriteri artık çöpe atılmış vaziyette. Bu tür tutukluluk ve hak ihlalleri yüzünden AİHM’den geleceği çok açık olan tazminat kararları da belli ki göze alınmış. AKP böyle bir konuda tabandan kendisine herhangi bir tepki gelmeyeceğini gayet iyi biliyor olsa gerek.

Meselemiz belki de biraz da budur. Yani şu darbe ortamının, baskı ortamının, hukuktaki keyfiyetin toplumun geniş bir bölümü tarafından onaylandığını ya da hiç mesele edilmediğini biliyor Erdoğan rejimi.

Bu hal, zihniyet ve uygulama açısından iyice benzerlikler yaşadığımız 12 Eylül rejimi ile bugünün rejimi arasındaki en önemli farkı oluşturuyor kanımca. 12 Eylül rejimi elbette toplumsal bir tabana oturuyordu ama bu büyük oranda, o zamanın deyimiyle ‘anarşi’ye karşı olan bir orta sınıfın toplumsal desteğiydi ve genel manada geçici bir destekti. O rejimin ilanihaye sürmeyeceğini, birkaç yıl içinde olabildiği kadarıyla ‘normal’ bir rejime dönüleceğini biliyordu toplum; bunun yolunu, 1983 seçimlerinde Evren’in partisine karşı Özal’a oy vererek bizzat açtı zaten. Bununla kalmayıp devamını getirdi ve 1987 yılındaki referandumda Demirel, Ecevit, Erbakan ve Türkeş hakkındaki siyasi yasakların kaldırılmasına onay verdi, Özal’ın aleyhteki tüm propaganda çabalarına rağmen.

Mevcut durum bu açıdan büyük farklılık gösteriyor. Erdoğan rejiminin atacağı her otoriter adım (belki ekonomi alanında olanlar hariç) AKP tabanında şu ya da bu şekilde bir karşılık buluyor ve adımlar otoriterleştikçe bilhassa İslamcı-milliyetçi taban ve kraldan daha fazla kralcı olabilen AKP medyası daha fazlasını istiyor. Bu durum hem ideolojik bir ‘el artırma’ yarışı hüviyeti kazanmış durumda, yani bir tür linç rejimine girdiğimiz için toplum her seferinde ‘lider’e kalmadan kendisi de talepkâr olabiliyor ya da kendiliğinden harekete geçebiliyor; hem de, sonuçta elde ‘kazanılmış bir iktidar’ ve onun nimetleri olduğu için artık her şey bir ölüm kalım meselesine indirgenebiliyor, yani iktidar ve tabanı, bir kez iktidarı kaybettiklerinde onu yeniden ele geçirmenin çok zor olacağını düşünüyorlar. Ve kaybedecek çok şeyleri var. Dolayısıyla en basit bir hukuki mesele ya da itiraz, rejim tarafından kolaylıkla “Bizi devirmek istiyorlar” kılıfına sokulabiliyor ve bu, rejime ortak edilenler tarafından alıcı bulabiliyor.

Tüm bunlara ilave olarak, bir de, bu ülkenin ‘doğal rejimi’ bu, yani AKP imiş gibi bir anlayışın oturtulmaya çalışılması meselesi var. Daha doğrusu, bunun zaten kendiliğinden oluşmuş bir ‘hak’ olduğu meselesi... Çok kabaca şöyle: Bu ülkenin yüzde şu kadarı Müslüman olduğuna göre bu ülkenin iktidarı doğal olarak Müslüman/dindar bir partinin iktidarı olacaktır ve rejim de doğal olarak ona göre şekillenecektir. Bu iktidarı şu ya da bu biçimde engellemek, ona direnmek ya da bu mantığın yanlış olduğunu iddia etmek, hem bu memlekete yabancı olmanın bir göstergesidir, hem de Türkiye’nin ‘öz’üne dönmesini istemeyen ‘yabancı güçler’in mayası olmak anlamına gelecektir. Bu tablo içinde ister seküler olsun, ister gayrimüslim, tüm diğer vatandaşlar bu ‘doğal hukuk’un öngördüğü şekilde yaşayacaklardır.

Bu bir tür faşizmdir. Yani bir ülkenin rejiminin o ülkedeki insanların doğuştan gelen inanç, millî haslet ya da mezhepleri çerçevesinde belirlenmesi gerektiğini, sadece o tür bir rejimin meşru (‘yerli ve millî’) olabileceğini, bunun dışındaki her tür iktidarın ‘bu topraklara yabancı’ olacağını söylemek, savunmak ve en önemlisi bu kapsam dışında kalan herkesin başına her an ‘bir şeyler’ gelebileceği bir hukuk düzeni kurmak, zihinsel açıdan faşizme çıkan bir yoldur.

12 Eylül çok sert, gaddar bir rejimdi. Biraz önce tarif ettiğime benzer hevesleri de vardı elbette. Ama bu anlamda bir iktidar-taban birlikteliği yoktu. Şimdi var. Önümüzdeki dönemde esas meselemiz bu olacak gibi görünüyor.