‘Gerçeğin, intikamını almak için dönmek gibi kötü bir alışkanlığı vardır’

Özellikle Sovyetler dönemine ilişkin çalışmaları ve son yıllardaki Ermeni Soykırımı araştırmalarıyla tanınan tarihçi Ronald Grigor Suny, ‘Tarihi Revizyonizm ve Küresel Siyaset’ başlıklı güncel makalesinde Japonya’nın II. Dünya Savaşı’ndaki siyasetinden ötürü Kore’den özür dileme süreci, Türkiye’nin Ermeni Soykırımıyla imtihanı ve Stalin’in Ukrayna’ya dayattığı Holodomor’u (ölümcül kıtlık) revizyonist tarih bağlamında bir arada ele alıyor. Bu çarpıcı makalenin çok geniş bir derlemesini Cansen Mavituna’nın çevirisiyle sunuyoruz.

Beklenmedik bir tesadüfle, Japonya’nın II. Dünya Savaşı’nda teslim olmasına yol açan, Hiroşima ve Nagazaki’nin atom bombalarıyla vurulmasının 70. yıldönümünde kendimi Japonya’da buldum. Başbakan Shinzo Abe’ye tavsiye vermek için yapılan özel görüşmede, hükümetin yaklaşan yıldönümüyle ilgili yapacağı resmi açıklamada kullanılacak üslupla ilgili görüş ayrılığı yaşanıyordu. ‘Saldırı’ ve ‘özür’ kelimeleri mi kullanılmalıydı, yoksa daha güçlü bir ifade için sıklıkla başvurulan ‘pişmanlık’ kelimesini kullanmak yeterli miydi? Rapor esasen, Abe’nin Japonya’nın sömürgeci geçmişi, Korelilere karşı tutumu ve savaş zamanında yapılan diğer zulümler için özür dilemeyi reddetmesinin, siyasi eliti ve genel olarak toplumu böldüğünü düşünen, ülke içindeki Japon kitlesine yönelikti. Raporun yayınlanması, özellikle Çin ve Kore’dekiler olmak üzere, uluslararası kitle için siyasi olarak hassas, hatta mümkünse temizlenmiş bir İngilizce versiyonun yazılmasının zorluğu sebebiyle gecikti. En sorunlu kısım, 50. ve 60. yıldönümlerinde kabul edilebilir olan ‘Japonya’nın savaş sırasındaki sömürgeci yönetiminin saldırganlığı’ sözleriydi. Savaştan ve Japon sömürgeciliğinden doğrudan etkilenen kişilerin sayısı yıllar içinde azalıyor olsa da, tarihi hafızanın kendi ömrü vardı. Hafıza ve tarih, yeni nesillerin besleyip alevlendirdiği eski acıları azaltmak yerine diriltiyordu. Görünen o ki, tarihin bir çöp kutusu yoktu; daha ziyade, kurcalandığı zaman iç ve dış siyasette yankılanan kâğıt yığınları -günlükler, mektuplar, resmi kayıtlar- vardı.

Akademisyenler nesiller boyu, ulusa ve devlete, kendi dönemlerindeki sermaye ve güç dağılımına ve hükümetlerinin uluslararası alandaki eylemlerine destek çıkmak için -tercih edilen geçmişe dair tutarlı bilgiler türünden- mitler yaratmakla uğraştılar. Tarih, ulus inşasında kullanılagelen bir şeydi, zira ulus, 19. yüzyılın başlarından itibaren, geçmişteki hikâyelerin birbirine bağlanmasının çerçevesi ve şekli haline gelmişti. Bazı tarihçiler devlet politikalarına veya imparatorlukların ve ulus-devletlerin suçlarına karşı ne kadar eleştirel olurlarsa olsunlar; tarihi, statükoyu destekleyen konforlu geleneksel anlatıların altını oyan yıkıcı bir faaliyet olarak gören az sayıdaki kişinin çalışmaları, çoğu zaman vatansever olmayan, yanlı, sol eğilimli ve -görünürde tarafsız, şimdilerde moda olmuş bir terimi kullanmak gerekirse- revizyonist olarak lanetlendi.

Kore’de savaştan ve Japon sömürgeciliğinden doğrudan etkilenen kişilerin sayısı yıllar içinde azalıyor olsa da, tarihi hafızanın kendi ömrü vardı. Hafıza ve tarih, yeni nesillerin besleyip alevlendirdiği eski acıları azaltmak yerine diriltiyordu. Görünen o ki, tarihin bir çöp kutusu yoktu; daha ziyade, kurcalandığı zaman iç ve dış siyasette yankılanan kâğıt yığınları -günlükler, mektuplar, resmi kayıtlar- vardı.

Şu revizyonist tarih dedikleri

‘Revizyonist tarih’ teriminin kendi geçmişi de tartışmalı. En kötü nam salmış kullanımı, Holokost’un doğruluğunu reddeden itibarsız kaçıkları tanımlamak için kullanılmasıydı. Revizyonizm, tarihsel sahtekârların en berbat faaliyetleriyle özdeşlemişti. Japonların Koreli seks kölelerini ya da Nanking katliamlarını silmesi, siyasi saikleri olan revizyonizmin aşikâr örneklerindendir. Yine de tarihleri revize etmek olumlu da olabilir olumsuz da. Olumsuz revizyonizm devletlerin en karanlık uygulamalarını örtbas edip gizlemeyi amaçlarken, olumlu revizyonizm okuyucuların tercih edebileceği iyi hissettiren ya da geçmişte güya yaşanmış olan şeyleri resmi olarak uygun bir şekilde kuran ve mevcut güç ve mülk dağılımını meşrulaştıran anlatıları yıkmaya gayret eder. Hükümetler ve ideologlar, kısa vadeli hırslarına engel olan eleştirel çalışmalardan hoşlanmayabilir, fakat uzun vadede devletler, uluslar ve sıradan insanlar bugünün nasıl inşa edildiğini ne kadar doğru bilirlerse o kadar iyidir. Gerçeğin, intikamını almak için dönmek gibi kötü bir alışkanlığı vardır. İnandırıcılık ya da ‘gerçeğe yakınlık’ yeterli değildir. Şu eski atasözü her zaman bakidir: “Gerçek bizi özgür kılar.”

Üç ayrı vaka ve siyasi bedelleri

Bu yazıda 3 vakayı ele alacağım: Türk hükümetinin ve onun revizyonist destekçilerinin 1915 Ermeni Soykırımı’nı reddetmesi, 1932-1933’te Ukrayna’da yaşanan kıtlığın devlet eliyle planlanmış bir soykırım olup olmadığına dair tartışmalar ve Japon yöneticilerin, Korelilerin sömürgeci işgal altında (1910-1945) maruz kaldıkları zulümlerin sorumluluğunu almayı reddetmesi. Bu üç vaka, devletlerin -bu örneklerde imparatorlukların- halklarına yaptıklarına dair kayıtların saptırılmasının ya da silinmesinin siyasi bedellerini gün yüzüne çıkarıyor.

Son yüzyılın büyük bir bölümünde, soykırım inkârı Türkiye Cumhuriyeti’nin resmi devlet politikasıydı ve bu anlatıya karşı çıkan sesler genelde Ermeni yazar ya da akademisyenlere aitti. Fakat son 25 yılda, özellikle de 21. yüzyıla girildiğinden beri, Osmanlı Ermenileri ve Süryanilerinin yaşadığı trajedinin kabulü ve bunların, etnik-dini toplulukları topluca katletmek için devletin öncülük ettiği olaylar olduğuna dair mutabakat, akademik çevrelerde baskın görüşler haline geldi. 1915, 20. yüzyılda Avrupa’da veya civarında yaşanan ilk soykırımdı; bundan önce sadece, Almanya’nın Güneybatı Afrika’daki sömürgeleri olan Herrera ve Nama gibi bazı Avrupa sömürgelerinde soykırım benzeri cinayetler yaşandı. Ermeni Soykırımı’ndaki ölü sayısına dair tahminler 600 bin ile 1.5 milyon arasında değişse de, ölüm yürüyüşlerinde ya da katliamlarda ölenlerin sayısının 800 bin olma ihtimali yüksek. Avrupa, II. Dünya Savaşı sırasında bile kendi topraklarına bu kadar yakın bir yerde böyle bir zulme şahit olmadı. İnsanları bile isteye öldürmeyi tanımlayacak bir kelimeleri olmadığından İncil’e başvurup buna ‘Holokost’ adını verdiler. II. Dünya Savaşı’nda yaşanan Yahudi soykırımının ardından, Polonyalı Yahudi avukat Raphael Lemkin, devletin yönlendirdiği bu iki toplu katliam için kullanmak üzere ‘soykırım’ kelimesini türetti.

Türkiye’deki inkârcılık ilk bakışta anlaşılmaz gelebilir. Kanıtları ve mantığı dikkate alarak tarihi revize etmek neden bu kadar zor olsun ki? İnkârın altındaki derin siyaset nedir? Cevap, karanlık geçmişi dürüst ve cesur bir şekilde kabul etmenin siyasi ve duygusal nedenlerinde yatıyor. Varlığının değişken 90 yılı boyunca Türkiye Cumhuriyeti, radikal bir etnik homojenleştirme programı benimsedi; Türk kimliğini, Anadolu’daki çeşit çeşit halk için bir gurur ve bütünlük kaynağı olarak yüceltmeye çalıştı. Osmanlı’nın farklılığı ve imparatorluk sakinleri arasındaki farkları kabul edip tanımasıyla geçen yüzyıllardan sonra, ilk olarak Ermeni ve Süryanilerin, sonra da Rumların ortadan kaldırılması, çok kültürlü imparatorluğun çoğunlukla Müslüman Türk ve Kürtlerden oluşan daha homojen bir nüfusa dönüşmesine sebep oldu. Soykırım sonrası yıllarda, Kemal Atatürk hükümeti, Kürtlere dönüp, onları dağ yerleşimlerinden şehirlere dağıtıp zorla asimile etmeye veya özerklik taleplerine yönelik çabalarını şiddetle yok etmeye başladı. Kürtlerin ‘dağ Türkleri’ olduğu söylendi ve isyancı liderleri de gizli Ermeniler olmakla suçlandı. Zaman içinde, direniş hareketleri 90’larda şiddetle bastırıldıktan sonra Kürtler, Ermenilere ne olduğunu ve 1915-1916’daki cinayetlerdeki paylarını anlamaya başladılar. “Türkler sizi kahvaltı niyetine yedi,” diyorlardı, “bizi de öğlen yemeği yapacaklar.”

Türkiye’de Soykırım’ın yakın dönem macerası

İslamcı AKP’nin 2002’de iktidara gelmesinden sonraki yıllarda, Türkiye’deki kamusal alan daha açık hale geldi. Geçmişteki trajedilerin tartışılmasına belli sınırlar içinde izin verildi ve sol görüşlü Türk ve Kürt aydınları 1915’in soykırım olduğunda ısrarcı oldu. Ermeni Soykırımı’ndan açıkça bahsetmek, hem Kemalist askeri rejimi zayıflatmaya yönelik demokratikleşme çabalarıyla hem de gittikçe bunaltıcı hale gelen, Kürtlerin modern Türkiye’deki rolü sorunuyla yakından ilgiliydi. Ermeni Soykırımı; tehcir ve katliamı silip, soykırım ve mübadele yıllarını, aralarında Ermenilerin ve Rumların da olduğu yabancı güçlere karşı açılan Kurtuluş Savaşı olarak gösteren baskın Kemalist anlatıları yıkmak için Türkiye’deki ilerici aydın sınıfı tarafından kullanıldı.

1915, tanıma ve barışma yoluyla ufak bir mesele olarak kenara bırakılabilirdi. Fakat Türk devleti olanı inkâr ederek, 1915’i mevcut hükümetin siyasi programına karşı güçlü bir meydan okumaya ve birçok Türk’ün benlik algısına yönelik bir tehdide dönüştürdü. Geçmişi gömme girişimi başarısız oldu ve tarih intikamını aldı.

Recep Tayyip Erdoğan önderliğindeki AKP, demokratikleşmeden uzaklaşıp partinin neredeyse tekel haline gelmiş gücünü sağlamlaştırmaya yönelince, Kürtler ve Ermeniler, 50 yıl boyunca Kemalist Türkiye’yi egemenliği altında alan derin devletin yeniden ortaya çıkmasını engellemek için müttefik oldular. AKP ve müttefik ‘tarihçileri’, kendi tarihlerine dair pek de doğru olmayan görüşlerine tutunarak, devletlerinin kanlı tarihini ve cumhuriyetin üzerinde yükseldiği toplu suçları tanımayı reddetti. Türklerin ulusal kurtarıcılar değil de soykırımcı olmaları mümkün müydü? ‘Medeniyetin belası’, Asya barbarlığının taşıyıcısı ‘Korkunç Türk’ imajı hiç aşılamayacak mıydı? Avrupa Birliği’nin Türkiye’nin kabulünü sürekli ertelemesinin sebebi bu imaj mıydı? 1915, tanıma ve barışma yoluyla ufak bir mesele olarak kenara bırakılabilirdi. Fakat Türk devleti olanı inkâr ederek, 1915’i mevcut hükümetin siyasi programına karşı güçlü bir meydan okumaya ve birçok Türk’ün benlik algısına yönelik bir tehdide dönüştürdü. Geçmişi gömme girişimi başarısız oldu ve tarih intikamını aldı.

Ukrayna’nın Holodomoru

Tarih cana mal olur. İnsanlar; kökenlerini, arkadaşlarını ve düşmanlarını kavrayış biçimleri yüzünden ölür ya da öldürülür. Modern Ukrayna tarihinde milyonlarca insan uluslararası savaşlar, iç savaşlar, pogromlar, kıtlıklar, Stalinizmin kolektivizasyon ve sanayileşme programları ve Holokost yüzünden öldü. Gerçekte ne olduğu da bu çatışma ve politikaların neden çok fazla ölüme yol açtığı da olağanüstü derecede tartışmalı bir tarihle ilgili. Sovyetler Birliği’nde milyonlarca insan Stalin’in kolektivizasyon çabaları sırasında öldü; en fazla ölüm, 1932-1933’te Ukrayna’da yaşanan Holodomor (ölümcül kıtlık) sırasında meydana geldi. Neden kıtlık çıktığı, kıtlığın sorumlusunun kim olabileceği ve bunun nasıl nitelendirilebileceği, akademik tartışmaları fazlasıyla aşarak siyasi tartışmalara dönüştü; Ukrayna’da siyasi bölünmelere ve Ruslar ile Ukraynalılar arasında çatışmalara sebebiyet verdi.

Ermeni Soykırımı’nda olduğu gibi, Ukrayna kıtlığında da toplu ölümler yaşandığını reddeden bugün çok az kişi var. Fakat 1932-1933 olayları, 1915 olayları gibi, uluslararası siyaset ve kimlik politikalarıyla iç içe geçti. Ukrayna devleti, II. Dünya Savaşı sonrasında zorla Sovyetler Birliği’ne dâhil edilen daha milliyetçi batı bölgeleri ve yüzyıllarca Rus İmparatorluğu’nun ve Sovyetler Birliği’nin parçası olan daha Rus yanlısı doğu ve güneyi şeklinde bölünmüş durumda. Ukraynalıların ne geçmişleri ne de geleceklerinin nasıl olacağı konusunda bir mutabakatları var. Demek ki, soykırım terimine ve onun Holodomor için kullanıp kullanılamayacağına dair anlaşmazlığın kaynağı da burası. Bir taraf, ölümlerin kasti olarak Ukraynalıları, en azından Ukrayna köylü sınıfında yerleşmiş olan Ukrayna milliyetçiliğini hedef aldığını iddia ediyor. Bu nedenle de bunun bir soykırım olduğu söyleniyor. Diğer tarafa göreyse, Sovyet diktatör Stalin, devletin sanayileşme ve dış ticaret hedefleri için belli miktarda tahıla ihtiyacı olduğundan, el konulan tahılların yeterli olmayacağından endişe ediyordu. 1991’de Sovyet arşivlerinin açılmasının ardından tarihçiler Stalin’in, Ukraynalı köylülerin, Ukraynalı parti yetkilileriyle birlikte, Ukrayna’ya uygulanan absürt ve akıl almaz kotalara karşı direndiğine ikna edildiğini (ya da kendini buna ikna ettiğini) belirledi. İtaatsizliklerini Sovyetlere karşı milliyetçi bir direniş olarak değerlendirdi ve milyonlarca insanın öleceğini bilmesine rağmen son kalan tahıllarına da el konulmasını emretti. Kıtlık doğal bir felaket değil, insan eliyle, kasten, suni olarak üretilmişti. Yönetim, insanların açlıktan ölmesini aldırış etmeden izledi ve devlet ancak 1933’te, kriz çoğu Ukraynalı olan Sovyet askerlerinin sadakatini de tehdit etmeye başlayınca Ukrayna’ya tahıl gönderip yıkıcı politikalarına son verdi.

1991’de Sovyet arşivlerinin açılmasının ardından tarihçiler Stalin’in, Ukraynalı köylülerin, Ukrayna’ya uygulanan absürt ve akıl almaz kotalara karşı direndiğine ikna edildiğini belirledi. İtaatsizliklerini Sovyetlere karşı milliyetçi bir direniş olarak değerlendirdi ve milyonlarca insanın öleceğini bilmesine rağmen son kalan tahıllarına da el konulmasını emretti. Kıtlık doğal bir felaket değil, insan eliyle, kasten, suni olarak üretilmişti.

Bir hayli duygu yüklü ve bir o kadar da ahlaki ve hukuki bir terim olan ‘soykırım’ ifadesinin dillendirilmesi, Holodomor’la ilgili tartışmaları akademik mecradan alıp siyaset dünyasına taşıdı. 2006’da Ukrayna Parlamentosu Verkhovna Rada’dan geçen yasa tasarısında kıtlık, ‘Ukrayna halkına yönelik bir soykırım suçu’ olarak tanımlandı. Bundan bir sene sonra, 2003’teki Turuncu Devrim’den galip çıkan o dönemin başkanı Viktor Yuşçenko, Holodomor ile Holokost’un inkârını suç sayan bir tasarıya imza attı. Bu okumaya göre Ukraynalılar sömürgeci emperyal bir rejimin kurbanıydı. Yuşçenko’nun halefi ve rakibi olan Ukrayna’nın Rusya yanlısı bölümünden, milliyetçi hareket karşıtı Viktor Yanukoviç ise Holodomor’un bir soykırım değil ‘Sovyetler Birliği’ni oluşturan devletlerin ortak trajedisi’ olduğunu söyledi. Bu okumaya göreyse Ukraynalılar sadece Stalinist projeden eşit derecede nasibini almış bir diğer Sovyet halkıydı, ama onların yaşadıkları diğer halklardan ayrışmıyor, farklılık göstermiyordu. Pek çok Rusyalının kafasında, Ukrayna’nın ayrı bir millet olduğuna dair Sovyet düşüncesinin yerini, bundan daha eski olan, Rusya, Ukrayna, Belarus şeklindeki üç kollu ortak ‘Rus’ milleti görüşüne dayanan emperyal söylem aldı. Ukraynalılarsa, kendilerini ayrı topraklara, devlete ve egemenlik haklarına sahip bir millet olarak görmeyen bu eski emperyal düşünceyi reddediyor.       

Yabancı görülen Ermeniler ve Ukraynalılar

Ermeniler de Ukraynalılar da imparatorluk yöneticileri tarafından yabancı olarak damgalanmıştı. Yabancılıkları etnik köken ve sınıf temelinde belirlenmiş ve siyasetleri yüzünden saldırıya uğramışlardı. Vakalardan birinde, etnik köken ve din, kurbanları belirleyen temel öğeler olmuştu ve Ermenilere yaşatılan zulüm, Birleşmiş Milletler tarafından belirlenen soykırım kategorisine tam olarak oturuyor. Diğer vakadaysa, köylüleri devlet politikalarının kurbanı haline getiren, toplumsal bölünme ve sınıfsal farklılıklardı. Ne var ki Ukrayna’da sınıf ve etnik köken örtüşüyordu; Ukraynalıların büyük çoğunluğu köylüydü ve Stalin’in onları cezalandırmak, daha fazla isyan edemez hale getirmek ve açlıkla onlara iyi bir ders vermek istediği de açıktı.

Genel tasavvura göre, artık imparatorluk sonrası bir dönemde yaşıyoruz. Sömürgecilik, dünya çapında lanetlenen, geçmişte kalmış bir şey. Ayrıca, hiçbir devletin ya da kişinin, kimseyi isteği dışında fethetmeye ya da egemenlik altına almaya hakkı olmadığı da yaygın bir düşünce. Fakat ‘imparatorluk sonrası’ teriminin, tıpkı ABD’deki ‘ırkçılık sonrası’ terimi gibi, gizledikleri açıkladıklarını aşıyor. Son yüzyılda değişen, imparatorluk söylemi ve ona atfedilen değerler. I. Dünya Savaşı’ndan önce ve iki küresel savaş arasında, imparatorluklar meşru ve takdire şayandı. Uluslararası barış, bazı büyük güçlerin daha az gelişmiş halkları, medeniyet, güvenlik ve onların kendi refahları adına buyrukları altına almak gibi bir kanuni hakları olduğu kabulüne dayanıyordu. 2015’te, 1915’in aksine, sömürgecilik karşıtı görüşler daha güçlü olsa da gerçek kuvvet siyasetinde devletler, diğer insanları hükümleri altında almayı, ulusal güvenlik -ve bilhassa da 11 Eylül saldırıları sonrasında- terörle mücadele gibi alternatif söylemeler üzerinden meşrulaştırıyorlar. Sömürgecilik, meşru bir uygulama olarak kölelikle aynı kaderi paylaşmış olsa da bugün hâlâ uygulanıyor; Kürtler, Filistinliler ve daha birçok halk bunu her gün tecrübe ediyor.

Emperyal bir şey olarak asimilasyon

Tarih, imparatorluk ve sömürgecilik tartışmalarına olduğu kadar, soykırım tartışmalarına da dâhil edilir. Türkiye, Rusya ve Japonya gibi eski imparatorluk güçleri, sömürgeci geçmişlerini ve imparatorluk dönemindeki günahlarını kabul etmeye yanaşmazlar. Japon ulusal tarihi düşüncesinde, bugüne kadar uzanan imparatorluğa ait bir üstünlük ve astlık mantığı vardır. Avrupa ülkeleri ve ABD, Asya ülkeleri içinde sadece Japonya’nın daha az gelişmiş halkları sömürgeleştirmeye değer olduğunu düşünüyordu. Japonya ve Büyük Güçler, Kore’nin kendi zayıflığı uluslararası siyasetteki Darwinci mücadelede hayatta kalamayacağını gösterdiğinden, haritadan silinmesi gerektiği konusunda anlaştılar. Japonya, Kore, Okinawa, Tayvan ve Çin’deki ‘aydınlanmacı sömürüsü’nü desteklemek için batılı imparatorluk söylemlerinden faydalandı.  Avrupa ve Amerika tarafından belirlenip geliştirilen ve Japonya’nın Meiji yöneticileri tarafından benimsenen uluslararası yasa, Japonya’nın emperyal yayılışını ve bağımsız, egemen ve modern devletlerden biri olarak statüsünü meşrulaştırdı.

İmparatorluklar farklılık ve hiyerarşi üzerine kurulur ama emperyal Japonya, sömürgelerindeki başka halklarla birlikte Korelilerin de ırk ve kültür açısından Japonların akrabası olduğunda ısrar etti. Diğer her yerde olduğu gibi, Kore’de de asimilasyon bir politikaydı. Koreliler, daha büyük Japon ulus-devletinin parçası olacaktı. Fakat uzun süredir ulus inşasının parçası olan zorla, irade dışı yapılan asimilasyon, aynı zamanda son derece emperyal bir şeydir; baskın ve asimilasyoncu ‘ulus’ ile asimile edilerek esas kültürlerinden koparılacak madun halklar arasında bir güç eşitsizliği yaratır.

Japonlara göre Koreliler onlara benzeseler de onlardan daha aşağıdaydılar. Asimilasyon politikalarının ironik yanı, hemen hemen kaçınılmaz bir şekilde geri tepmeleridir. İlhaktan 9 yıl sonra Koreliler bağımsızlık talebiyle sokaklara döküldü. Hareket bastırıldı ve zamanla daha sert ve zorlayıcı asimilasyon politikaları yürürlüğe sokuldu. Söylenenler ve yapılanlar farklıydı. Japonlar tarafından kimilerine sağlanan menfaatler ve imparatorlukla işbirliği yapmanın cazibesine rağmen, Kore kültürünün asimilasyona karşı olağanüstü dirençli olduğu görüldü.

Japonya Çin’le girdiği savaşta 10 ila 20 milyon Çinli’yi öldürdü; başarısız bir fetih girişimi için korkunç bir can kaybıydı. II. Dünya Savaşı sırasında 2 milyon Koreli zorla çalıştırıldı ve Japonya’ya gönderildi. Ayrıca çoğu Koreli olan yaklaşık 200 bin genç kadın, Japon askerleri için ‘seks kölesi’ olmaya zorlandı. İmparatorluk sonrası dönemde, Japon yetkililer ile sıradan Koreliler ve Çinliler bu deneyimleri farklı hatırlıyor ve sömürgeci dönemin mirası Korelileri ve Japonları bölmeye devam ediyor. Japonya’da yaşayan Korelilere zainichi (yabancı yerleşimci) deniyor ve bu insanlar çoğunlukla adı konulmamış Kore bölgelerinde yaşıyor. Japon hükümeti tekrar tekrar yaptıklarından duyduğu pişmanlığı ifade etse de, eğitim ve halkın, zulmün boyutlarına dair bilgisinde çok az gelişme var.

Yıllar boyunca, Japonlar tartışmayı Amerika’nın Hiroşimo ve Nagazaki’ye attığı atom bombalarına ve Tokyo’yu bombalamasına çekmeye çalıştı. İmparator Hirohito’nun savaşla ilgisi ve Japoya’nın emperyal genişlemesi, saklı kalmış geçmişin tamamen gün yüzüne çıkışını Japonlar için bilhassa rahatsız edici hale getirdi. Japon toplumunun güçlü ve nüfuzlu kesimlerinin, özellikle de Amerikan işgalinden yarar sağlayan iş adamları ve siyasetçilerin, savaş suçlarının gizli kalmasından büyük çıkarları var. Sadece birkaç aydın ve sanatçı, bazı tarihçiler, gazeteciler ve film yapımcıları, imparatorun havasını koruyan ‘Krizantem Tabusu’na ( Chrysanthemum Taboo) meydan okuyarak, bu meseleyi gündeme getirdi. Hirohito 1989’da öldükten sonra bir özür dalgası, sessizliği bozdu. Televizyon programları seks kölesi yapılan kadınların hikâyesini anlattı. İki Kore devleti arasındaki ilişkiler iyileşti ve Güney Kore 50 yıldır süren Japon müziği ve sineması yasağını kaldırdı. Japon hükümeti, ‘talihsiz geçmişten duyduğu keder ve pişmanlığı’ Kuzey Korelilere iletti ve Kim Jong-Il yönetiminin, dillerini casuslara öğretmek için Japonları kaçırdığını itiraf etme fırsatını kaçırmadı.

2007’nin Mart ayında Başbakan Shinzo Abe’nin seks kölelerinin bu işe zorlanmadığını halk önünde söylemesiyle tanıma dalgası tersine döndü. Abe, üst düzey Japon yetkililerin ve memurların savaş suçlusu olduğu fikrini reddetti ve Japon İmparatorluğu’nun saldırganlığı meselesini sorgulamaya başladı. Böyle bir inkârcılık, Japon toplumunda karşılık buldu. Japon hükümeti, 2014 yılının Kasım ayında uluslararası yayıncılardan seks kölelerine yapılan referansları kaldırmalarını isteyecek kadar ileri gitti. Geçmişi basılı sayfalardan silmek, tarihi hafıza kaybına doğru atılan dev bir adımdır.

Revizyonizmin bugünü

Ulus, devlet, imparatorluk ve statüko hizmetindeki revizyonizm, dünyanın pek çok yerinde hâlâ sürüyor. Burada incelenen vakaların da gösterdiği gibi, özürler ciddi tarih araştırmalarının yerini tutmuyor. Hükümetler tarih çalışmalarından korkmakta haklı, zira bu tip çalışmalar güçten ve ayrıcalıklardan rahat rahat faydalananları yerinden etme gücüne sahip. Ermeni Soykırımı, Holodomor ve Japonların, Rusların, Osmanlıların ve Türklerin emperyal talanları, güçlülerin tercih ettiği geçmiş versiyonlarını bozuyor ve sekteye uğratıyor. Gerçek bizi yalnızca özgür kılmaz; gerçek çoğu zaman devrimcidir de. Bize başka bir dünya, bazılarının diğer insanlara üstünlüğünü onaylayan örtük sömürgeciliğin gizli saklı zararlarını reddeden bir dünya sunar. Herkesin acı çektiği ama kimsenin suçlu olmadığı talihsiz bir geçmiş için ifade edilen teskin edici pişmanlık, geçmişin ve tanınmamış suçların kurbanları olarak tanımlanan şu anki nesillerin acılarını dindirmeye yetmez. Eğer bir gelişme kaydedilecekse, nelerin olduğunun ve bunların neden olması gerektiğinin daha iyi anlaşılması ilk adımdır. Sonra da iş olacağına varır.

Kategoriler

Dosya Orta Sayfa



Yazar Hakkında