Ayşe Hür Taraf Gazetesi için 25 Aralık 2011'de kaleme aldığı yazısında, herkesin Fransa Parlamentosu'nda alınan soykırım kararıyla 1915 ve 1917 yılları arasında Anadolu topraklarında yaşanılanların konuşulamayacağından şikayetçi olduğunu, ancak bu durumun aslında ülkemiz için geçerli olduğunu söyleyerek 95 yıldır konuşulamayanlar hakkında bir tarihçi olarak bildiklerini anlatıyor.
Neredeyse herkes, Fransa Parlamentosu’nun aldığı ‘soykırım’ kararının, 1915-1917’de neler olduğunu konuşmayı engellediğini düşünüyor. Sanki 95 yıldır bu konuda konuşmuşuz gibi. Hadi o kadar uzağa gitmeyeyim, sanki 24 Nisan 2011’den beri bu konuda konuşmuşuz gibi. Sanki ifade özgürlüğü konusunda Fransızlara ders vermeye yüzümüz varmış gibi. Karardan sonra neredeyse herkes “bu tür konuların parlamentoların değil tarihçilerin alanına girdiğini” söyledi. Ama sonunda neredeyse herkes “1915-1917’de yaşananların soykırım olmadığında, asıl Fransa’nın Cezayir’de yaptıklarının soykırım olduğunda” birleşti. “Bu telaşın nedeni ne?” demeyeceğim. “Nereden biliyorsunuz, tarihçi misiniz?” demeyeceğim. “Hani bu konuları tarihçilere bırakacaktık?” demeyeceğim, “Fransa’nın Cezayir’de soykırım yapması, Ermenilere yapılanların soykırım olmadığını göstermez” demeyeceğim. Sadece bir tarihçi olarak bildiklerimi sizlerle paylaşmaya devam edeceğim.
Resmî tarihe göre, Ermenileri tehcir kararı, 1915 yılının mart ayında Zeytun’da (bugün Kahramanmaraş’a bağlı Zeytun’da) ve nisan ayında Van’da Ermenilerin isyan ettiği haberlerinin İstanbul’a ulaşması üzerine alınmış ve 23/24 Nisan 1915 gecesi İstanbul’da son derece geniş tutuklamalar yapılmış ve ilk sürgün kafileleri Ayaş ve Çankırı’ya doğru yola çıkmıştı. Zeytun konusunu 11 Nisan 2011 tarihli “Zeytun neden isyankârdı?” yazımda; İstanbul sürgünlerini, 23 Nisan 2011 tarihli “24 Nisan 1915’te aslında ne oldu?” başlıklı yazımda anlatmıştım. Bu hafta “Van İsyanı” konusuna açıklık getirmeye çalışacağım.
Yakın tarihte art ardına gelen üç depremle adeta yok olmanın eşiğine gelen Van, kadim bir Ermeni yerleşimiydi. Ermenilerin Urartu Krallığı’na bağlı Van’a MÖ 612-585 yılları arasında geldiği sanılıyor. MÖ 401 yılında Van civarından geçen Yunan yazarı Ksenophon, Anabasis (On Binlerin Dönüşü) adlı eserinde o yıllarda Pers egemenliğindeki Ermenileri, tarım ve hayvancılıkla uğraşan, müreffeh ve barışçı bir toplum olarak tanımlamıştı. MÖ 331’de Van civarını kontrolü altına alan Makedonya Kralı Büyük İskender, Ermenileri bir satraplık altında topladı. Ardından şehir Sasaniler, Romalılar, Bizanslılar, Selçuklular ve Osmanlıların egemenliğine girdi ama her zaman önemli bir Ermeni yerleşimi oldu.
Milliyetçilik ideolojisi
1871 Erzurum Salnamesi’ne göre, Van ve civarındaki 156 kazanın erkek nüfusu (o yıllarda sadece hane reisleri sayılırdı) 25.725 kişi idi. Bunun sadece 6.863’ü (yüzde 27) Müslüman’dı, gerisi (yüzde 73) ağırlıklı olarak Gregoryan Ermeni’ydi. O yıllarda da şehrin ekonomik hayatını Ermeniler kontrol ediyorlardı ama idari açıdan Türkler ve Kürtler daha öndeydi.
Ermeni toplumunun durumu görece iyiydi ama imparatorluğun genel durumu iyi değildi. Ağır ve adaletsiz vergiler, hantal ve zorba devlet, başta gayrımüslimler olmak üzere çeşitli kesimlerin siyasal temsil sorunları, tebaadan vatandaşa geçemeyen bir hukuk sistemi, her yerde olduğu gibi Van’da da hoşnutsuzluğu arttırmıştı. Yani 1789 Fransız İhtilali’nden beri dalga dalga dünyanın her yanına yayılan milliyetçilik ideolojisi için uygun bir ortam vardı. İleride İstanbul’da Ermeni Patriği olacak Mıgırdıç Hırimyan’ın 1858 yılında, Van’daki Varak Manastırı’nda görevli iken çıkardığı Van Kartalı ile 1863 yılında da St. Garabed Manastırı’nda görevli iken çıkardığı Muş Kartalı adlı gazeteler Ermeni uyanışını hızlandırdı. Ardından Van’da 1872’de Miutyun i Pırgutyun (Kurtuluş Birliği), 1878’de Sev KhaçGazmagerbutyun (Kara Haç Teşkilatı) kuruldu. 1880’de açılan Yeremyan Okulu milliyetçi fikirleri daha da kökleştirdi.
Armenakan’ın kuruluşu
1885’te ilk Ermeni partisi diye bilinen Armenakan, Van’da kuruldu. Armenakan örneğini izleyerek 1887’de Cenevre’de kurulan Devrimci Hınçak (Çan) Partisi ile 1890’da Tiflis’te kurulan Taşnaksutyun (Ermeni Devrimci Federasyonu) da Van civarında güçlü örgütlere sahip oldular.
Ermeni milliyetçi örgütleri, II. Abdülhamid’in kurduğu Hamidiye Alayları’nda örgütlenen Kürtler ve Türklerin egemen olduğu merkezî güçlerin değişik oranlarda katkısıyla 1896’da Van kana bulandı. Yabancı misyon şeflerinin raporlarına göre şehir merkezinde 500 kadar Ermeni ile 250 kadar Müslüman ölürken, kırsal alanlarda Ermeni ölümleri 10 bine ulaşmıştı. Aynı yıl Hınçak komitacıları Van’daki katliamlardan sorumlu tuttukları Kürt lideri Şakir’e başarısız bir suikast girişiminde bulundular. Kürtlerin buna tepkisi sert oldu. 18-21 Haziran 1896 günlerinde şehrin Ermeni erkekleri üç bölüğe ayrıldılar ve sınıra doğru yürüyüşe geçirildiler. Yürüyüş kolları Hamidiye Alayları tarafından katledildi.
Bütün bu olayların sonucu Ermeni-Türk, Ermeni-Kürt ilişkileri onulmaz şekilde zedelenirken, bölgedeki Ermeni toplumu yıkıma uğradı. Örneğin Van merkezi itibariyle, 1871’de 25.725 olan erkek nüfus, 1900’de 35.131’e çıktığı halde, 1871’de yüzde 27’ye tekabül eden Müslüman nüfus, yüzde 42’ye çıkmış, yüzde 73 olan gayrımüslim nüfus yüzde 58’e düşmüştü.
1908’de İttihatçı-Taşnak ittifakı II. Abdülhamid’e Meşrutiyet’i ikinci kez ilan ettirdiğinde, Van’da da büyük sevinç yaşanmıştı. 30 yıl aradan sonra açılan Meclis-i Mebusan’a, Taşnaksütyun’un Van şubesinden Onnik Dersakian Vramian da gitmişti. Bu yıllarda Van’ın enerjik ve liberal valisi Tahsin Bey, hem Hıristiyanlar, hem de Müslümanlar tarafından kabul görüyordu. Şehrin belediye başkanlığına ise manifaturacı Bedros Kapamacıyan seçilmişti. Kapamacıyan 1912’de iki Taşnak militanı tarafından öldürülecekti. Çünkü o yıllarda Ermeni örgütlerinin arası hiç de iyi değildi.
Cevdet Bey’in valiliği
Birinci Dünya Savaşı’nın patlak verdiği 1914 yılı yazında durum radikal biçimde değişti. 1878 Berlin Antlaşması’nın 61. maddesinde tanımlanan Ermeni Islahatı kapsamında, bölgeye gönderilen Norveçli Binbaşı Hoff ağustos ayında Van’a geldiğinde Ermeni ahali tarafından “Mesih gibi” karşılanırken, Tahsin Bey çok soğuk davranmıştı. Çünkü İttihatçı paşalar o günlerde Rusya-Britanya bloğuna karşı Almanlarla ittifak halinde savaşa girmeye karar vermişlerdi. Hâl böyle iken, Ermenilere verdikleri sözleri tutmaya hiç gerek yoktu. Bu sertleşmenin bir sonucu olarak, 1914 yılının ekim ayında uzlaşmacı Tahsin Bey’in yerine Enver Paşa’nın bacanağı tecrübesiz ve gaddar Cevdet Bey vali olarak atandı.
Ardından Sarıkamış faciası geldi. Bilindiği gibi Enver Paşa yenilginin faturasını, cephe gerisinde sabotajlar yapan Ermeni komitacılarına kesmişti. Van civarındaki yerleşimlerde birbiri ardına asayiş sorunları patlak verdi. Kürt çetelerden kaçan Ermeni köylüleri Van’ı doldurdu. Cevdet Bey’in uzlaşma bahanesiyle çağırdığı Taşnak lideri İşkhan Bey’i 16/17 Nisan 1915 gecesi, Hirç Köyü civarında tuzağa düşürerek öldürtmesi, bununla da yetinmeyerek iki çocuğunu da diri diri kuyuya attırması gerginliği daha da arttırdı. Cevdet Bey bununla da yetinmedi, emrindeki Kasap Taburu’na isyancı köyleri yerle bir etme talimatı verdi. Bütün bunlar Van’ı patlamaya hazır bir barut fıçısına döndürmüştü. 20 Nisan 1915 günü bir Osmanlı askerinin bir Ermeni kadınına şiddet göstermesi, buna şahit olan Ermeni gençlerinin de askerlere ateş açmasıyla barut fıçısı alev aldı. Şehirde çatışmalar yaşanırken, 24 nisanda İstanbul’daki Ermeni toplumunun önde gelenlerinin Ayaş ve Çankırı’ya doğru sürülmesine başlandı. Van ve civar illerdeki Ermenilerin sürülmesine ilişkin eldeki ilk telgraf 9 Mayıs 1915 tarihinde “bizzat hallolunacaktır” notuyla, Van ve Bitlis valilerine çekildi.
Rusların Van’ı işgali
Rus birlikleri Ermenilerin kontrolündeki Van’a 18 Mayıs 1915 günü girdiler. Ruslar Aram Manukyan’ı Van Valisi olarak atadılar. (Manukyan 1918’de kısa ömürlü Ermenistan Demokratik Cumhuriyeti’nin ilk İçişleri Bakanı olacaktı.) Ardından katledilme sırası Müslüman ahaliye geldi. Frieda Spörri adlı bir misyoner şöyle anlatıyordu durumu: “Şehirde Türk evlerinin yağmalanmasına başlanmıştı ve bu biz misyonerlere acı veriyordu. Babamız, istasyonumuzdaki insanları bu haksızlıktan uzak tutmak için elinden geleni yapıyordu.” Spörri’ye göre, Ermeniler Türklere “ne Cenevre Konvansiyonu’na, ne de İsa’nın öğretisine göre” davranıyorlardı.
Rusların kurduğu, Antranik’in komutasındaki Ermeni gönüllü birliği ile Osmanlı Meclis-i Mebusanı’nda Erzurum temsilcisi olan Armen Garo namlı Karekin Pastırmacıyan’ın örgütlediği bir diğer Ermeni gönüllü birliği ise bölgedeki Müslüman köylerini ve kendilerini desteklemeyen Ermeni köylerini yağmalıyor, katliamlar yapıyorlardı. Bu arada not edelim: Karekin Pastırmacıyan’ın kardeşi Vahan Pastırmacıyan, Aralık 1914’te Sarıkamış’taki Osmanlı ordusunda Binbaşı Ziya (Yergök) Bey’in komutasında Ruslara karşı savaşmıştı.
Karar daha önce alınmıştı
Resmî tarihin tehcir kararını haklı çıkarmak için ileri sürdüğü “Van İsyanı” işte böyle bir arka plana sahipti. Ancak bugün biliyoruz ki, “Van İsyanı”ndan çok önce Ermenileri sürme kararı alınmıştı. Örneğin İsviçreli hastabakıcı Alma Johansson Muş’ta Kasım 1914’te bile bu tür söylentilerin dolaştığını aktarmıştı. Bir başka hastabakıcı Danimarkalı Marcher, Harput Valisi Erzincanlı Sabit Bey’in Erzurum’daki Alman Konsolosu Scheubner-Richter’e “Türkiye’deki Ermeni milletinin yok edilmesi gerektiğini ve edileceğini söylediğini” ileri sürmüştü. Urfa’daki İsviçre hastanesinin müdürü Jakop Künzler, 1915 yılının ocak ayında İran’a yaptığı yolculuk sırasında tanıştığı Nafiz Bey adlı bir subayın kendisine “Ermenilerle birlikte hareket etmek imkânsızdır. Savaş Türkiye’ye bunları, ya imha ederek ya da kovarak defetme imkânı verecektir” dediğini aktarmıştı. Başkâtipzade Ragıp Bey, anılarında, 14 Nisan 1915’te Erzurum’a geldiğini ve 26 nisanda Erzurum’dan ayrıldığını belirttikten sonra, “Ermenilerin tehciri münasebetiyle, civarda bulunan biçare Ermeni kız ve kadınların perişan, sefil, rezil, hali perişanları kalplerimizi dağdar etmişti” diye yazmıştı. Alman Konsolosluk raporlarında, Erzurum’un civar köylerinin boşaltılmaları işlemine mayıs başı başlandığı ve 15 mayısa kadar tüm köylerin boşaltıldığı bildiriliyordu.
Kati suretle halledilsin!
Sürgünlerin katliama dönüşmesi üzerine, Rusya, Fransa ve İngiltere hükümetleri, 24 Mayıs 1915’te ortak bir bildiri yayımlayarak katliamlardan Osmanlı Hükümeti’ni sorumlu tutacaklarını açıkladılar. Bunun üzerine Enver Paşa, sürgünlere meşruiyet kazandırmak için bir formül buldu. Dâhiliye Nezareti’nin 26 Mayıs 1915 tarihinde Sadrazamlık makamına gönderdiği resmî yazıda Ermenilere yönelik sürgün eyleminin, Ermeni meselesinin “esaslı bir suretde hal ve faslı ile külliyen izalesi” (esaslı bir şekilde sona erdirilmesi ve tamamen yok edilmesi) için gündeme getirildiği açıkça yazılıydı.
Tezkere günümüz Türkçesiyle şöyle devam ediyordu: “Savaş yörelerine yakın bölgelerde oturan Ermenilerin bir kısmı ordunun harekâtını zorlaştırır davranışlarda bulunmakta, halka saldırmakta ve isyancılara yataklık etmektedirler. Bu yüzden, Van, Bitlis, Erzurum vilayetleriyle, Adana, Mersin, Osmaniye ve Kozan kazaları, Maraş’ın merkezi dışında Maraş mutasarrıflığında, Halep vilayetinde, İskenderun, Antakya kazalarında oturan Ermenilerin yerleri değiştirilecektir. Bunlar, Musul ve Zor mutasarrıflıklarının Van vilayetiyle bitişik kuzey kısımlarına, Halep vilayetinin doğu ve güneydoğusuna ve Suriye vilayetinin doğusuna nakledileceklerdir.”
Geçici Tehcir Kanunu
Yaygın olarak “Tehcir Kanunu” olarak bilinen; resmî adıyla “Savaş Zamanında Hükümet Uygulamalarına Karşı Gelenler İçin Asker Tarafından Uygulanacak Önlemler Hakkında Geçici Kanun” bu tezkereden bir gün sonra 27 Mayıs 1915’te Meclis-i Vükela’da (Bakanlar Kurulu) kabul edildi. Altında Başkumandan Vekili ve Harbiye Nazırı Enver Paşa ve Sadrazam Said Halim Paşa’nın imzaları olan ve Sultan Mehmed V. Reşad tarafından tasdik edilen dört maddelik geçici kanunun içeriği şöyleydi:
“1. Savaş sırasında ordu, kolordu ve tümen komutanları ve bunların müstakil mevki kumandanları, ahali tarafından herhangi bir suretle hükümetin emirlerine, yurt savunmasına, asayişin korunmasına ilişkin işlere ve düzenlemelere muhalefet, silahla saldırı ve direnme görürlerse bunu önlemeye mezun ve mecburdurlar.
2. Ordu, müstakil kolordu ve tümen kumandanları askerlik icaplarından dolayı veya casusluk ve hıyanetlerini hissettikleri köyler ve kasabalar halkını tek tek veya toplu olarak diğer mahallere sevk ve iskân ettirebilirler.
3. İşbu kanun yayınlandığı tarihten itibaren geçerlidir.
4. İşbu kanun hükümleri yürürlüğe Başkumandanlık Vekili ve Harbiye Nazırı memurdur.”
Dikkat edileceği gibi tezkirede “savaş yörelerine yakın bölgelerde oturan bir kısım Ermeni”den şikâyet ediliyordu. Kanunda ise herhangi bir etnik kimlik (Ermeni, Rum, vb.) zikredilmiyordu. Ermeni adı kanunla birlikte çıkarılan talimatnamelerde, şifreli telgraflarda geçiyordu. Mütareke döneminin ilk hükümeti olarak kurulan Ahmet İzzet Paşa kabinesinde Şuray-ı Devlet Başkanı olarak görev yapan Reşit Akif Paşa ve 3. Ordu Kumandanı Vehip Paşa, 1918 yılında İTC Merkez Komitesi’nin bu karara paralel olarak bir de “kırım kararı” aldığını, bu iş için de Teşkilat-ı Mahsusa lideri Dr. Bahaeddin Şakir’i görevlendirdiğini söyleyeceklerdir.)
Almanya Büyükelçisi Wangenheim merkeze gönderdiği 17 Haziran 1915 tarihli rapora “Ermeni tehcirinin sadece askerî nedenlerle yapılmadığı çok açık” diye yazmıştı. Talat Paşa Wangenheim’a “Dünya Savaşı’nı bahane ederek, dış ülkelerin diplomatik müdahalelerine aldırmaksızın, ülkeyi iç düşmanlardan tamamen temizlemek” istediğini ve bunun “Türkiye’nin müttefiki Almanya’nın da çıkarlarına” olduğunu söylemişti. Talat’a göre “devlet böylece güçlenecekti.”
“Ermeni meselesi hallolunmuştur!”
Almanya’nın İstanbul Başkonsolosu Mordtmann, 30 Haziran 1915 tarihli raporunda, İttihatçı liderlerden İsmail Canpolat’ın kendisine bir Anadolu haritası üzerinde Ermenilerin sürülmesi işinin Anadolu’ya yayılacağını söylediği yazdıktan sonra, Talât’ın kendisine “söz konusu olan (...) Ermenilerin imha edilmesidir” dediğini aktarmıştı. Amerikan Büyükelçisi Morgenthau, 9 Temmuz 1915 günü hatıratına şu notu düştü: “Talat bana, meseleyi [tehciri] son derece etraflıca tartıştıklarını ve sonuçta bağlı kalacakları bir karara ulaştıklarını söyledi. Dünya tarafından suçlanacaklarını söylediğimde, kendilerini nasıl savunacaklarını bildiklerini söyledi. Başka bir deyişle umurunda bile değildi.”
Ülkenin dört bir yanından gelen ölüm haberleri üzerine Almanlar kendisine baskı yapınca, Talat Paşa 31 Ağustos 1915 tarihinde elinde bölgelere yolladığı bazı telgrafların çevirileri olduğu halde doğrudan Alman Büyükelçiliği’ne gitmişti. Burada Ermenilere karşı alınan önlemlerin durdurulduğunu tekrar açıklayan Talât Paşa çok bilinen sözünü söyledi: “La question arménienne n’existe plus!” (Ermeni meselesi artık mevcut değildir.)
Sessizce boyun eğdiler
Bu söze rağmen tehcir ancak Kasım 1917’de sona erdi. Resmî tarihin “isyancı”, “çeteci”,
“asi” diye tarif ettiği Ermeniler nedense 17 ay süren tehcir boyunca Muş, Urfa’daki toplama merkezlerinde yaşanan olayın dışında, hiç direnmediler. Ezici çoğunluk korkunç kaderlerine sessizce boyun eğdi.
Yakın tarihe kadar kaç Ermeni’nin tehcir edildiğini de bilmiyorduk. Sayılar 2,5 milyon (Ermeni Patrikhanesi’ne göre) ile 413.067 (ATASE’ye göre) arasında değişiyordu. Murat Bardakçı’nın 2008 yılında yayımladığı Talat Paşa’nın Evrak-ı Metrukesi adlı kitapta 924.158 Ermeni’nin tehcir edildiği yazılıydı.
Taner Akçam, Talat Paşa’nın defterinde 18 vilayet ve kasabanın adının olduğunu, buna karşılık Ermenilerinin sürgün edildiğini başka kaynaklardan bildiğimiz İstanbul, Edirne, Aydın, Kastamonu, Suriye, Antalya, Biga, Eskişehir, İçel, Kütahya, Menteşe, Çatalca ve Urfa gibi merkezlerin adının olmadığını söylüyor. Bu merkezlerden sürülenleri de ekleyince bir milyondan fazla kişinin tehcir edildiği anlaşılıyor. Nitekim Talat Paşa’nın defterindeki listenin altındaki notta, sayıların yüzde 30 arttırılması gerektiği yazılı. Böylece en az 1,2 milyon Ermeni’nin tehcir edildiği ortaya çıkıyor.
Sayı pazarlığı
Tehcirde ölen ya da öldürülen Ermenilerin sayısıyla ilgili resmî ve yarı-resmî rakamlar da çok farklı. Örneğin Ermeni kaynakları 1,5 ila 2,5 Ermeni’nin öldüğünü iddia ederken, 1918’de savaş suçlarını soruşturmak üzere kurulan Mustafa Arif (Deymer) başkanlığında kurulan Osmanlı Dâhiliye Nezareti Komisyonu’nun raporuna göre Birinci Cihan Harbi’nde ölen Ermeni sayısı 800.000’di. 1928’de Genelkurmay Başkanlığı’nın bir belgesinde “Anadolu, bu maada, Vilâyat-ı Şarkiye Müslümanlarından savaş işlemleri yüzünden veya mülteci olarak 500.000’ini kaybetmiştir. 800.000 Ermeni ve 200.000 Rum da katl ve tehcir yüzünden veya amele taburlarında ölmüştür” deniyordu. 1983 yılında ‘Resmî tarihçi’ Kâmuran Gürün “Binaenaleyh hangi hesabı yaparsak yapalım Türkiye Ermenilerinin Birinci Cihan Harbi içinde her türlü sebepten zayiat (harp halinde bir toplum olduğu için bu tabiri kullanıyoruz) miktarı 300 bini geçmez,” diyerek ciddi bir ıskonto yapmış ama ortada büyük bir katliam olduğunu inkâr edememişti.
Artık Gürün’ü bile mumla arıyoruz. Çünkü sabık TTK Başkanı Yusuf Halaçoğlu önce “Ancak bu kayıp, hiçbir zaman 1,5 milyon Ermeni’nin ölümüyle neticelenmediği gibi yüz binlere de varmamıştır” demiş, bir süre sonra “Tabii ki yukarıda belirttiğimiz gibi, nakil sırasında, Ermeni çetelerinin katliamına uğrayan halktan bazı grupların kafilelere bir tepki olmak üzere saldırıları vukubulmuş ve yaklaşık dokuz on bin kişi katledilmiştir” demiş, sonra bunu da fazla bularak “Soykırımı Ermeniler yaptı. 6.500 ve 8.500 kişi bu şekilde katledilmiş bir rakam var. Ermeniler 519 bin Türk’ü öldürdü” diyerek hikâyeyi tersyüz etmişti.
Fransa Parlamentosu’nun almasa çok daha iyi olacağı kesin olan ‘soykırım’ kararıyla yeni bir “tersyüz etme” dalgasına girdik. Demek ki biz gayrıresmî tarihçilerin daha çok konuşması lazım.
Özet Kaynakça: Hans-Lukas Kieser, Iskalanmış Barış, İletişim Yayınları, 2010;Türkiye’de Ermeniler, Cemaat- Birey-Yurttaş, Editörler: Günay Göksu Özdoğan, Füsun Üstel, Karin Karakaşlı, Ferhat Kentel, TESEV Yayınları, 2009; Taner Akçam, İnsan Hakları ve Ermeni Meseli, İmge Kitabevi Yayınları, 2002; a.g.y., Ermeni Meselesi Hallolunmuştur, İletişim Yayınları, 2009.