6-7 Eylül’ün asıl darbesi vatandaşlık fikrineydi

Yurttaşlık ve etnik kimliğin bu kadar dar bir kapsamda algılanması ülkemizin gayrimüslim topluluklarının tamamı için büyük bir felaket halini almıştır. 6-7 Eylül’de en çok zararı Rumlar görmüş olabilir, ama saldırgan kitle, Ermeni ve Yahudi hemşerilerimizi de hedef almıştı.

LAKİ VİNGAS *

1955’te, 6 Eylül’ü 7 Eylül’e bağlayan gece darbeyi yiyen, yalnızca Rumlar değildi. Hemşerilerimizin, İstanbullu, Trakyalı, Anadolulu komşularımızın otobüslere bindirilip, ‘öteki’ olarak işaretlenmiş ne varsa yağmalamaya koyuldukları o kara gecede, asıl darbe yiyen, vatandaşlık fikriydi. 6-7 Eylül olaylarının bugün bizlere sunacağı bir ders varsa, bunun, hakları ve sorumlulukları eşit, devlet karşısında eşit değere sahip bir vatandaşlar toplumu oluşturmaya dair olabileceğini düşünüyorum.

Bu satırları yazarken gözlerimin önüne o fotoğraflar, aklıma makaleler ve istatistikler geliyor. Spiros Vrionis ve Dilek Güven gibi araştırmacıların çalışmaları, 6-7 Eylül olaylarının yarattığı felaketi ortaya çıkarıp karanlıkta kalmış yönlerini aydınlattı. Saldırılar yalnızca Pera’yla sınırlı değildi. Zaten 1955’te Rumlar, İstanbul’un çeşitli mahallelerine dağılmış bir şekilde, azınlıktan ve çoğunluktan komşularıyla beraber yaşıyorlardı. Samatya, Langa, Kumkapı. Edirnekapı, Sarmaşık, Topkapı. Fener, Hasköy.Yeniköy, Tarabya, Kadıköy, Adalar... Yanmış, harap olmuş onca kilise, onca manastır, onca mezarlık, onca okul, yağmalanmış onca dükkân, ev... Yüzyıllarca her tür tehlikeden korunmuş olan, Balıklı’daki patrik mezarları kırılmış, açılmış, emanetlere saygısızlık edilmiş. Yüzyıllık ikonalar ve kutsal emanetler tahrip edilmiş, ateşe verilmiş. Hep gözardı ettiğimiz insanî kayıpları da unutmayalım. 6-7 Eylül’de kitleler tahrip etmekle kalmadı, şiddet uyguladı, yaraladı ve öldürdü de.

Cesur fotoğrafçı Dimitris Kalumenos sayesinde kurtarılan fotoğraf arşivinden, Samatya Ayios Konstantinos Kilisesi’nin harabeleri içindeki Patrik Athenagoras’ın siluetini unutmak mümkün değil. Yalnızca duvarları sağlam kalmış olan bir binada, Patrik’in devleşmiş siluetinin, eğilmiş bir şekilde, felaketin büyüklüğünü anlamaya çalıştığını görüyoruz. Patriklik dönemi boyunca Rum toplumunun Türk toplumuna entegre olması için mücadele eden bu insan, bir gecede, bıraktığı mirasın yok olduğunu, bir arada yaşama vizyonunun paramparça olduğuna tanık oldu.
Çünkü bir arada yaşam karşılıklı saygı ister; karşılıklı saygı da, topluma ve onu oluşturan yurttaşlara dair bambaşka bir algı ister. 1955’te, demokratik yöntemlerle, Rumların da yoğun desteğiyle seçilmiş olan bir hükümet, Rumları dış politikası için bir silah olarak kullandı. Yani toplumun bir parçasını yalnızlaştırarak onu pokerde son hamle olarak kullanmayı yeğledi. 1955’te, Kıbrıs’ta ne kadar kan döküleceğini bilmiyorduk. Devletimizin, değiş-tokuşta kullanmak üzere hepimizi rehin alacağını ve toplumumuzdan, Makarios’un attığı her adım için kınama beklediğini de bilmiyorduk. Çünkü bizler ne Yunanistan vatandaşı, ne de Kıbrıslıydık. Askerliğini yapan, vergilerini ödeyen, çocuklarını ülkenin gençliğiyle beraber görmek isteyen, doğdukları topraklarda ilerlemek isteyen Türkiye vatandaşlarıydık, halen de öyleyiz.

Mütekabiliyet engeli ve uluslararası politikanın kapanları, bu vatandaşlık algısını temelden sarstı. Yanlış yorumlanmış olan mütekabiliyet ilkesi Lozan Antlaşması’nın Türkiye’de ve Yunanistan’da azınlıkların korunmasına dair maddelerine dayanıyordu. Lakin korunmaktan bahsetmek bir yana, hükümetler kriz dönemlerinde bu koruma maddelerini en sınırlı hale getirip azınlıkları ikinci sınıf vatandaş ilan ettiğinden, mütekabiliyet ilkesi her iki ülkedeki azınlık vatandaşlarında daimi bir güvensizlik yarattı. Böylelikle Türkiye Cumhuriyeti’nin bir bölüm vatandaşının haklarından faydalanıp faydalanamayacağı, hükümetlerin yaklaşımlarına göre değişir oldu.

Bu da yetmezmiş gibi, Kıbrıs meselesinin çözümü ‘mütekabiliyet’ başlığı altında değerlendirilmeye başladı; Rum toplumu başkalarının yaptıkları yüzünden günah keçisi sayıldı. Bu meselenin her kritik dönemecinde, Türkiye hükümeti Rumları kendi vatandaşları olarak kabul etmekten uzaklaşıyor, Türk toplumu da, o döneme kadar ayrılmaz bir parçası olan bir grubu yabancılaştırıyordu.
Mütekabiliyet. Uluslararası siyasete ve uluslararası hukuka ait olan bu kavram, bu memlekette derin kökler salmış olan, kökleri yüzyıllara dayanan ve doğdukları topraklarda yaşamak dışında bir şey istemeyen bir topluluğu altüst etti. Ancak vaziyet öyle gelişti ki, bağlar yarıldı, güven sarsıldı, kaçış ve göç başladı. 6-7 Eylül, vatandaşlığın eşit olmadığının ilk göstergesi değildi belki ama, İstanbul Rumlarının devlet ve toplumla kurdukları ilişkide dönüm noktası oldu.
Sıklıkla İstanbul Rumlarına atıfta bulunurken, aynı dönemde hedef gösterilen diğer grupların kaderini yok sayıyoruz – en başta da, İmroz (Gökçeada) ve Tenedos (Bozcaada) Rumlarını... 6-7 Eylül olaylarının ruhu, iki adanın Rum toplumlarına ağır bir darbe vurdu. Buralarda, Rum toplumuna yönelik adaletsiz ve eşitsiz davranışlar, Rumların, planlı bir şekilde memleketlerinden kovulmalarına kadar ulaştı.

Yurttaşlık ve etnik kimliğin bu kadar dar bir kapsamda algılanması ülkemizin gayrimüslim topluluklarının tamamı için büyük bir felaket halini almıştır. 6-7 Eylül’de en çok zararı Rumlar görmüş olabilir, ama saldırgan kitle, Ermeni ve Yahudi hemşerilerimizi de hedef almıştı. Sonraki dönemde, İzmir’deki Rumlar ve diğer azınlıklar, Antakyalı Rum Ortodokslar ve güneydoğudaki Süryaniler de, ikinci sınıf vatandaşlar olarak, bu tür saldırılardan kaçamadılar.

Artık durması gereken, bu aşağılama. Bu ülkenin gayrimüslim vatandaşları olarak bizler, geçmişte tanık olduklarımıza karşın, devletten ayrıcalıklı bir konum istemiyoruz. Ancak, kendimizi yeniden Türkiye’nin eşit yurttaşları olarak hissedebilmemiz için biraz yüreklendirme istiyoruz.
Rum toplumu, bu çerçevede, devlet ile arasındaki mesafeyi azaltmak için adımlar atmaya çalıştı. RUMVADER’in ‘Azınlık Vatandaşları – Eşit Vatandaşlar’ başlıklı projesiyle, Türk toplumuna, hakkımız olandan fazlasını istemediğimizi göstermeye çalıştık. Her Türkiye vatandaşı gibi bizler de, kimliğimizi ve geleneklerimizi koruyarak burada, atalarımızın memleketinde kalma hakkına sahibiz ve bunu arzu ediyoruz.

Son yıllarda devletin gayrimüslim vatandaşlarına karşı algısında bir iyileşme görüyoruz. Bunun kalıcı olmasını, hükümetlerin iradesinden bağımsız bir şekilde, sabit kurallarla kurumsallaşmasını istiyoruz. Devlete ve kurumlarına karşı bir güven atmosferi, ancak, iyi niyetli uygulamaların sabit bir hal almasıyla oluşabilir.
Rum toplumu, demografik sorunlardan dolayı, zorlu bir varoluş mücadelesi ve kurumlarını işler kılma çabası içinde. İki-üç öğrencili bir sınıfta öğretmen nasıl verimli bir ders işleyebilir; çoğu yaşlı üç bin kişiyle, 70 vakıf, dernekler, çeşitli kurumlar nasıl doğru yönetilebilir?

Bu büyük ülkedeki yerimizin tehlike altında olduğunu düşünmeyecek kadar iyimserim. Türkiye’nin yurttaşlar topluluğu, son yıllarda, tüm üyeleri için mücadele edeceğini gösteriyor. 6-7 Eylül’ün yıldönümünün bizler için yeniden gündeme getirdiği de tam olarak bu, yani bizlerin, bu toplumun ayrılmaz bir parçası olduğumuz ve biz hedef gösterildiğimizde, bu ülkeyi demokratik yapan tüm değerlerin yok olduğu gerçeği. Tüm vatandaşlarına saygı duyan bir demokrasiye dair bu sürekli çabayı, Müslümanlar ve gayrimüslimler olarak, hep beraber, köklerimizden bağımsız bir şekilde, yüzünü ortak bir geleceğe çevirmiş vatandaşlar olarak göstermek istiyoruz.

Yeniköy Panayia Rum Ortodoks Kilisesi ve Mektebi Vakfı’nın başkanı 

Kategoriler

Güncel