Nazaret Dağavaryan’ın Taşları ve Hayat Ağacı

Geçtiğimiz hafta Getronagan Lisesi'nin 125. kuruluş yıl dönümü etkinlikleri kapsamında 'Nazaret Dağavaryan Doğa Bilimleri Sergisi' düzenlendi. Bu sergiye okula bağışladığı fosil koleksyonu sebebiyle ismi verilen Nazaret Dağavaryan'ın, birçok Ermeni aydınla birlikte 1915'te sonlanan çarpıcı hayat hikayesini Karin Karakaşlı yazdı.

Büyük şeyler sessizce gelir başımıza. Afalladığımız için ne kadar büyük olduğunu bile anlamayız  ilk bakışta.  Bir Cumartesi günüyle benim de yaşadığım işte böyle bir kalakalıştı.

O gün Getronagan Ermeni Lisesi’nde alışılmışın dışında bir hareketlilik vardı. Bilirsiniz, okullar hafta sonları garip bir sessizliğe bürünür, öğrencilerin pek de sevmediği Pazartesi günün ilk zilini bekler. Oysa o Cumartesi okulun misafirleri vardı. Öğrenciler başrolde bütün mekânı sahiplenmiş, bir aşağı bir yukarı koşturuyordu. Bütün bu hareketliliği Nazaret Dağavaryan Doğa Bilimleri Sergisi sağladı. Fen öğretmenleri, öğrenciler ve eski mezunlar hep birlikte Doğa Bilimleri Sergisi’ni açmanın mutluluğunu yaşıyordu. İlk bakışta okullardan birinde yapılan       etkinliklerden biri diyebilirsiniz. Ama bazen ayrıntıda koca bir tarih gizlidir.

KARİN KARAKAŞLI

karinkarakasli@yahoo.com

Okulun üst katlarından birindeki geniş alan öğrencilerin rüyalarına tahsis edilmiş. Getronagan’ın mimar mezunlarından Minas Oflaz sergi alanını elleriyle tasarlayıp düzenlemiş. Öğrencilere en profesyonelini layık görmüş. Simsiyah boyalı mekânda spot ışıklarla her bir fosil, bitki ve canlı, dikkatin odak noktasına dönüşüyor.

Gerçek bir ekip ruhuyla herkesin elindeki beceri ve imkânı sonuna kadar zorladığı serginin düşünü ise ilk olarak okunun emektar öğretmenlerinden Ağavni Tekin görmüş. Laboratuvarda nice yıl boyunca özenle temizleyip koruduğu malzemeyi hak edilen bir ciddiyette sergiletmek ve çocuklara bir dünya kurmak istemiş.

Dünya gözüyle evrene bakış

Ve bu dünya hakikaten de çocukların. Duvarları süsleyen devasa posterlerin ve her biri ayrı bir konuya ayrılmış stantların arasında dört dönüyorlar. Big Bang patlaması ile başlayan hayat serüveni karşımızda. Dinozorların dünyası beri yanda bizi selamlıyor. İnsanın kökeni, soyağacı ve türleri antropolojiye göz kırpıyor. Üniversitelerin de ileride kalıcı bir müze oluşması temennisiyle yoğun destek verdiği ve işbirliği yaptığı sergide mantarların dünyasından fosillere, ağaç kütüklerine kayıtlı yaş halkalarından kemiklere, bitkiler aleminden böceklere her şeye yer var.

Mekânda küçük odacıklarda atölye çalışmaları da örgütlemişler. Fosil yapımı, dinozor kalıplarının boyanması ve gökyüzü atlası yapımı gibi faaliyetler var. Öğrenciler artık fen derslerini burada yapabilecek. Derken beni elleriyle boyadıkları karanlık bir odaya sokuyorlar. Buranın adı Planetaryum. Tavan ve duvarlar uzay boşluğu haline gelmiş. Kutup yıldızına, takım yıldızlara, gezegenlere bakıyoruz birlikte. Heyecanla anlatıyorlar. Onlar öğretmen, ben öğrenci.

Sonra uzaydan yeryüzüne indiğimde, sergiye adını da veren Nazaret Dağavaryan’ın koca bir posteriyle karşılaşıyorum. Ermenicedeki paravor sözcüğünün hakkının veren, adam gibi bir adam var karşımda: Köstekli saati, takım kıyafeti, gür sakalları, özenle taranmış saçları ve sıcacık bakan zeki gözleriyle çok heybetli görünüyor. Yolu sevgiden geçenler misali, o da bir dönem Getronaganlıymış. Bu okulda  biyoloji öğretmenliği yapan Dağavaryan, güçlü kişiliği ile Sultan Hamid’in İsdibdat döneminde şimşekleri üzerine çeken Ermeni aydınlarından olmuş.  Nazaret Dağavaryan’ın sadece meslek listesi iki satır tutuyor: tıp doktoru, ziraat mühendisi, filolog, fizikçi, öğretmen, müdür, sayısız dernek yöneticisi, Ermeni Yerel Meclisi Delegesi ve Osmanlı Meclis-i Mebusan Sivas milletvekili… Sanki geceleri hiç uyumamış ve Rönesans’ın o evrensel insan modeli misali, bugün her biri ayrı bir uzmanlık alanı olan koca koca meslekleri, aynı ömrün içine tesbih taneleri gibi ardarda başarıyla dizmiş. Fransız Hastanesi’nde verdiği tıp konulu konferanslar siyasi propaganda olarak yaftalanınca, doktor olarak çalıştığı hastaneye hasta diye sığınmak zorunda kalıyor. Neden sonra güç bela Marsilya’ya kaçtığında, Getronagan Okulu’na da gözü gibi baktığı biyolojik numuneleri, laboratuvar malzemelerini ve mineral taşlarını bırakıyor.

İşte şimdi o taşların karşısındayız. Her birinin üzerinde siyah mürekkepli inci gibi yazısıyla her bir taşın adını ve kökenin not etmiş. Geçen zamanı etiketlerin sararmışlığı ele veriyor. Taşların yanında yer alan koca bir listede ise yapıtlarının adları sıralı.  Bunca işin yanında bir de onlarca kitap yazmış; hem de eserlerinin hepsi ayrı bir dalda. Kâh idrar yolu taşlarını incelemiş kâh Darwinizm’i. Ermeni tarihinin dil, din açısından köklerini araştırırken mikrobiyoloji, evren, insan embriyolojisi, anatomi gibi alanlardaki bilimsel çalışmalar yapmış. 

Biyografinin son cümlesi

Eğer ruh çağırma diye bir şey varsa, herhalde böyle oluyor. Bir insanı, hayatını adadığı noktadan yaşattığınızda, ondan ilham alarak devam ettiğini gösterdiğinizde ruh size bir an gülümser. Sanki Nazaret Dağavaryan kalabalığın bir yerinden karşıma çıkıverecek gibi yakın hissediyorum. Ardına öğrencileri kattığı gibi mineral koleksiyonunun her bir parçasını, biyolojik numuneleri, laboratuvar malzemelerini eliyle tek tek gösterecek, orada tam da özlemini çektiği gibi güzel bir ders anlatacak. Dağavaryan bilimi kendi tekelinde gören bir ego değil, aynı zamanda öğretmenlikten müdürlüğe her kademede eğitim hizmeti vermiş bir idealist. Donanımlı, ileri görüşlü gençler yetişsin istiyor. Bir vakit bu okulda mikrobiyoloji dersleri verilsin istemiş. Şöyle diyor bir kitabının ön-sözünde:  “Avrupalılar sadece üniversitelerde değil, yüksek okul ve orta öğretimde de mikrobiyoloji dersleri vermeye başladılar. Bizim eğitim kurumlarımızda da fen bilimleri öğretmenlerinin birkaç dersle bu alanda öğrencilere bilgi vermelerini dileriz. Böylelikle onların genel kültürüne de büyük katkı sağlamış olurlar. İstanbul’daki Getronagan Lisesi’nin ise bizim eğitim kurumlarımızın en yükseği olması hasebiyle, mezunların en azından beş saatlik bir mikrobiyoloji dersi ayırmasını çok gerekli görüyoruz.”

O gün işte bir sergi başlığı altında esas olarak çıtayı Avrupa düzeyinde tutan, adanmış bir bilim insanı ve aydınıyla karşılaştık. Ama takdir edersiniz ki bu çok özel bir çaba ile oldu, yoksa günlük hayatta bize Dağavaryan’ı anımsatan tek bir işaret bile yok. Nazaret Dağavaryan’ın bir mezar taşı da yok. Onca  çalışmasının, unvanının altındaki son satır, biyografisinin o son cümlesi ek çıkmazımızın özeti gibi: “1915-Tehcir’den geri dönmedi.”

Önümde Nazaret Dağavaryan’ın taşlarıyla kalakalıyorum… Bunca felaketin kıyısından güç bela dönmüşlüğüne rağmen 1908’de II. Meşrutiyet’in bayramına ortak olmaya dönmüş memleketine. Oysa hiç ama hiç ihtiyacı yok. Fransa Devleti ve Hükümeti  Dağavaryan’ı 1902’de Officier Académie, 1910’da da Agricole Liyakât Nişanları’na değer görmüş. Yine bir dönem yaşadığı Kahire’de şehrin Ermeni toplumunun önderlerinden ve bilim dünyasının saygın isimlerinden biri olarak kabul ettirmiş hemen kendini. Nereye koysan orada filiz veren bir tohum, nereye baksan orada parlayan bir yıldız o. Ama işte yine de dönüyorsa, bu memleketi adına duyduğu inanç ve sevgiden olsa gerek. Başka da hiçbir şey.

Garip ama Dağavaryan’ın taşlarının önünde değil de çocukların elleriyle yaptıkları hayat ağacının karşısında ağlıyorum.  Bir yerde birikip, yağmurunu öteye bırakan bulut gibi. Öyle süzülen gözyaşı falan gibi bir romantiklik yok, basbayağı yüreğim sıkışıyor, göğüs kafesimin ortasındaki hıçkırığı duyuyorum.

Şöyle demiş çocuklar: “Yaşam ağacındaki yaklaşık 2 milyon türden biriyiz. Ağaçtaki tek yaprağız sadece. Bununla  birlikte, yaşam ağacını en çok etkileyen türüz. Bu ağacı oluştururken doğadaki hiçbir ağaca zarar vermedik. Ağaçların budandığı Mart ayı boyunca çevremizdeki park ve bahçelerden kesilmiş dalları topladık. Sonuç; bu ağaç, farklı bitki türlerine ait dalları ve yaprakları üzerinde taşıyor ve her bir dal aslında bir canlı alemini simgeliyor.”

Eğer 24 Nisan’ın ne demeye geldiğini anlamak için öyle metinlerin içine dalmaya hacet yok. İşte bir sergideki hayata devam etme gayreti, ve o gayretin ardındaki emanet tarih, her şeyi anlatır. Nazaret Dağavaryan’ın taşları kadar bir mezar taşı olmayışına da sahip çıkıp yine de başkalarına zarar vermeden kendi türünü koruma, devam ettirme çabasıdır bu. Basbayağı bir hayat mücadelesidir.

Bugün meclis arşivi tutanaklarında Nazaret Dağavaryan ismine dair şu kayda rastlanıyor: “Sivas Mebusu Nazaret Dağavaryan Efendinin Ziraat, baytar, meadin ve orman mevzularında yirmi yedi madde halinde tespit ettiği hususlar hakkındaki istizah takririnin müzakeresine geçilerek beş maddesi cevaplandı ve verilen takrir üzerine diğer mevaddın bütçenin müzakeresi esnasında müzakere edilmesine karar verildi.” 

Dağavaryan ziraat ve tarıma kafa yorarken avukat  Harutyun Şahrigyan İstanbul, gazeteci  Onnig Tertzagyan Van, öğretmen Hovhannes Serengülyan Erzurum, Hampartzum Boyaciyan ise Adana mebusu olarak dönüşüm getireceğine inandıkları II. Meşrutiyet adına mücadele veriyordu. Ve yine Dağavaryan toprak reformu tartışırken, İstanbul mebusu avukat Krikor Zohrab da çocuklar ve kadınlar lehine medeni hukuk reformu istiyordu. Ermeni halkından önce halkın sesini hedef alan ve 250’ye yakın aydınını yok eden imha uygulaması ile 24 Nisan 1915’te Ayaş’a sürgüne çıkarılanları bir daha sağ gören olmadı.  Dağavaryan  Diyarbakır’da kurulan Divan-ı Harbi Örfi’de yargılanacakları gerekçesiyle yola çıkarıldı.  Yolda, arkadaşlarıyla birlikte, Teşkilat-ı Mahsusa için çalışan Çerkes Ahmet çetesi tarafından öldürüldü. Zohrab ise kafası bir taşla ezilerek katledildi.

Geriye taş gibi bir sessizlik kaldı. İnkâr eden, yok sayan, korkuyla sarmalayan ölümcül bir sessizlik. Ama Allah’ın bildiğini kuldan saklamak ne mümkün. Bu iç bilginin ağırlığıyla yaşadık hep birlikte bunca zaman. Meğer en ağır taş, mezarsızların taşıymış. Bağrına taş basanların ahıymış.

Nazaret Dağavaryan’ın mineral taşları burada. Bu taşlar, tıpkı eski sahibi gibi, ölüme değil hayata dair. Tıpkı 24 Nisan’ın büyük söylemlerde, sloganlarda değil, hayatın işte şuncacık sıradan bir ayrıntısında saklı oluşu gibi. Bugün o taşları yeniden bir araya getiren ve paylaşanların direncinde olduğu gibi. Bu taşlara birlikte sahip çıkmakla başlıyor her şey. Bir 24 Nisan’da Nazaret Dağavaryan’ın emanet taşlarını elimize alıp meydanları birlikte doldurmak, ölüleri anmak, kalanları yaşatmakla başlıyor her şey. Çünkü Dağavaryan’ın çocukları o taşların üzerine hayat ağacı dikmişler. O ağacın gölgesi hepimize yeter.

SİVAS MEBUSU DAĞAVARYAN EFENDİ’NİN
OSMANLI MECLİS-İ MEBUSANI’NDA
YAPTIĞI İKİ KONUŞMA

Osmanlı Devleti’nin genel durumunu nasıl görüyordu?

5 Mayıs 1325 [18 Mayıs 1909]

Mebus efendiler;

Osmanlı hükümeti bugün uzun bir yolculuktan dönen bir gemiye benziyor. Bu gemi, seyir ve hareketi esnasında birtakım şiddetli fırtınalara maruz kalarak defalarca mahvolmak tehlikelerinden güç kurtulmuştur. Bu geminin direkleri kırılmış, yelkenleri yırtılmış, dümeni bozulmuş, kaptanı ümidini kesmiş, yolcular helâk olup manevi kuvvetlerini kaybederek çökmüşlerdir.

İşte 32 sene sürekli bedbaht bir yolculuktan sonra mevcut vaziyetimiz budur. Madem ki şimdi selamet sahiline vararak genişçe nefes almaya başlamış ve insan gibi düşünmek ve hareket etmek kuvvet ve yetkisini kazanmış bulunuyoruz, o halde lazımdır ki artık uyanıp kuvvetlerimizi birleştirelim.


 

OSMANLI MECLİS-İ MEBUSANI’NIN ERMENİ MEBUSLARI: 

1909 yılında basılan ve kitabevlerinde 100 paraya satılan bu poster, Osmanlı Ermenilerinin II. Meşrutiyet’in ilanından duyduğu büyük sevincin bir tanığı. Posterde, farklı siyasi eğilimlerden 10 Ermeni mebus bir arada görünüyor: Krikor Zohrab (İstanbul), Keğam Garabedyan (Muş), Hampartzum Boyacıyan [Murad] (Kozan), Bedros Halacyan (İstanbul), Hagop Babikyan (Tekirdağ), Vartkes Serengülyan (Erzurum), Vahan Papazyan (Van), Karekin Pastırmacıyan (Erzurum), Nazaret Dağavaryan (Sivas), Isdepan Ispartalyan (İzmir). Bu isimlerden dördü, yani Zohrab, Boyacıyan, Serengülyan ve Dağavaryan, 1915’te öldürüldü.

 

Başımızı ellerimizin içine alıp şu acınacak halimizin düzelmesi ve Osmanlı hükümeti gemisinin yeniden gayretli ve muntazam, şanlı, metanetli bir hale gelmesi için ne yapmak lazım geleceğini düşünelim. Evvela dertlerimizi ve ihtiyaçlarımızı tetkik edelim. Noksanlarımız kabul edelim. Her kim ki kendi kusurlarını tanır ise, düzeltme çaresini bulmaya muktedir sayılabilir. İhtiyaçlarımız türlü ve çoktur. O derece çoktur ki, işin yeniden tertip ve tanzimi için hangi taraftan başlayacağımızı tayin etmekte şaşırıyoruz. Lakin ümidi kesmeyip soğukkanlılıkla dertlerimizi tayin ve işaret edelim. Reformlar için programımızı tertip edip hemen işe başlayalım. Daima şu meşhur meseli hatırlayalım ki, bir işe başlamak işin yarısıdır.

Memleketimizin ziraati ilkel bir haldedir. Madenlerimiz ya terk edilmiştir, yahut onların imal edilmesi ecnebilere ihsan olunmuştur. Ormanlar sahipsiz ve mahvolacak halde bırakılmıştır. Sanatlarımız basit ve sanayi işleri ise adeta yok hükmündedir. Maddi değerlerimizin yenilenmesi ve üretilmesini ecnebilerden bekleriz. Üretim araçları pek az ve yetersiz ve çoğu zaman ilkel bir haldedir. Posta işlerimiz düzenlenmeye muhtaçtır. Hükümetin iç düzeni çürümüş bir haldedir. Temel reformlara muhtaçtır. Adliye işleri esasen tanzime muhtaçtır. Mekteplerimiz çoktur, lâkin tedrisat pek yüzeysel, teori ve pratikten noksandır. Bu sebepten, mekteplerimizden yetişenler ilimlerinin semeresini görmek için ya yeni tecrübeler edinmeye, yahut Avrupa'da talim etmeye muhtaç olurlar.

Vaktiyle donanmamız, Avrupa donanmalarının üçüncü sırasında iken şimdi en geride kalmış olanlar arasında bulunuyor. İyi bir şeyimiz varsa, o da kara ordumuzdur ki kendi fedakârlığı, metanet ve yiğitliği ile öteden beri Avrupa'nın hayretini kazanmış ve dünyanın en yürekli ordusu addolunmuştur. Bugünkü halimiz ve insan gibi yaşayabilmek hakkını ele geçirmekliğimiz o sayededir. Lakin Napolyon'un da dediği gibi, ordu, parasızlık sebebiyle ecnebilere lüzumu kadar direnç gösteremez. İşte dış politikamızın parlaklığını azaltan sebep budur. Fakat para yalnız ordunun ve muharebenin değil, yukarıda zikr ve beyan olunan tüm dertlerimizin de deva ve şifasıdır. Bunun içindir ki birinci işimiz maliyemizin gelir ve giderinde dengenin sağlanması, yani bütçemizin tanzimi maddesinden ibarettir. Ve o mühim ve müşkül olan mesele iktisat bilimi ve maliye erbabı olan arkadaşlarımıza verilmiştir. Bütçe Komisyonu heyetinin ne derece müşkül ve karışık bir işin karşısında bulunduğu aşikârdır. Zira idaremiz altında bulunan kıt gelirle, sözünü ettiğimiz ihtiyaçların giderilmesine çare bulmak için adeta mucize sahibi olmak lazımdır.

Fırat ve Dicle’de bir İngiliz  şirketine
taşımacılık imtiyazı verilmesine itirazı

30 Teşrinisani 1325 [13 Aralık 1909]

Efendim, Lynch Kumpanyası meselesi ne kadar mühim bir hal almışsa da, yine de basit bir meseledir. Bundan önce verilmiş bir imtiyaz değildir, yalnız bir ruhsatnameden ibarettir ve ruhsatname daimi değildir. Yani ruhsat buyrulmuştur ki, İngiliz bayrağı altında bulunan iki gemi, memleketimizin menfaatine dokunmadıkça Fırat üzerinde seyrüsefer etsin. Eğer menfaatine dokunursa, artık olamayacaktır. Hatta yalnız iki gemiye müsaade buyurulmuştur. Sonra bilmem nasılsa Dicle üzerinde başka bir gemi sefer etmeye başlamıştır. Halbuki ruhsat iki gemi içindi. Bunun için de Babıâli tarafından birçok itiraz olunduktan sonra bunlara bir üçüncü gemi de ilave edilmek istenilmiş, yalnız bir takım şartlardan sonra, yani bu üçüncü sefine Osmanlı bayrağını taşımak ve bizim gemilerimizin adedi 12’ye ulaştıktan sonra o üçüncünün artık seyrüsefer etmeye hakkı kalmayacaktır denilmişti.

Şimdi Efendiler. Dünyada nehirler üzerinde seyrüsefain için imtiyaz verilmiş değildir. Hiçbir yerde, hiçbir memlekette, hatta Amerika’da bile hiçbir vakit nehirler üzerinde seyrüsefain için imtiyaz verildiği görülmemiştir. Eğer biz böyle bir imtiyazı verirsek bu usul bizden başlayacaktır ve âleme yegâne bir örnek olacaktır. Böyle bir imtiyazdan ne olabilir? Böyle bir imtiyazdan tabii ki vatan ve ahali birtakım zararlar görecektir, zira ahaliden istedikleri fiyatı alabilecekler ve eşyalarını istedikleri fiyatla götürecekler ve istedikleri vakit de götürmeyeceklerdir. Şimdi, daha imtiyaz verilmemiş olduğu halde, yalnız Bağdat’tan Basra’ya kadar 500-600 kilometrelik bir yer için 25’ten 30 şiline kadar para vermeli… Kim bilir, bilahare bu masraf bunun 100 misli olacak. Halbuki Basra'dan Londra'ya kadar 25 Şilin verilir. Demek ki, ondan ahali, hatta şimdi imtiyaz verilmediği takdirde de kaybetmektedir. Eğer böyle devam ederse her vakit kaybedecekler.

Efendiler, bu imtiyazı vermeye bizi ne mecbur ediyor? Burada bendeniz bir mecburiyet görmüyorum. Bir dereceye kadar şimendiferlere müsaade etmeyi anlarım. Yalnız gemi için hiçbir vakit ihtiyaç yoktur. Nehir üzerinde seyrüsefer eden vapurların bir tanesi 10 bin liradan 20 bin liraya kadardır. Eğer 8 tane gemimiz varsa 10 tane daha ilave edelim. 150 bin liradan bir şey çıkmaz ve eğer kâfi değilse Fırat üzerinde de daha küçük vapurlar işletilsin. Bunların adedi 5 bin liraya da olabilir. Yani hepsi 200 bin lira ile bizim bütün ihtiyacımızı görebiliriz.

Eğer fevkalade bir mecburiyet varsa böyle bir boyunduruk altına girelim, onu söylesinler. Söylediniz ki, efendim bazıları tarafından vaatler olunmuş, ben buna inanmam. Hatta meşrutiyetin geçerli olduğu hükümetlerde bir şahıs tarafından verilen vaatlere hiçbir zaman riayet olunamaz. Hatta İngiltere Devleti gibi eski meşrutiyetperver olan bir memlekette bu haller asla kabil olamaz. Biraz evvel söyledim ki, hiçbir nehirde seyrüsefain için imtiyaz verilmiş değildir. Bir defa yalnız örneği görülmüş, öyle bir şey. Çin'de vermek istemişler. Yalnız İngiltere Hükümeti en çok kendisi buna karşı durmuştur ve bırakmamıştır, nehirlerde seyrüsefain her vakit serbest olmalıdır diyerek buna mani olmuştur. Binaenaleyh, nehirler her vakit serbest olmalıdır.

Eğer bu Lynch Kumpanyası’na biz bu imtiyazı verirsek, bilirsiniz ki, bir müddet sonra başka imtiyazlar vermeye neden mecbur olmayacağız? Hatta kim bilir ki, bundan bir müddet sonra bizim Boğaziçi’nde böyle bir imtiyaz vermek mecburiyetinde bulunmayacağız? Beyefendi buyuruyorlar ki, “Şimdi ecnebi sancağı altında iki gemi vardır. Bunların yerine Osmanlı sancağı konulacak”… Fakat iş sancakta değildir. Esas şirket kimin idaresi altında ise onundur. Şirkette biz de hissedarız, bir tane İdare Meclisi de olacak ve bunda da dört tane Osmanlı üye bulunacak ve dört tane ecnebi olacak ve reisi de ecnebi olacak. Demek ki, bu şirket, ecnebi şirketi olacaktır. Hatta bizim memleketimizde, mesela Osmanlı Bankamız var. Yaramızı kapamayalım, açıktan söyleyelim. Bu bankada isimden başka nemiz var? Kapital ecnebi, direktör ecnebi, bizim nemiz var? Yalnız ismimiz var. Bir de ortalığı süpürecek birtakım uşaklar. Bunları saklamak vatana hizmet etmek değildir.

Söylüyorlar ki, 35, 37 yahut 75 sene devam edecek, ondan sonra şirket bize kalacak.

Efendiler, 35 sene pek büyük bir zamandır. Biz 32 sene müddetle bütün mülkü mahvettik. 37 senede çok şeyler olabilir. Neden? Biliriz ki, İngiltere devleti ile olan ilişkilerimiz 35 sene daha devam edecek mi? Bu müddet zarfında pek çok şeyler olabilir. Bu şirket menfaatli bir iştir. Biz yalnız 8 çürük gemimizle senede 30-40 bin lira kadar bir hâsılat almaktayız. Yalnız birkaç sene zarfında bundan hasıl olan semereyi maliyemize koymayıp da elimizi cebimize koymak nasıl olur? Senede yalnız iki üç gemi artırmak şartıyla bundan pek çok istifade ederiz. Her sene gemilerimizin adedi artar. Birkaç sene sonra diğer bir Osmanlı şirketine de imtiyaz veririz. Dicle nehrini ayıklamak hiçbir vakit lazım değildir.

Yalnız eğer bu meselede siyasetle ilgili bir şey varsa söylesinler, hatta kulağımıza söylesinler, bize anlatsınlar. Eğer bu imtiyazı vermekte kati mecburiyet varsa her fedakârlığı eder, biz de kabul ederiz. (Sol tarafta alkışlar) Yoksa, Osmanlı vatanı namına buna itiraz ederim, kabul etmem. (Sol taraftan alkışlar)