'Aile büyükleriniz 1915'te neler yaşamıştı?' diye sorduk. Agos'a gelen mektuplar, yüzyıl önce bu toporaklarda neler yaşandığını tüm çıplaklığıyla anlatıyor.
Nora Demirjian Diratsouian, New Jersey
Yozgat Boğazlıyan’ın Uzunlu Köyü'nden dedem Sarkis Demirciyan (diğer adıyla Kâzım) 1915’te babasını kaybettiğinde beş yaşındaymış. Babası, köydeki diğer erkeklerle birlikte toplanıp Osmanlı Türkleri tarafından öldürülmüş. Dedemin kardeşleri Eva ve Şaynik, olaylar sırasında 7 ve 10 yaşlarındaymış. Dedem onlara ne olduğunu hatırlayamıyor. Dedemin annesi Nuritsa, oğlunu kurtarabilmek için Müslüman bir Türk'le evlenmiş, fakat dedemi gizli bir şekilde Ermeni olarak yetiştirmiş. Nuritsa’nın Türk eşinden üç kızı ve bir oğlu daha olmuş. Sarkis, Müslüman bir evde büyüse de, Ermeni ruhundan ve dinî inancından vazgeçmemiş. 17 yaşında evlendiği Gurcu’dan, Hagop ve Haçig adlarında iki oğlu olmuş. Nuritsa, Sarkis şehirden kaçmazsa onu Müslüman olmaya zorlayacaklarını söyleyerek oğlunu uyarmış ve Sarkis böylelikle Kayseri’den kaçmış. Bu olaydan yaklaşık 20 yıl sonra Sarkis, kardeşleri Eva ve Şaynik’i İstanbul’da bulmuş.
M. T. (77)
Olay 1915'te dayımın kaynanasının başından geçiyor, o anlatırdı. Sivas Tavra'da, 1915'te askerler tüm ailesini öldürmüşler. Ailesinden sadece kendisi hayatta kalmış. 1915'te, 13yaşında bir genç kızmış. Sürgün kafilesine katmışlar onu, köyün diğer insanlarıyla birlikte. Askerler, kız olduğunu anlayıp bir şey yapmasınlar diye, göğüslerini kamufle ediyor, erkek gibi giyiniyor ve saçlarını şapkayla kapatıyor. Kafile ilerlerken askerler insanları öldürüyor, kendisi hayatta kalıyor. Askerler öldüğünü zannetsinler diye, ölü numarası yapıyor. Askerler öldü mü diye kontrol ediyorlar, fakat hayatta olduğunu anlamıyorlar. Askerler bölgeden ayrıldıktan sonra, sürüne sürüne bir köye varıyor. Köyde onu bulan Türkler, saklamışlar. Daha sonra Sivas'a geri dönmüş, kendi gibi sürgünden kurtulan dayımın kayınbabası ile evlenmiş. Üç çocukları olmuş Sivas'ta.
Gassia Keoshgerian (54), İngiltere
Baba tarafından dedemin babasının adı Hagop Köşgeryan ve dedemin annesinin adı Yeğisapet, Adanalılar... Dedem Diran, üç erkek ve iki kız kardeşlermiş; Mihran, Lusadzin, Diran, Lutfig ve Veronika. Dedem Diran, 1900 Adana doğumlu. Aksor (sürgün) zamanı dedemin kız kardeşi Veronika, hamileymiş. Sürgünde ikiz erkek çocukları doğurmuş. Yeni doğan ikizlerin kıyafetleri yokmuş, açlıktan ve susuzluktan ağlıyorlarmış. Dedem Diran, sürgünde kız kardeşi Veronika'nın doğumdan dolayı çok yorulduğunu ve bir müddet sonra artık yürüyecek gücü kalmayarak yere yığıldığını anlatırdı. Zaten oracıkta da ölmüş. Dedemin annesi Yeğisapet, ikiz torunlarını iki kolunun altına alarak yürümeye devam etmiş, fakat bebekler ağlamaya devam etmişler. Yeğisapet de çaresiz kalarak sürgün kafilesi bir köyün içinden geçtiği sırada, bebekleri bir evin önüne bırakmış. En azından bir Türk ailenin onları büyüteceğini düşünmüş. Onlardan bir daha hiç haber alınamadı. Aile sürgünden sonra, geri kalan sağlarıyla birlikte Yunanistan'a gitmiş. Dedemin kardeşi Mihran, Beyrut'a gitmiş; diğerleri ise Kıbrıs'a... Dedem, kız kardeşi Veronika'yı çok severmiş, ölümünü hiçbir zaman unutamadı. Bu nedenle, kız kardeşimin adını Vera koymuşlar. Dedemin babası Hagop Köşgeryan, Adana'da ayakkabıcı, yani Ermenicesiyle goşgagarmış, bu nedenle soyadları Köşgeryan.
A. Y. (88)
Babamın başından geçen hikâye:
Dedemin ismi H. Y. (Hampartsum), oğlu (Harutyun). Dedem, 1915'te askermiş. Dedemin ailesinin evine askerler gelmiş, “Sizi, asker oğlunuza götüreceğiz” diyerek dedemin karısını, anasını ve çocuklarını alarak Kellerin Deresi'ne götürüp öldürmüşler. Sürgüyle dereye atmışlar. Babam Harutyun ise o yıllarda 12-13 yaşlarındaymış; ailesiyle birlikte öldürülen sürgün kafilesindeymiş. Kafiledeki ölülerin altına saklanmış. Askerler ölenleri kontrol ediyorlarmış, emin olmak için. Aradan 2-3 gün geçmiş. Dedem ölüleri üzerinden kaldırmış, etrafa bakmış ve küçük bir ışık görmüş uzaklarda. Işığa doğru yürümüş, Boğazlıyan'a gitmiş. Orada kız kardeşini bulmuş. Derviş Ağa adındaki birisi, babamı ve kız kardeşini himayesi altına almış. Bunlar Yozgat'ta oluyor. Dedem de askerden dönünce, çocuklarını aramaya koyulmuş her yerde. En sonunda Boğazlıyan'da çocuklarını bulmuş. Evlerinin yerinde yeller esiyormuş. Tüm malını göçmenlere dağıtmışlar. Yozgat'ın merkezinde yaşıyorlarmış, o tarihte dedemin askerliği 6-7 sene sürmüş.
A. Güneş (54)
Dedem, 1915'te Dersim'deymiş, 5 yaşında. Bütün ailenin erkeklerini öldürmüşler, kadınlar ve çocuklar tehcire gönderilmiş. Nasıl olmuşsa, dedemin annesi üç çocuğuyla kaçmış. Aç, susuz dağlarda günlerce kaçarak yaşama tutunmaya çalışmışlar. Annesi, üç çocuğundan en büyüğü olan kızını yanına alıp, iki oğlunu ise bir ağacın altına bırakmış. “Buradan bir yere ayrılmayın, ben size yiyecek bulmaya gidiyorum” demiş. Döndüğünde, iki oğlunu da bıraktığı yerde bulamamış. Dedemi, Alevi bir aile yanlarına alıp büyütmüş. Dedemi aynı köyde, bir başka ailenin yanındaki Ermeni yetimi olan babaannemle evlendirmişler. Civar köylerde olan dedemin annesi, oğullarını yıllarca aramış. Eskiden köylerde gezici kalaycılar varmış. Kalaycılar her geldiğinde, onlara sormuş soruşturmuş oğullarını. Dedemin alnında büyük bir yara izi varmış. Bir gün birisi dedemin annesine “Senin anlattığın tarife uyan birisi var” demiş. Bu vesileyle, yıllar sonra oğluna kavuşmuş. Kayıp olan öteki oğlunu da dedem ve babam uzun aramalardan sonra, bir Kürt ailenin yanında hizmetkâr olarak bulmuşlar. Dedem, 1982 yılında İstanbul'da vefat etti.
Luiz Bakar
Annem Ağavni, İzmit Mutasarrıflığı'na bağlı Karamürsel'in Ermenilerin yaşadığı Merdegöz Köyü'nden. Ağustos 1915'te ailesiyle birlikte kafilelerle yola çıkmışlar çoluk çocukü, genç ihtiyar... Köyün yarısı yolda telef olmuş; babası tifodan can çekişirken son nefesini verene kadar, kızı Ağavni'ye kim olduğunu, adını, köyünü vs. ezberletmiş. Annem, daha sonra kendini Der Zor çöllerinde bulmuş, gözünü trahomdan kaybetmiş, aylarca ot yiyerek karnını doyurmuş. Daha sonra bir Arap müftü kendisine sahip çıkıp adını Behiye koymuş. Daha sonra Şam'daki bir yetimhanede kim olduğunu hatırlamış ve mucizevi bir şekilde annesini bulmuş. Annesi onu zor tanımış. Sarışın mavi gözlü bir kız arayan anne, kör ve büyüyeceğine ufalmış kızını tanıyamamış. Ağavni, köyün kilisesinde şaragan okuyan annesinin sesini tanımış ve "Hacı mayrig" diye bağırıp kendisini anasının kollarına atımış. Nusaybin üzerinden trenle köye geri dönmüşler. Tam yerleşmişler ki, Kemalistler geliyor sesleri yayılınca İstanbul'a kaçmışlar, tekrar aç susuz...
Babam, 1915'te İstanbul'da Esayan Okulu'nda 1. sınıf talebesi. Ailesiyle Sivas'taki değirmenlerinden gelen parayla refah içinde yaşarlarmış. 1915'te değirmenlere el konulunca, babam ve ailesi için yokluk ve sefalet başlıyor... Babamın küçük kardeşi Hayguhi, açlıktan “gatig gatig” diyerek ölüyor. Babam Artaki, okulu terk eder, annesiyle birlikte Beykoz Kundura Fabrikası'nda çalışmaya başlar. Annemle yolları, Beykoz'da kesişir.
Anna Turay (51)
Arik yayam, Yozgat Burunkışlalı. Çok büyük arazileri olan, bağcılıkla uğraşan Arzumanyan sülalesinin bir üyesi. Henüz yeni evli, çocuğu bir yaşında bile değil. Ev, hizmetçiler ve yanaşmalarla dolu, o yüzden yayam iş yapmasını bilmiyor. 1915’te bir gün köye gelen askerler, herkesi köyün meydanında topluyor; kadınlarla erkekleri ayırıyor. Tüm diğer erkeklerle birlikte yayamın kocası da götürülüyor. Onları bir daha gören kimse yok. Kadınlar ve çocuklar, kafileler halinde yola çıkarılıyor. Yayam, kayınvalidesiyle birlikte bir kağnıya biniyor. Yolculuğun daha ikinci gününde, uzak köylerden birinden geçerken yaşlı, sakallı bir adam ona göz koyuyor ve arabadan indirmeye çalışıyor. Yayam, diğer kadınların da yardımıyla inmemek için direnirken, kayınvalidesi onu durduruyor. “Bu kağnı bizi ölüme götürüyor, hiç değilse sen kurtul, torunum yaşasın, al oğlunu in aşağı kızım” diyor. Yayam iniyor, iki yıl onlarla birlikte yaşıyor. Adamın çok hasta olan oğluna ‘karılık’ ediyor. Bir de çocuk doğuruyor. Sonra bir gün, saralı olan hasta ‘koca’ ölüyor. Hemen ardından bir sabah, yeni doğmuş bebek, yatakta boğulmuş halde bulunuyor. Yayam, uykusunda ‘yanlışlıkla’ üzerine yattığını söylüyor. Yaşlı baba, kısa bir süre sonra “Ortalık duruldu, sizinkiler köylerine dönüyor, sen de kendi çocuğunla birlikte artık evine dönmelisin” diyerek, yayamı Burunkışla’ya geri götürüyor. Yayam döndüğünde ne kendi ailesinden, ne de kocasının ailesinden kimseyi bulamıyor. Çok yıllar sonra, o kıyametin içinde Beyrut’a ulaşabilmiş iki erkek kardeşi olduğu ortaya çıkıyor. 60’lı yıllarda, arada bir İstanbul’a gelerek yayamı ziyaret ediyorlar. Ama daha sonra, Lübnan iç savaşında her ikisi de can veriyor.
Dedem Mesrob, 1915’te Osmanlı askeri. Onun hikâyesi de bir macera filminden farksız. Yemen Cephesi’nde Osmanlı ordusu için savaşırken, İngilizlere esir düşüyor. O ve birkaç esir, toprağı kazarak tutuklu koğuşundan kaçıyorlar. Çölde geceleri yürüyor, gündüzleri saklanıyorlar. Bir İngiliz uçağı onları bulmakta gecikmiyor, geri getiriliyorlar. Ardından Fransızlar, bir tabur dolusu Ermeni esiri İngilizlerden parayla satın alıyor ve Kıbrıs’a götürüyorlar. Dedem, “Adam başı 20 paraydık” der, öğrendiği Fransızca komutları tekrarlardı. Altı ay boyunca askeri eğitim alıyorlar. Köyde kalan ailelerinin başına gelenler, birer birer anlatılıyor. Dedem inanamıyor. Kıbrıs’tan Adana’ya götürülüyorlar, orada gördüklerinden sonra gerçeği anlıyor. Fransız ordusunun kıyafetleriyle, öfke içinde, önlerine çıkan her şeyi yakıp yıkarak Erzurum’a doğru ilerliyorlar. Sonunda bir gün “savaş bitti” deniyor. Silahını atıp ardına bile bakmadan köyüne koşuyor. Ne anne babasını, ne karısını bulabiliyor, ne de üç küçük çocuğunu… İki büyük ağabeyi, 16 yaşındaki erkek kardeşi, kız kardeşi, akrabalarının hiçbiri yok. Yapayalnız… Köydeki büyükler, Arik yayamla Mesrob dedemi evlendiriyorlar. Dedem, doğan ilk erkek çocuğuna, yani babama, yitirdiği küçük erkek kardeşinin ismini veriyor: Arşak. Yaşadıkları her şeyi zihinlerinden silip, Burunkışla’daki hayatlarını yeniden kuruyor; toprakla, tarımla uğraşıyorlar. Ta 1930’a kadar… O tarihte Arnavut göçmenler getiriliyor bölgeye ve Ermeni ailelerin evlerine dağıtılıyorlar. Dedem binbir zorlukla, kendi elleriyle yaptığı evinin alt katına zorla yerleştirilen bir yabancı aileye artık dayanamıyor, pes ediyor. Kendi evlerini terk ediyorlar. Evsiz, parasız, işsiz ve mesleksiz, biri kundakta üç küçük çocukla birlikte İstanbul’a göç ediyorlar. Kısa bir süre sonra çıkan Soyadı Kanunu, bu kez de soyadını gasp ediyor. Nüfus memuru, Hampartsumyan soyadını beğenmiyor, çok zor buluyor. Zorla “Turay” yazıyor kütüğe. Babam, yıllar sonra erkek kardeşime Hampartsum adını koyduğunda, dedem sevincinden günlerce ağlıyor, torununu “babam” diyerek seviyor.
Besse Kabak
1915'te, annemin dedesinin ailesinden otuzun üzerinde insan öldürülmüş. Sasun'daki Bedros Arakyal Manastırı'nda papaz olan kardeşi de ölenler arasındaymış. Geriye büyük dedem Istepan ve iki yeğeni kalmış. Yeğenlerinden kız olan evliymiş. Başka köyde yaşadığı için kıyımdan kurtulabilmiş. Erkek yeğeniyse, bir kadının onu ateşin içinden çekip çıkarması sonucunda hayatta kalabilmiş. Vücudundaki yanık izlerini, ömrünün sonuna kadar taşımış. Ancak, daha sonraki dönemde de İslam dinine geçmek zorunda kalmış. Annemin baba tarafının hayatta kalanlar ise Devreş (Arap) Ağa'yla evli olan halaları sayesinde olmuş. Annemin amcaları, kendilerini her zaman büyük halalarına karşı borçlu hissetmişler. Babamın hem annesi, hem de babası, 1930'lu yıllarda Sasun'da başlayan isyan döneminde askerler tarafından öldürüldükleri için, babam ve halama, amcaları Avak sahip çıkmış. Beş altı sene süren isyan döneminin ardından, 1938'de başlayıp on sene süren İzmir sürgünlüğü derken, aile, canlarını, dinlerini, dillerini kaybetmiş. Ancak, Avak Amca sayesinde babam ve halam kendi kimliklerini, dinlerini, dillerini koruyabilmişler. Avak Amca, yaşadıklarının bir kısmını, bizi ziyarete geldiğinde anlatmıştı:
"1915'te ben 10 yaşlarındaydım. Bir sabah damda otururken, baktım uzaktan bir karaltı yaklaşıyor. İnsanlar balta, kürek, kazma, orak, arık ne bulmuşlarsa alıp Ermenileri öldürmek için yola çıkmışlar. Dedenizle beni çobanlık, rençberlik yapalım diye öldürmediler. Muşlu bir adam vardı. "Sizin yaşayıp yaşamayacağınız belli değil. Ama kız kardeşinizi bana eş olarak verirseniz, o yaşamaya devam eder" demişti. Ablam, çok güzeldi. Sarışın, renkli gözlü. Abim, onun kurtulması için adamın isteğini kabul etti... 1930'larda başlayan isyan döneminde, askerler tarlaları evleri yakıyorlardı. Ne yemek, ne ekmek, hiçbir şey yok. Hastalıklar, kıtlık başladı. Kalktım Muş'taki bacımın yanına gittim. 'Askerler abimizi öldürdüler. İki öksüz yavruya ben bakıyorum; ama ne ekmek, ne yemek, çocuklara verebileceğim hiçbir şey yok. Böyle giderse, çocuklarla birlikte açlıktan öleceğiz. Belki buraya gelsek, hayatımız kurtulur’ dedim. Ablam, ‘Ermeni olduğunuz için sizi burada yaşatmazlar. Ama din değiştirirseniz, belki o zaman bir şey yapmazlar’ dedi. Ona, ‘Ailemizden geriye sadece biz üçümüz kaldık.Yaşarsak, Ermeni olarak yaşarız. Yaşayamazsak da Ermeni olarak ölürüz’ dedim. Köyümüze geri döndüm. Yeri geldi, değirmenden un çalıp suda haşlayıp babangilin karnını doyurabildim. Yeri geldi, aç susuz dağlarda saklanarak yaşadık, ama Ermeni olarak yaşamaya devam ettik."
Vahan Dikiciyan (1953), ABD
Rahmetli babam Kirkor Dikiciyan, 1330 Yalova Orhangazi doğumluydu. Ama nüfus kâğıdı Sivas Zara’dan çıkarılmıştı. Babam, tehcir zamanı 6 aylık olduğundan, babamı kim oralara kadar götürdü, sonra ne oldu da yetimhaneye verilebildi, kimse bilmiyor. Babamı yetimhaneden Vahram - Ağavni Dikiciyan ailesi evlatlık almış. Onların çocukları yokmuş. Babamı evlatlık alarak İstanbul’a gelmişler. Babamı Hintliyan Okulu'nda okutmuşlar. Dedem, yazma ticareti yapıyormuş. Kendisi varlıklı birisiydi. Varlık Vergisi zamanında, ona 5.000 TL vergi yazmışlardı.
Vahram Efendi, aynı zamanda çok da hayırsever bir insandı. Hatta şu an Taksim Surp Harutyun Kilisesi'ne girildiğinde, sağ taraftaki duvardaki yazıda “Eseyan Okulu'nun kaloriferleri Dikiciyan Ailesi tarafından yapıldı” yazısını okuyabilirsiniz. Babama sadece kimlik vermişlerdi. Resmen evlat edinmediklerinden, aile bireyleri rahmetli olduğunda varlıklarının çoğunu 5 Hasdadutyun dediğimiz 5 büyük kurumumuza paylaştırmışlardı. 1953’te dünyaya geldiğimde, ailem ismimi Vahram koymak istemiş, ancak yanlış bir şey yapmış olmaktan çekindikleri için Vahram yerine, o ismi çağrıştıran Vahan ismini vermeyi tercih etmişler.
Ben on yaşlarımdayken, babamın öz kuzini, Fransa’dan buluyor babamı. İsmi Ovsanna'ydı. Ama nasıl bulunmuşlarsa birbirlerini, bilmiyorum. Seneler sonra Ovsanna, başka bir ipucuna ulaşıyor. Yetmişli yıllarda İstanbul’a gelerek, babamla birlikte Orhangazi’ye gidiyorlar. Orada, aradıkları akrabalarını bulmuşlardı. Teyzeleri, tehcir sonrası hayatta kalabilmişti. Müslüman olarak yaşamaktaydı.
Sevgili Indza yayamın hikâyesi ise biraz değişik. Kendisi, Samsun Bafra doğumluydu. Tehcir zamanı vapur yanaşmış limana, gidecekler; fakat erkek kardeşleri yok ortada. Bunlar üç kız, büyükleri Anjel, yayam Indza, küçük kız kardeşleri Baydzar. Erkek kardeşleri Garbis ise kayıp. Vapurun hareketine kısa bir süre kala, küçük kardeş Baydzar “Garbis yok!” diye başlar ağlamaya. Vapurdan geri inmek ister ve ağlayarak iner. Yayam zavallı, iki arada bir derede, o da onu arkasından iner. Ama Anjel inmez ve Amerika’ya gider. Yıllar sonra onlar da birbirlerini buldular, ancak onların da birbirlerini nasıl bulduklarını tam bilmiyorum.
Tekrar nasıl olduğunu bilmiyorum, ama yayam ve küçük kız kardeşi Baydzar, kaybolan erkek kardeşleri Garbis’i Bafra’da bularak birlikte İstanbul’a gelirler. Garbis dayımızın hafızası kuvvetliydi. Hatıraları, yaşadıkları çoktu. İsim günü kutlamalarında bir araya geldiğimizde uzun uzun anlatır, âdeta yaşardı. Onun yürüyerek yapmış olduğu uzun bir yolculuğuna dair anısını hâlâ hatırlarım. Yolculuk sırasında, nerdeyse donmak üzereymiş. Bir kapıyı çalmış, açmışlar, Garbis dayımın halini gördüklerinde ona acımışlar. Hemen elbiselerini çıkartıp tezekle vücudunu sıvamışlar, yatırmışlar. Ertesi günü ancak kendine gelebilmiş ve donmaktan kurtulmuş. Sanırım Alevi bir aileymiş.
Anjel yaya, 1974’ün mayısında Amerika’dan İstanbul'a gelmişti. O tarihte ben de askerden izinli gelmiştim. Bir ona baktım, bir de 5 yaş küçük yayama. Yayam, sanki Anjel yayadan 10 yaş daha ihtiyardı. Anjel yaya, ilerlemiş yaşına rağmen gencecik, pırıl pırıl dururken, zavallı çilekeş yayam, iki büklüm çökmüş yıpranmış duruyordu..
Hilda Teller Babek (Paris)
Annem, Sivaslı anne ve babadan, İstanbul'da doğmuştur. Babam Sivas'ta, Sivaslı aileden doğmuştur. Ben doğal olarak iki dede, iki nine tanımam gerkirken, sadece anneannemi tanıyabildim. 1915'te kocaman bir aileden yalnızca iki kardeş sağ kalabildiğinden, anneannem 11 yaşında kendi terimi ile kaflelerle, Sivas'tan Der Zor çöllerine Halep'e ulaşmış. Üç kez köle olarak satıldığını anlatmıştı. Hatta bir evde, salgında veba kapan anneannemi ahıra atmışlar, kimse bakmamış. Aynı evin oğlu da vebaya yakalanıp ölmüş. Evin ninesi, bunun kendilerine Allah'ın cezası olduğunu söylermiş. Daha sonra yetimhaneler yolu ile 17 yaşında İstanbul'a gelmiş. Kendinden 20 yaş büyük, tüm ailesini kaybetmiş dedem ile evlendirilmiş. Son yaşlarında bunamıştı ve sürekli askerlerin geldiğini, kendilerini öldüreceklerini, şeyhlerden, yetimhanelerden, Kızılırmak'ın kan aktığından bahsederdi.
Babamın babası, Sivas'ta sarrafmış. İki erkek kardeş, eşleri, çocuklar, kız kardeşleri aynı evde yaşarlarmış. Bir gün gelip dedemi ve kardeşini dükkânlarından alıp götürmüşler. Kız kardeşi hemen gidip onları aramış, hapishanede bulmuş. Ertesi gün yemek götürmüş, ertesinin ertesi günü gittiğinde kimseyi bulamamış. Yolda gelirken, pazarda birinin sattığı giysilerin arasında abisinin ceketini tanımış ve orada düşüp bayılmış. Babamı, kardeşlerini, amca çocuklarını ve kadınları, komşuları korumuş.
Sofia Agopyan, Yerevan
Annemin dedesi Avedis, soykırımdan önce İstanbul Kadıköy'de yaşıyordu. Babası öldürülmüş, annesiyle abisi ise kayıpmış. Avedis, 1915'te nişanlısı olan Heybeliadalı bir Rum kızı Apraksi ile beraber, gemiyle Yunanistan'a kaçıyor. Zengin bir ailenin çocuğu olan Avedis, İstanbul'dayken evleri talan ediliyor, kaçarken çok az eşya alabiliyorlar. Yunanistan'a varınca her şeye sıfırdan başlamak zorunda kalan Avedis ile Apraksi, Selanik'te kilisede "bsak" oluyor, evleniyorlar. Üç çocukları oluyor, Agop, Meyrem ve Vahan dedem. Dedem, Atina'da dünyaya geldi. Avedis, işçi olarak çalışırdı. Zor şartlara dayanamayıp Apraksi hastalanıyor. Soykırımdan kurtulan göçmenlerin yeni "katili” olan verem hastalığı, Apraksi'nin ölümüne sebep oluyor. Annesi vefat ettiği zaman, dedem 6 aylık bebekti. Fakat ölmeden önce, hastalığını öğrenince Apraksi, dedemi Ermeni kilisesine götürüyor ve çocuğunu papaza emanet ediyor: "Ben öleceğim, oğlum kurtulamaz, diğer çocuklarım daha büyük. Bir parça kuru ekmek olsa da yiyip dayanırlar, ama bu bebeğime Avedis bakamaz, ona süt veren olmaz. Oğlum kilisede kalsın büyüsün, sonra Avedis onu alır.” Dedem kilisede kaldı. Fakat daha sonra, çocuğu olmayan başka bir Ermeni aile gelip onu evlatlık olarak almak ister, papaz Avedis'e haber verir. Avedis de kendi çocuğuna normal bir eğitim ve güzel gelecek veremeyeceğini düşünüp çaresizlikten bu teklifi kabul eder. “En azından oğlum daha güzel çocukluk geçirir” diye düşünür. Yeni ailesi, dedeme Artin ismini verir. Fakat Avedis'in yanlışı vardı maalesef. Dedem ancak ilkokul okuyabildi, çocukluğu Atina'nın sokaklarında gazete ve su satarak geçti. Dedem, 12 yaşındayken hikâyesini öğreniyor ve çok etkileniyor. 18 yaşındayken Atina'dan Ermenistan'a geliyorlar, öz babası aynı gemideyken birbirlerini tanımıyorlar. Daha sonra Yerevan'dayken Avedis, oğlunun Ermenistan'da olduğunu öğrenince, hemen arayıp buluyor. Dedem, Yerevan merkezinde yeni evini kendi elleriyle inşa etti ve yeni hayata başladı... Dedem, 1992'de vefat etti, ben 4 sene önce dedemin gerçek annesi olan Apraksi'nin halen Heybeli'de kalan akrabalarını tesadüfen bulabildim.
Herman Purutyan (50)
Dedemin babası köyün ağasıymış, Everek’e gelen misafir onlarda kalırmış. Bir gece geç saatte atlılar gelmiş. Dedemin babası, “Kalkın yer yapın, misafir geliyor” demiş. Gelenler atlı askerlermiş, “Toparlanın, yarın yola çıkıyorsunuz” demişler. Ertesi sabah yola koyulmuşlar, ancak hiçbir yere gitmeye fırsatları olmamış, köyün biraz ilerisinde infaz edilmişler.
Dedem Garabet ve büyükannem Marta Arslanoğlu çok şanslıymış (!). Der Zor çölüne kadar yürüyebilmişler. Onlar Sazak Köyü'nde yaşıyormuş ve sürgüne oradan çıkarılmışlar. Dedem, Talas’taki Amerikan Koleji’nden mezunmuş ve 1915’ten önce öğretmenlik yapıyormuş. Ermenice ve Türkçe dışında, İngilizce ve Arapça da biliyormuş. Tehcir yolunda küçük bir oğulları varmış beraberlerinde, yolda açlıktan ölmüş. Sürgünde bir oğulları daha olmuş, fakat onu da kaybetmişler. Birkaç yıl büyük zorluklar altında yaşamışlar, sonra duymuşlar ki geri dönebilmek mümkün, dönmüşler ve bu kez Develi Köyü'ne yerleşmişler. Sürgünden önce öğretmen olan ve dört dil bilen dedem, bir ağanın yanında tarlada ırgat olarak çalışmaya başlamış. Yayam ise ev hizmetlerinde yardımcılık yapmış. Sonra Everek’e geçmişler, beş çocukları olmuş. 1950’lerde İstanbul’a göç etmişler.
Shant Tashjian (51)
Dedem Ohannes Taşcı, 18 yaşındayken, ailenin pek çok üyesi Arapgir’den sürgüne gönderilmiş. Kardeşi Minas’ı, anne ve babasını son görüşü olmuş. Yüzlerce genç kurşuna dizilmiş, binlercesi yola çıkarılmış. Ailenin kızlarından birinin bir Türk'le evlenmesi sayesinde, bir kısmı kurtulabilmiş. Dedem de onlardan biri…
Mardiros Miroğlu da öbür dedemin babası. İki jandarma gelip büyük dedemi sormuşlar ve alıp götürmüşler. Bundan sonra gören olmamış, nerede nasıl öldürüldüğü bilinmiyor. İkinci gün gelip büyükanneyle konuşmuşlar ve tüm mal varlığına el koyacaklarını söylemişler. Büyükanne, toparlanmak için biraz müsaade istemiş. Yanına taşıyabileceği ne alabiliyorsa alıp, beş çocuğuyla damdan dama geçerek evden kaçmış. Biraz para ve altın, biraz da iyi komşularının sayesinde hayatını ve çocuklarını kurtarmış. Varlığımızı ona borçluyuz.
Talar Margarosyan
Ailem Kayseri kökenli. Büyük dedemin kardeşi Vahan Donabetyan, 18 yaşında taşlanarak katledilmiş. Diğer kardeş Manuel Donabetyan, sürgünde kaybolmuş, yaşı kesin bilinmiyor. Makruhi Donikyan Haceryan, 13 yaşında sürgün edilmiş ama hayatta kalmayı başarmış.
Jandarma köye geldiğinde, gençleri köyün meydanına toplar. Ağır bir kayayı kim kaldırabilirse bu zulümden kurtulacak denir. Vahan ilk öne çıkan olur, taşı kaldırır ve anında öldürülür. Annesi bu görüntüye şahit olur. Kardeşi Manuel sürgüne çıkarılır ama bir daha kendinden haber alınamaz.
Kız kardeş Makruhi ise anne ve babası öldürüldükten hemen sonra, köyün Türk ailelerinden biri tarafından gelin alınması sayesinde, hayatını kurtarır. Müslümanlaştırılmayı kabul etmediği için 3 ay ahırda kilitli kalır. Birisinin yardımıyla bir gece saman taşıyan bir kağnının içine saklanıp kaçar ve Gemerek Köyü'ne geri döner. Makruhi’nin ikiz erkek kardeşinin izi, 60 sene sonra Ermenistan’da bulundu; yeğenlerinin bir tanesini görebilme şansı oldu.
Manuel’in ailesinin bir kısmı devşirilmiş ve İslamlaştırılmış, hayata Müslüman olarak devam ediyorlar.
Selma Melekyan (54)
Yayam Zartar Babikyan Vartabedyan, Bayburt’tan Sivas’a gelin gelir, evlenir ve üç çocuğu olur. Olaylar başladığında eşi, kayınvalidesi ve kayınpederi, eşinin yedi kardeşi gözlerinin önünde öldürülür. Yayam da üç çocuğuyla Der Zor’a doğru sürgüne çıkar. Yolda üç çocuğunu da kaybeder, her birini bir dağa gömer. Der Zor’da bir Fransız kampında, altı ay sırtında taş taşır. Dört yıl boyunca Musul’dan Kerkük’e, her yere sürülür. 1918’den sonra irtibat kurabildiği bir yakını sayesinde, İstanbul’a gelir. Bayburt’taki ailesini de kaybettiğini öğrenir. İstanbul’da yaptığı ikinci evlilikle, mamam ve kardeşleri dünyaya gelirler.
Talin Papazyan (56)
Babam, iki kardeşi, annesi ve anneannesi, iki dayısı, dayıların eşleri ve çocukları, Bursa Orhangazi’ye bağlı Büyük Yeniköy’den Der Zor’a doğru sürgüne çıkarlar. Yolda dayılardan biri, evini bırakmak istemez ve ailesiyle birlikte geri döner. Evine yerleşen kişiler tarafından tüm aile öldürülür. Aile, bunu dört yıl sonra öğrenir. Konya’ya vardıklarında yayam, onları Der Zor’a doğru sevk eden paşaya yalvarır, çünkü eşi Mardiros Kelmelekoğlu, Gelibolu’da Osmanlı ordusunun bir askeri olarak düşmana karşı savaşmaktadır. Bunu duyan paşa, yayamı, üç çocuğunu ve annesini alır ve kendi konağının ahırına yerleştirir. Yolda diğer dayının altı aylık bebeği, babamın sırtında açlıktan ölmüştür. Dayı, karısı ve kalan tek çocuğuyla sürgüne devam eder, o dayıdan bir daha haber alınamaz. Babamlar dört yıl bir ahırda yaşayıp paşanın ailesine hizmet ederler, bu şekilde hayatta kalmayı başarırlar. Savaş bittiğinde paşa, askerdeki Mardiros’u bulur. Mardiros, Konya’ya gelir ve ailesini alır, İstanbul’a yerleşirler. Çünkü kendilerine ait olan çiftliğe, araziye başkaları yerleşmiştir.
Mari Akbaş (52)
Dedem Veredik Beşeryan (veya Beşiryan) Hınıs’a bağlı bir köyde, 1903’te, varlıklı bir ailenin çocuğu olarak doğmuş. Küçük yaşında ailesinden ayrı düşmüş, bir grup çocukla birlikte Hınıs’tan kaçarak, dağlarda saklanarak, Kayseri’ye kadar gelmiş. Dedem ailesinden hiç haber alamamış, ta ki bir gün 60’lı yaşlarında iken, radyoda ailesinin kendisini aradığını duyana kadar… Heyecandan nereye başvuracağını anlayamamış. O günden ölümüne kadar, o radyonun başından ayrılmamış; tekrar anons edilir de ailesinin adresini duyar umuduyla beklemiş tam üç yıl. Dedem, aile hasretiyle 65 yaşında vefat etti. Biz kalanlar, hâlâ ailesinin izine rastlayamadık.
Yayam Mayreni, 1909 Kayseri doğumlu. Soyadı hakkında bilgimiz yok. Babası öldürülmüş, kendisi ve iki erkek kardeşi ile saklanarak kurtulmuşlar.
Dedem Yeğya Kiğı, 1908 Kayseri doğumlu. Ailesi öldürülmüş, erkek kardeşiyle birlikte bir Kürt ağasının yanında çobanlık yapmışlar. Daha sonra kardeşi, bu ağa tarafından dövülerek öldürülmüş. Bunun üzerine dedem, ağanın evinden kaçmış ve başka bir köyde büyümüş.
Yayam Hayguhi, 1905 Kayseri doğumlu. Soyadını bilmiyoruz. Talas’ta bulunan Amerikan Koleji’nden mezun. Anne babası küçük yaşta öldürülmüş. Bağ bahçe sahibiyken her şeyini kaybetmiş ve yaşadıklarından dolayı aklını yitirmiş bir annenin, okuma yazma bilmeyen kızı.
Dedelerim ve yayalarımla ilgili maalesef daha detaylı bilgiye sahip değiliz. Hep sustular, Soyadı Kanunu'yla da eski soyadlarını unutup yeni soyadlarıyla birlikte, geçmişlerini de, atalarının isimlerini de kalplerine gömdüler.
Hepsi, Balıklı Ermeni Mezarlığı'na gömülü...
Bercuhi Berberyan
1973’te ölen yayam Maryam, 1915’te 20 yaşında, Sivas Kangal'a bağlı Bozarmut Köyü'nde yaşıyor. Bardakçıyan'ların oğluyla evli ve bir bebeği var. Her iki aile de zengin köy eşrafından. Eşini gece yarısı yatağından kaldırıp götürmüşler. Kayınpederinin ‘ağırlığınca altın’ teklifini önce kabul etmiş, sonra hem altınları, hem herkesin canını almışlar. Ağabeyi (büyük dayı) kaçarken sırtından vurulmuş, öldü sanıp bırakmışlar. Ömrünün sonuna kadar ciğerinde bir mermi taşıdı. Maryam’ı, kaymakam kaçırarak kurtarmış. Ama bu kaçış esnasında, bebeği İskender kaybolmuş. Elli yıl sonra, izini Leninakan’da (Gümrü) bulduğumuzda, iki yıl önce ölmüştü. Yabancı misyonerler tarafından bulunup yurt dışında bir yetimhaneye gönderilmiş. Büyüyünce kendi arzusuyla Ermenistan’a gitmiş. Bir süre eşiyle mektuplaştık, şimdi izi kayıp. Maryam’ın yanına sığındığı kaymakamın ısrarıyla evlenmek zorunda kaldığı kendinden 25 yaş büyük dedem Baruyr Artinyan (1946’da öldü) ise köyün kâhyası ve olaylar başladığında başka bir kadınla evli. Dedemi bir direğe bağlayıp, 22 kişilik sülalesini ve hamile eşini gözünün önünde öldürmüşler. Sırası geldiğinde, dağlardaki eşkıyalar köye inip onu kurtarmışlar. Nedeni minnet. Zira aynı zamanda ‘ocaktan’ bir şifacı olan dedem, defalarca evinden alınıp, gözleri bağlı olarak götürüldüğü dağlarda, nice mermi yarası tedavi edip birçok can kurtarmış.
Vartanuş Kendirli (79)
Mamam Eva Atılmış, şöyle anlatırdı: “12 yaşındaydım. Sağımızda solumuzda jandarmalar, dağ bayır yürüdük. Açtık, sıcaktan kavrulmuştuk, ayaklarımız şişmişti, yolda ölülerin üzerinden zorlukla geçerek Mancılık’a (Sivas) vardık. Jandarmalar bizi kiliseye doldurdu, uyumuşum. Uyandığımda kimseler yoktu. Diğerleri sürgüne devam ederken jandarmalar beni farketmemişlerdi. Müslümanlaşmış bir aile, bana kapısını açtı. Daha sonra Çeçen bir ağaya evlatlık verildim ve evlenene kadar o ailenin himayesinde yaşadım."
Aruş Taş (1956), Sasun doğumlu
1915 yılında babamın annesi kız ve erkek kardeşleri, atıldıkları Sasun Nehri'nde boğularak ölüyorlar. Aileden sadece babam Dikran, dedem Aziz, bir de dedemin küçük kardeşi Yusuf kaçarak kurtulabilmişler. Onlar da günlerce dağlarda saklanarak yol almışlar. Kaçarlarken babam dedeme "Keşke bizi yakalamasınlar da amcayı yakalasınlar" deyince, dedem babama çok kızıyor. Oğlunu Badurmut dağlarında bırakıp gidiyor. Amca Yusuf yeğenini görmeyince, abisine "Dikran nerde?" diye soruyor. Dedem de babama küfrederek "Beni çok üzdü. Şu taşın altına attım" diyor. Bunun üzerine iki kardeş kavga ediyorlar. Amcası geri dönüp babamı alıyor. Aradan ne kadar zaman geçiyor bilmiyorum. Kendi köylerine geri dönüyorlar. Sonra ortam tekrar bozuluyor. Askerler köylerde arama yapıyorlar, geride kalan var mı diye. Köydeki dacikler (Arap komşuları) dedemleri büyükçe küplerin içinde saklıyorlar. Askerler, "Küpün içinde ne var?" diye sorduklarında, turşu olduğunu söylemişler. Ama ne olur ne olmaz diyerek ona göre tedbir de almışlar. Dedemlerin üzerini, örtü veya yapraklarla örtüyorlar. Üstüne de kuru turşu serpiyorlar, suyu çekilmiş de kuru kalmış gibi. Veya süzme yoğurt koyuyorlar. Daha sonraki bölgede çıkan isyanda dedem ve kardeşi, yanılmıyorsam 1935 veya 1938'de, yakalanarak Siirt'e götürülüyorlar. Galiba orada birkaç ay kalıyorlar. Her ikisi de birbirlerinden habersiz kamptan aynı gün kaçıp, köylerine dönmek için yola koyuluyorlar. Dedem Aziz, sorun yaşamadan köyüne dönebilmiş, ama kardeşi Yusuf onun kadar şanslı değilmiş.
Yusuf Amca kaçarken yorgunluktan tarlalarda biçilmiş otların kümeleri üzerinde uyuyakalıyor. Uyandığında bir bakıyor ki, köylüler etrafını sarmaya başlamış. Kadınlardan biri "Burda fıllaye Kavar yatıyor" (Kavar'ın Ermeni'si burada yatıyor) diye çığlık atmış. Kadınlı erkekli köy halkı, ellerinde sopa, kazma, onu çembere almışlar. O da nerden bulmuşsa, elindeki sopayı saklamış. Nerden kaçsam kurtulurum diye gözüyle kestirmeye çalışmış. Kalabalık yaklaştıkça kaçmanın zor olacağını düşünmüş. Sonunda kadınların olduğu yerde çember daha zayıftı diye düşünerek sopasını kadınların olduğu yere fırlatıyor. Bir iki kişi yaralanınca, açılan boşluktan koşarak ormana kaçıp kurtulabiliyor. Günlerce aç susuz kaçmış, ama sonunda köyüne geri dönebilmiş.
Mamamın maması Hazzo, Bılvinig köyündenmiş. 1915'te Hazzo yayam, bir başkasıyla evliymiş. Kocası tehcir zamanında ticaret için gittiği Halep'te bulunuyormuş. Geri dönmeyince de herkes onun öldüğünü sanmış. Köydeki Müslümanlar yayamla evlenmek istemiş, ancak yayam "Asla Müslüman biriyle evlenmem" diyerek kabul etmemiş. Sonunda dedem Hagop’la evlenerek, ikisi erkek üçü kız, beş çocuk sahibi olmuş.
Bir teyzem, henüz 16 yaşındayken hastalık sonucu ölmüş. Diğer teyzem de 1940'larda kocasıyla birlikte Suriye Kamışlı'ya göç ettiğinde, Kamışlı'da teyzemi gören bir fırıncı şaşırarak "Kızım sen kimsin, ismin ne?" diye sormuş. Teyzem ismini söylemiş. Adamın şaşkınlığı daha da büyümüş. "Nerden geldin?" demiş. Teyzem "Sasun'dan" deyince, adam "Annenin ismi Hazzo mu?" diye sormuş. Teyzem şaşırmış "Annemin adını nereden bildin?" demiş. Adamın gözleri dolmuş. Sarılıp teyzemi öpmüş "Tıpkı annene beziyorsun. Ben annenle evliydim. Tehcir kararı çıkınca, onun da öldüğünü sandığımdan geri dönmedim" demiş. Adamın hâli vakti yerindeymiş. Çoluk çocuğu da varmış, ama teyzeme "Sen de benim kızım sayılırsın" diyerek ölene kadar teyzeme sahip çıkmış.
Yayam olsun, annem olsun, ölene kadar oturdukları yerde sallanarak bir şeyler mırıldanıp ağlarlardı. Onlar sadece kendi ailelerinin yaşadıkları için değil, diğer insanların başına gelenler için de ağlıyorlardı. Gördükleri, tanık oldukları duydukları olaylara ağlıyorlardı.
M. D. (63), Diyarbakırlı
Yayam Anuş, maması Hamlo. Mamam nerede olduğunu hatırlamıyor ya da yayam söylememiş. Muhtemelen Güneydoğu Anadolu’da. Yayamın maması, koruma amaçlı sanırım, çok da şey anlatmamış. Mamamın bildiği, tehcir sırasında yayam bebekmiş; maması onu dere kenarındaki çalılıklara saklıyor kurtulsun diye. Ama uzaklaşırken sanırım köpek sesleri duyuyor. Dayanamayıp geri dönüp alıyor onu. Ama onlara kim yardım ediyor, nasıl hayatta kalmışlar, bilmiyor mamam. Dayısı ve dedesine de ne olduğunu bilmiyor mamam.
Serop Kamberyan (67), Sivas
Büyük dedem, o zaman 60 yaşındaki Artin Balak, iki oğlu ve karısı ile yola çıkartılır. Karısı bu tempoya dayanamaz, ölür. Yolda bir yerlerde Artin kaçar, bir köprü altında sularda gizlenir. Uzun bir süre orada tek yaşar. Birileri geldiğinde suya girip saklanır, hayatta kalmayı başarır. Ancak ömrünün geri kalanında mide ve böbrek sorunları yaşar. Ortalık sakinleşince Sivas'a döner, 20 yaşındaki Bayzar ile evlenir. İki oğlunun Halep'e yaşadığı haberi gelir, ama görüşemez, hasret içinde ölür....
Harutyun Ütücüyan, Bandırma
1900 doğumlu anneannem Öjeni Beylikçiyan (kızlık soyadı) Hüdaverdiyan (evlendikten sonraki soyadı), 1915’te Bandırma’dan tehcir edilir ailece. Babası, ablası, kendisi ve erkek kardeşiyle. Kapıyı kilitleyip giderler. Birkaç gün sonra döneceklerini ümit ediyorlarmış. Üç sene sonra iki kız kardeş İstanbul’a geri dönmeyi başarmışlar. Baba, yolda ölmüş. Erkek kardeş de Der Zor’da Fırat kıyısında kılıçlarla kafalar kesilirken yaşadığı korku nedeniyle, sarılık olmuş, ve o da yolda ölmüş. İki genç kız kardeş, binbir zorlukla İstanbul’a dönmeyi başarmışlar.
Uzun zaman öncesine kadar, padişah tuğralı tapularımızı saklıyorduk. Sonra annem (ben askerdeyken) bunları güvendiği bir avukata vermiş. Tabii bir daha geri almak mümkün olmadı ne yazık ki. İşe yarayacağından değil, ama hatıra olarak duvara asmak isterdim onları.
Bandırma Rus sınırına yakın mı? Ermeni çeteleri mi vardı orada? İsyan mı çıkmıştı Bandırma’da?
Vartuhi Hancıyan (91), Konya
O tarihte annem, babam ve ağabeyim (1 yaşında) Konya’da yaşıyorlarmış. Dedem (annemin babası) o yılın ilkbaharında sürgün edilmiş, ailenin geri kalanı (teyzeler dayılar, anneanne, kuzen) ise kış aylarında sürülmüşler. Der Zor yollarında ağabeyim yol şartlarına dayanamayarak salgın hastalıktan ölmüş. Annem ve babama Rakka’da Çerkes bir aile sahip çıkarak evlerinde saklamış. Savaştan sonra, 1922’de İstanbula gelmişler. Teyzelerim ve dayılarım Arjantin’e, amcalarım Lübnan’a gitmişler. Ben onları hiç görmedim.
Harutyun Özer (60), Malatya
Zarman yayam ve Karekin dedem, Erzurumlu iki kılıç artığı olarak benim yaşamımda acılarına dokunabildiğim en değerli varlıklarımdı. Yayam 64 kişilik aileden sağ kaldığı bilinen 4-5 kişiden biri. Dedem ise 1. ve 2. Balkan harplerinde savaşmak için askere alınır ve savaş sonrası henüz askerken silahları toplanınca kaçarak Erzurum'a geldiğinde, eşi ve yeni doğmuş oğlu ile 18 kişilik ailesinden tek iz bulamaz. Ölüm yolculuğunda onları bulmak umudu ile gündüzleri saklanıp geceleri yürüyerek eşini ve çocuğunu arar. Adıyaman'a doğru bir yürüyüş kolunu gözlerken yakalanır ve diğer erkeklerle birlikte Fırat kenarında, süngü, nacak, pala ile infaz edilir. Dedem de arkadan boynuna vurulan bir nacak ile oraya yığılır. Öldürülenlerin çoğunu Fırat'ın sularına atarlar. Gece yarısı, ölülerin bulunduğu yerden gelen bir inleme ile "Hâlâ gebermemiş gâvurlar var" diyen iki kişi, ellerinde pala ile sırtlarına yeniden vururlar. Gün ağardığında, ölüler hemen arkalarındaki bir mağaraya atılırlar ve önüne birkaç taş dizip giderler. Dedem, ne kadar ölülerin arasında kaldığını bilmiyor. Kendine geldiğinde son gücü ile sürünür ve mağara önünde kendinden geçer. Bir Kürt kadın onu görür ve eşi ile birlikte dedemi ahırlarında gizleyerek altı ay bakarak iyileştirirler. Jandarma'nın sık sık baskın yaparak gizlenmiş Ermeni araması üzerine, dedeme Adıyaman'a gitmesi salık verilir, bir de ricada bulunurlar. "Sağ kalmış sizden bir kız var köyde, buralarda ziyan olur, onu da al yanına giderken” derler. Dedem daha sonra ikinci eşi olacak olan Zarman yayamı yanına alır; önce Adıyaman'a, bir süre sonra da Malatya'ya giderler. Evlenirler, beş çocukları olur, babam, anam ve ben 1959'da İstanbul'a taşınırız.
Benim soykırım iziyle ilk karşılaşmam, sekiz yaşımda oldu. Okulum tatildi ve ben Malatya'da idim. Dedem odasında sürekli kitap okurdu ve yanına destur vermeden kimse giremezdi. O gün ahşap kapıyı iterek odasına girdiğimde, dedemi sırtı bana dönük yıkanırken gördüm. Nenem seslerden içeri girdiğimi duymamıştı. Gözlerim bir noktaya takılmış, hipnotize olmuş gibi ilerledim. Elimi sabunların aktığı kanalın için dokundurdum ve boynunun arkasındaki derin yarılmayı farkettim. Nenem o anda kulağımdan tuttuğu gibi kapının önüne koyup kapıyı kilitledi. Ben ise hem ağlıyor, hem de "Dedemin sırtına ne oldu, boynuna ne oldu, kim yaptı bunları?” diye bağırıyordum. Cevabını yıllar sonra öğrenecektim. Dedem öleli çok olmuştu ve Zarman yayam İstanbul'da bizle yaşıyordu. Ona çok sormuş ve cevap alamamıştım. Bir gün sadece bir kez, "Allah sizleri esirgesin ve kırımdan korusun" demişti.
Nubar Bebek (54), Hatay
Büyükannem Anteplidir. Büyükannem Hripsime Çitçi, 18-20 yaşlarında, nişanlı iken anne babası bir kızkardeş ve üç abisi ile sürgün edilir. Yolda Maraş'a ulaşılınca, fırıncıya ihtiyaç duyulur. Babası tüm aileyi de yanına alabilir ve fırıncılık yapmak için Maraş’ta kalırlar. Daha sonra tüm aile Halep'e gider. Hripsime, asker nişanlısıyla Suriye Rakka'da buluşur ve İstanbul'a gelip hayat kurmaya çalışırlar...
Hosrof Köletavitoğlu (59), Malatya
Dedem, ailece saklandıkları yayladan çıkıp uzun bir yürüyüşten sonra, Malatya’daki evine gizlice gelmiş. Perdeleri sıkı sıkıya kapalı evde banyo yaptıktan sonra, mum ışığında kırık bir ayna karşısında traş olurken perdeden sızan ışık hüzmelerini gören askerler, dedemi alıp bir yüzü traşlı diğeri sabunlu hâliyle götürmüşler. En son komşuları tarafından bu halde görülen dedemden bir daha hiç haber alınamamış. Bu arada ninem, buna üzüntüsünden hastalanarak ölmüş, kalan üç kardeşinden ikisi de aynen dedem gibi askerler tarafından götürülmüş, onlardan da hiçbir haber alınamamış. Kız kardeşleri ise ağa tarafından alınıp sonra dini değiştirilerek ağanın oğluyla evlendirilmiş.
Gülizar Gezer (78), Yozgat
Köyde yalnız kalınca küçük dayım Antranik, arkadaşlarıyla başka bir köye misafir olmuşlar. Gece küçük dayımı alıp götürmüşler, bir daha da gören olmamış. Baba tarafımdan hepsini kesmişler, bir kardeş hariç. Beş kardeşten sadece biri kalmış. Burunkışla’da bu yerlerin ismi hâlâ kesim deresi sevkiyat tepesi olarak geçer.
Kimler alıp götürüyorlardı? Askerler, gündüz götürüp dereye bırakıyor, geceleri de başkaları öldürüyormuş.
Nişan Çakmak (84), Yozgat
I. Dünya Harbi’nde babam, Misak, İstepan ve Avedik emmim, Çanakkale’ye asker olarak gitmişler. İki amcam, Misak emmim orada ölmüş. Misak emmim orada topçuymuş. Babam 13 yıl askerlikten sonra köye, Yozgat’ın Çakmak köyüne geri gelmiş. Koskoca köyde bir tek yaşlı kadın kalmış, sormuş neredeler diye. Kadın nereye geldin diye sormuş, babam ısrar edince, hepisini öldürdüler demiş. Babam, öldürülenlerin olduğu dere yatağında iki çocuğunu tanımış, ordan Osman Paşa tekkesinde çok iyi aile dostları olan birine gitmiş, eve buyur etmişler. O evin küçük oğlunda en küçük oğlunun elbiselerini görmüş. Babamı ahır sekisine almışlar, ahırda bu yatak senin demişler. O gece orada yatmış, yatarken gece ayak seslerine uyanmış; evin iki büyük çocuğu birbirleriyle konuşuyorlarmış, biri diğerine “Agop burada, onu öldüreceğim” diyor, diğeri de “Anamınan zina ederim Agop’a zarar verirsen, seni öldürürüm” diyor. Sabah ahırın kapısı açılmış, kapıda subay, “Agop kalk” demiş, kalkmış “Buyur subayım” demiş. Evin sahibi azık hazırlatmış, babamı almış, kendisi at ile babamı yalınayak Kayseri’deki birliğe bırakıp gitmiş.
Şahanik Sahakoğlu (73), Kayseri
Babamlar köyün en zenginlerinden, Donik Ağa derlermiş. Evde üç gelin varmış, üçü de bir hafta arayla doğum yapmışlar. Babam üç günlükken toplamaya başlıyorlar, yayam gençleri toplarlarken Hezeke'ye kıymayın, evdeki her şeyi vereyim, Hezeke'li bırakın diyor. Toplayanlardan bir tanesi, zaten hepsi benim, bunları bırakıp gelince hepinizi alacağım, niye bırakayım diyor. Gidenlerden bir daha haber yok. Maalesef üzerine dua edebileceğim mezarları bile yok.
Hırantuhi Yalçın (84), Şarkışla
1915’te babamın ailesi Sivas Şarkışla Burhan köyünde yaşarlarmış ve tehcirden sonra tekrar köye dönen olmamış. Babam o günlerde aklı erecek yaştaymış ama olanları hiç anlatmazdı, bizler büyüdükten sonra da aile toplantılarında başkaları tarafından o günler açılırsa “seferberlik hatası” derdi. Babam çok dirayetli bir adamdı. Anlatmadığı o günleri, çok sonradan yazmaya çalıştığı notlarında şöyle dile getirmişti
“1915’in Haziran ayında Şarkışla Kaymakamı, Jandarma Komutanı, 5-6 asker ve Gemerek Nahiye Müdürü ile Burhan’a geldi. Bizlere “Hazır olunuz, başka yerlere gideceksiniz. Eşyalarınızı almayınız, kendi ahbabınıza veriniz, dönünce geri alırsınız” dediler. Bu sırada komşu köylerden ahali akın etti. Bize Müslüman olursanız kalırsınız dediler. Üç dört ev Müslüman oldu ve kaldılar. İnkışla’dan aile dostumuz Sabri Efendi (kendisi kadı idi) bir kişi göndererek Müslüman olsunlar kalsınlar diye haber göndermişti, biz de olmayız dedik. O sırada amcam askerdi, sürgünü duyunca Burhan’a geldi. Komutan neden geldin diye sordu ve Çetmi Karakolu'na götürülmesi için teslim etti. Bir daha haber alamadık, amcamı yolda öldürmüşler. Bu esnada Sabri Efendi gelip, bize cahillik etmeyin oğlum, sürgüne giderseniz yollarda perişan olursunuz, ölürsünüz dedi ve akabinde kaymakamdan izin alarak biri ben üç erkek çocuk, iki gelin ve bir kız çocuk 6 kişi, her şeyimizi bırakarak İnkışla’ya (İnköy’e) Sabri Efendi'nin yanına gittik. Çevre İslam köylerden gelenler, ben yaşta olan çocukları, gelin ve kızları, malları ile beraber götürdüler diye ifade etmiş. Babam 1900 doğumlu Kirkor Anakızyan, o zaman Ermenice, eski Türkçe ve biraz da Fransızca okur, yazarmış. Birkaç yıl İnkışla’da ve Gemerek’te tarlada, fırında, ev hizmetlerinde çok zor şartlarda çalışmış, sonra da Kayseri’ye gelip yerleşmiş.
Sabri Efendi'nin torunları Kayseri’ye gelir, bizde kalırlardı. Biz birlikte büyüdük, halen görüşürüz, çocuklarımız da bu dostluğu yürütmeye çalışıyorlar.”
Nazar Binatlı
Zülfinaz yayam ve eşi Kevork, Yozgat’ta Eskipazar semtinde yaşarlarmış. Kevork, 1915 devamındaki günlerde götürülmüş ve bir daha geri dönmemiş, yayam da kızı Yerçanik ile yalnız kalmış. 5-6 sene boyunca komşularının yardımlarıyla kızını büyütmeye çalışmış, beraber yaşam savaşı vermişler. 1920-21 yılları arasında ortalık biraz sakinleştiğinde, komşular o zamana kadar saklanabilmiş olan Kirkor isimli bir gençle yayamı evlendirmişler. Bu evlilikten babam Avedis doğmuş. 1924 yılında da Samsun üzerinden gemiyle İstanbul Kadırga’ya göç etmişler. İstanbul’da da Beşiktaş, Ortaköy semtlerinde ikamet etmişler.
S. Y. (68), Adapazarı
1915 tehciri sırasında yayamın annesi ölmüş, büyük dedemin başına ne geldiğini hiçbir zaman öğrenememişiz. Anne ve babalarının yokluğunda, yayam kalan iki kardeşini korumak ve güvenli bir yere sığınabilmek için kendinden yaşça büyük biriyle evlenmiş; bu kişi dedem olur. Dedemin erkek kardeşiyle de yayamın en küçük kardeşi evlenmiş, yaşları birbirine yakın olduğu için. Böylece ailemiz iyice birbirine kenetlenmiş ve beraber yaşamaya başlamışlar. Ortanca kardeşlerini ise sağlık sorunlarından dolayı kaybetmişler. Zamanla olaylar büyümeye başlayınca, ailecek İstanbul’a gelmişler. Fakat bu sırada nasıl olduğunu bilmiyorum, yayamın küçük kardeşi kayboluyor, bütün aile İstanbul’a gelirken o Adapazarı’nda kalıyor. Yayamlar bir yandan onu aramaya, tanıdıklarından komşularından sormaya devam ediyorlar; fakat uzun bir süre aramalara cevap alamıyorlar. Biz çok zaman sonra tanıdıklardan haberini alıyoruz ki, bu evlilikten bir çocukları olmuş ve hayatta kalmayı başarmışlar.
M. Ş. (63), Sivas
Yayam 1915 tanıklarından biri. Ama hem koruma amaçlı, hem de düşmanlık beslememeleri için anneme ve teyzelerime çoğu şeyi anlatmamış. Annemin bana söylediklerinden tek hatırlayabildiğim, bu dönemde yaşayan erkeklerin çoğunu askere alıyoruz diye götürdükleri. Bir daha onlardan hiç haber alınamamış. Yayam, kız kardeşlerinden ayrı düşmüş ve kendisinden yaşça çok büyük zengin bir erkekle evlendirilmiş. Bu sırada kardeşleri onu aramaya devam etmişler. Yayamın evlenirken yanında götürdüğü eşyalar arasında gümüş bir tepsi varmış, üstünde Ermenice harflerle bir şeyler yazıyormuş. Her gün o tepsiyi toprağa bular, evlerinin bahçesine koyarmış; bir gün kardeşlerinin onu bulmasını bekler gibi. Toprağa bulamasının sebebi de evde Ermeni birinin varlığını başkalarına çok belli etmemek. Kız kardeşleri bir gün evin yakınlarından geçerken bu tepsiyi fark ediyorlar, anlıyorlar ki kaybolan kardeşleri içeride. Bahçeden içeri girip evin camından gizlice bakıyorlar, yayamı kucağında çocuğunu emzirirken görüyorlar. Onu da yanlarına alıp kaçıyorlar ve İstanbul’a geliyorlar.
Raffi Taciryan (d. 1957) Fransa
Büyükbabam Parunak Parikyan Erzurum’dan. Babası zaten Erzurum’da katledilmiş. Annesi öldürülmesin diye Parunak’a kız elbiseleri giydiriyormuş. Kız kardeşlerden biri yolda Der Zor’da ölünce onu bir ahıra gömmüşler. Diğer kız kardeşi ise Musul’a vardıklarında ölüyor. Musul’a vardıklarında aileden kendisi, annesi ve erkek kardeşi hayatta kalmışlardır. Ancak erkek kardeşi de daha sonra 1924’te hastalanıp ölüyor.
Anneannem
Harpert’ten, sürgünde yola çıktıklarında üç yaşındaymış. Kendisinden daha büyük 11 yaşlarında Dikranuhi adında bir ablası varmış. Abisi Toros ise soykırımdan önce Amerika’ya Boston’a gitmiştir. Ancak hanımı ve bir yaşındaki kızı Dzağig’i kendi ailesinin yanında bırakmıştır. Sürgün yolunda ilk önce Toros’un hanımı ölmüş. Yayamın maması bir yaşındaki torunu ve kızlarıyla kafileyle birlikte yürümeye devam etmiş. Ancak o da daha fazla dayanamamış. Kucağındaki torunuyla birlikte bir ağacın dibine yığılmış. Etraftakiler gidip baktığında kadının ölmüş olduğunu görünce çocuğu alarak yürümeye devam etmişler. Bu arada yolda giderlerken atlı biri Dikranuhi’yi saçlarından tutuğu gibi atının terkisine alıp götürmüş. Dikranuhiyi seneler sonra gazete aracılığıyla bulmak mümkün oluyor. Türk bir aile onu büyüterek köydeki bir Ermeni ile evlendirmiş.
Aileden yalnızca üç yaşındaki yayam ve ufak çocuk Musul’a varabiliyorlar. Çocuklar yetimhaneye veriliyorlar. Geride aileden büyük yaşta kimse kalmadığı için yayamın adı bilinmiyor. Daha sonra yetimhaneye gelen birisi “Bu kız çocuğu Noradzyan’ların ailesinden Araksi” deyince, anneannemin isminin Araksi olduğu öğreniliyor.
Anneannem Araksi on bir yaşına vardığında, yetimhaneye kız bakmaya gelen bir kadının oğluyla, yani Parunak dedemle nişanlanıyor. Nişanlıyken üç sene kaynanasıyla birlikte yaşıyor. 14 yaşına geldiğindeyse Parunak’la evleniyorlar.
Parunak ve Araksi, Musul’da yaşamlarını sürdürmüşler. Dokuz çocukları doğmuş. Ancak 4 erkek çocukları ya bebekken ya da doğumda ölmüş. Sadece beş kız çocukları hayatta kalmış. O süre içerisinde Parunak dedem Lübnan’daki bir yetimhanede 1 yaşında sürgüne çıkarılan Toros’un kızı Dzağig’i bularak yanlarına almış. Kızlardan Leoni’yi (annem oluyor) Bağdat’ta yaşayan kemancı Aram Taciryan’la (babamla) evlendiriyorlar.
Babam
Babam Aram’ın babası Karamanlı Tosun, annesi ise Genceli Siranuş’muş.
Tosun’un ailesi Karaman’da at tüccarıymış. Tosun dedem 1. Dünya Savaşı’nda 34 yaşındayken subay olarak askere alınmış. Hatta Balkan Savaşı’na da katılmış. Taşnak olmadığı halde Taşnak iddiasıyla yargılanmak üzere hapse atılmış. Mahkeme idam kararı vermiş. Ancak hâkim tanıdık çıkmış. Tosun dedenin babası kendisini nehirde boğulmaktan kurtarmıştır. Öyle ki hâkim ona arka kapıdan çık ve kaç demiş. (Bu olay 1921-22’de oluyor.)
Tosun dedem o arada evli ve 5 çocuk sahibiymiş ama mecburen kaçıp, Erzurum’a varmış. Bir iki yıl orada kaldiktan sonra bir Ermeni doktorla tanışmış. Bu arada Karaman’daki ailesinin de sürgüne çıktığı haberi gelmiş.
Doktor ve karısı yanlarında 17 yaşında Siranuş adında kimsesiz bir Ermeni kızının olduğunu söyleyerek onunla evlenmesini teklif etmişler.
Siranuş ise Gence’den kaçmış, gemide tüm ailesi tifoya yakalanarak ve ölmüş. Tosun ve Siranuş 1924’te evlenerek İstanbul’a gelmişler. Orada 1925’te Aram (babam) doğar. Oradan Suriye’ye giderler. Der Zor’da amcam Onnik doğar.
Tosun dedem Suriye’deki yetimhanelerden birinde öldü sandığı ilk karısına rastlar. Ancak 5 çocuğundan kurtulan olmamıştır. Onu yanına alır. Sokakta abilerinden birine rastlar, dilencilik yapıyordur. Onu da eve getirir, ancak daha sonra abisi de hastalanıp ölür. Ve aile oradan Bağdat’a varır.
Seneler sonra, 1968’de Bedevi kıyafetiyle bir adam ve oğlu gelir kapılarına ve Tosun Taciryan’ın abisi olduğunu söyler. Dedem Tosun o arada ölmüştür. Adam Ermenice Hayr Mer söylemesine rağmen artık İslam olmuştur. Bir kaç gün ağırlarlar ama adamın ailesi vardır. Çocuklarını bırakmaya gönlü elvermez ve geri döner.
Cemil Avcı, (d.1950) Sasun
O zaman babam Sefer 8-9, halamsa, 13-14 yaşlarında idi. Onlar kurtulmuşlardı. Babam, halam her şeyi anlatmışlardı bize. Kendi gözleriyle görmüşlerdi. Yalnız bizim aileden dedem Manug, kardeşleri, kadınlar, çocuklar 36-37 kişilermiş. Hepsinin evleri yıkılmış harabe olmuştur ama hâlâ yerleri belli. Daha sonra komşuları mezar kazıp gömmüşler. Mezarları da belli.
Bir de amcam Markar hayatta kalmış. O zaman o ticaret için Halep’e gitmiş. Olaylar patlak verince geri dönmemiş. Daha sonra da Ermenistan’a gitmiş. Babam anlatıyordu. “Gece yatıyorduk. Sabaha karşı Osmanlı milisleri geldi. Gelenler Araplardı, Kürtlerden kimse bize dokunmadı. Oranın Arap milisleriydi. Baltayla geldiler evimize girdiler hepsinin kafasını kestiler. Önce büyükleri öldürdüler. Biz küçüktük kaçıp Cagu’da gittik. Orada Muhammet’in evinde kaldık.”
Bizim köyümüz büyük bir köydü. Onların evi köyün diğer ucundaki bir mahallesi olan Cagut’taydı. Halam ve babası orada ne kadar kalmışlar bilmiyorum. Galiba birkaç seneden fazla olmalı. Muhammet öldükten sonra da oğlu Kerimo, babamlara sahip çıkmaya devam etmiş. Hâlâ onlarla görüşmeye devam ederiz aile gibiyizdir. Babam daha sonra on sene kadar Muş Hasköy’e gidiyor. Oradaki Ermenilerden boşalan araziler çokmuş. Bu yüzden Sasun’dan oraya göç olmuş. Daha sonra köyüne geri dönmüş, annemle evlenmiş. Dönerken yanında başka köyden Dahle adında bir tane Müslüman korucu getirmiş. Bir birlerine kardeş gibiydiler. Yıllarca birlikte yaşadık. Hesap et , babam evlendiğinden ben yedi yaşlarıma gelene kadar hala birlikteydiler. Sonra babam topraklarının yarısını ona verdi, yarısı da bize kaldı. Zaten biz de 1975’te göç edip İstanbul’a geldik. Köyde beş Ermeni aile yaşardı. Her bir aileden bir kaç kişi kurtulabilmişti. Düşün her bir aile babamın ailesi gibi kalabalıktı. Her birinden birkaç kişi kurtulabilmişti.
Annem Besse’nin ailesinden de sadece bir dedem kalmış. Dedem Misak, Kısronk köyündendi.O zaman 14-15 yaşlarındaymış. Beş altı kardeşlermiş. Sadece kendisi kurtulmuş. Annemin anne tarafı Gorov köyündendi. Meşhur garmır erts (Kırmızı Papaz) denilen ailedendi. Onlardan da üç kişi kalmıştı.
K.D. 72
Ben Sivaslı bir ailenin kızıyım. Annem ve babam her ikisi de Sivaslı olmaların rağmen ,babamın tarafı 1915 olaylarından hiç etkilenmemiştir. Zira onlar değirmende buğday öğütürlermiş. Ama annem tarafından tanıdığım ve gördüğüm, sadece annem ve teyzem olmuştur. Annem et tüccarlığı işiyle iştigal eden ve dört kızı olan bir ailenin en ufak kızıymış. 1915 olayları arifesinde dedeme soykırım ve tehcir hakkında bilgi verilmiş ama Müslüman olurlarsa tehcire maruz kalmayacakları söylenmiş. Dedem başta buna sağ kalmak adına kabul etmişse de annemiz, bir büyük kız kardeşi (ablası) “Ben ölürüm de dinimi değiştirmem” deyince daha doğrusu ben “İsa Peygamber için ölürüm” deyince, dedem de ona uyarak adını ve dinini değiştirmemiş. Sonuçta olanlar olmuş. Tüm sülalenin erkekleri kesime, kadın ve çocukları da evlerini terk edip tehcire çıkartılmış. İki teyzem evli olduklarından onlar kendi aileleriyle tehcire çıkmışlar. Annem ve Müslüman olmayı reddeden teyzem anneleriyle yola koyulmuşlar.
Annem 6-7 yaşlarındaymış ve bir büyük ablası anneleri ile yolda yürütülürken anneannem yolda bayılır veya ölür. Onu bir ağacın uzatırlar ve kendileri yola devam ederler. Güzergâh Sivas’tan Güneydoğu’ya. Yolda ablası olanlardan çok etkilenerek kendini kuyuya atar. Yolda bir hanım annemi etekleri altına alır saklar ve sonuçta kendi evine götürür. Yer Urfa Siverek. Bu bir Kürt evidir. Annem küçük olduğu için olayı tam algılayamaz. Ona çarşaf giydirirler, başını örttürürler. Adını Ayşe olarak değiştirirler. Namaz kılmayı öğretirler ve annem tam bir Müslüman olarak günde beş vakit namaz kılmaya başlar. Ayrıca devamlı şu cümle tekrarlanır: “Hıristiyanlar cehenneme gidecek, Müslümanlar cennete gidecek” diye. Bir gün annemin eline çarşıya gidip çarşıda satması için maydanozlar verirler. Çarşıda annem maydanoz diye bağırırken bir delikanlı anneme yanaşır ve dikkatlice yüzüne bakar. Annem huylanır ve azarlarcasına “Ne bakıyorsun beni tanıdın mı?”der. Delikanlı büyük olduğu için onu tanımıştır. Anneme “Evet” der. Adının “A” olduğunu ve kendisinin kuzeni olduğunu ve ablasının sağ olduğunu ve Halep’te yaşadığını söyler. O günkü şartlarla Halep’teki teyzeme annemin nerede olduğuna dair bilgi verir. Teyzem ayrı bir maceradan sonra Halep’ten İstanbul’a annemden önce gelir. Bir taraftan çalışırken, diğer taraftan da Siverek’te tanıdığı olan birilerini arar. Derken tesadüfen kendini kuyuya atan teyzemin arkadaşını bulur. Bu hanım da Siverek’te bir ailenin yanına sığınmış bir hanımdır. Bu hanımın annemin kaldığı aileyle irtibatları olduğundan annemi Siverek’te araştırıp bulurlar. Annem tabii İstanbul’a bir süre gelemez (yaşı küçük olduğu için). İlerleyen zaman içerisinde annemin yanında kaldığı ailenin bir ferdi hastalanır. İstanbul’a gelmesi gerekir. Bunu duyan teyzem, yalvar yakar annemi de yanında getirmelerini ister. Böylece annem İstanbul’a gelir. Binbir ricayla annemi o aileden alır. Tam yaşını hatırlamıyordu, ancak okula gidecek yaşta olduğunu biliyor. Annem çarşaflı, günde beş vakit namaz kılan gerçek bir Müslüman’dır. Teyzem ona Protestan bir din adamı bulur. İncil’le ona ders vermeye başlar. Türkçe, Ermenice, Fransızca, matematik ve din dersleri alır. Annem bir süre ablasına “Sen Hıristiyan ol, ben Müslüman olayım tekrar kardeşiz” der. Çünkü ona Anadolu’da annemin ifadesiyle “Hıristiyanlar cehenneme gidecek, Müslümanlar cennete gidecek” cümlesi öğretilmişti. Ama bir süre sonra, annem tam anlamıyla Hıristiyan bir ev hanımı olur. Kendisi bu konuda şöyle derdi: “Bir süre evet Müslüman kalmayı istedim, ama sonradan sağlıklı düşündüğümde Allah beni dünyaya nasıl getirmişse benim o yoldan ilerlemem lazım...”
H.D. (81)
(2012’de el yazısıyla yazıldı. Anlatıcı ve ailesi, olayın geçtiği bölgenin adını vermemeyi tercih etti)
Babam..
Babamın adı Vannes (Ohannes). Atatürk zamanı Çanakkale’de 10 sene askerlik yapmış. O zaman bir kardeşi ve bir de amcasının oğlu ile aynı yerde askerlik yapıyormuş. Kardeşi vurularak ölmüş. Amcasının oğlunun ise iki ayağı kopmuş. Ve bir zaman sonra da ölmüş. Babam da bir kaç yerinden kurşun yarası almış ve onları bana gösterdi. Babam bu 10 yıllık askerliğinin ilk 5 yılından sonra memleketinden sürülen halkının bazılarının geri döndüğünü duyunca tedavi olduğu yerden kaçarak ailesinden birini bulur diye memleketine dönmüş.
Fakat o sırada kalanlar da toplanmış. Genç yaşlı her bir ‘gâvuru’ kiliseye doldurmuşlar. Babam şöyle anlatmıştı bana: “O sırada beni de kilisenin içine koydular. Kilisenin kapısına nöbetçiler koydular. Bir gün bir çocuk, kasabın oğlu, içeriye girdi. ‘Babam size yemek pişiriyor.’ Ben de dedim, ‘Ne pişiriyor?’ Çocuk gülerek ‘Sizin etinizi, kınalı parmaklarınızı yiyeceksiniz’ dedi.
Akşam yemek geldiğinde o anda ben Ermenice bağırdım. ‘Kepçeyi kazanda bırakın. Bizim etimizi bize yediriyorlar’. Çünkü karanlık idi. Biri bir mum buldu. İçine baktılar ve kınalı parmaklar olduğunu gördüler. Kimse yemeğe el sürmedi. Yalnız ekmeği aldık. Çünkü aç idik.”
Yine bir Allah’ın mucizesi olarak babam faciadan kurtulup kaçmış. Kilisenin damı taştır, çatı değil. İçeriye gaz döküp yakmışlar. Dama çıkanları kalenin iki yanında sütün var oradan top ateşiyle öldürmüşler. Şimdi bile oradan bakarsanız duvarında kocaman kurşun deliklerini görürsünüz. Meryem Ana’nın gözyaşı damlaları gibi...
Mamam..
Mamamın adı Mayram. Bir gün ona sordum. ‘Senin mamanın adı ne?’ diye..
‘Sara’ dedi. ‘Bir de bacım vardı Ovsanna idi’ dedi.
Kendisine yine sordum, dedi, ‘Bir dayım vardı adı Bağdasar’dı. Onu çalıştığı ekmek fırınında yaktılar’ dedi. Ve mamam hep ağlardı.
Sorduğumda, o zaman çok küçükmüş, dedim ‘Tehcir zamanında sizi kim götürdü evinizden?’
‘Asker’ dedi. Sonra devam etti. ‘Mamam (Sara) önde, ben ve bacım da ellerimizi tutmuş arkasından gidiyorduk, 200 metre kadar. Mamam arkasına dönüp ağlayarak bize baktı. O sırada bağırdı asker ona. Tüfeğinin sapıyla mamamın başına vurdu ve mamam oraya düşüp öldü. Asker bir de ona tekme atıp bizi götürdü. Ve mamam orada yerde kaldı. Sonra Ovsanna’yı kayıp ettim. Ne oldu bilmiyorum. Aç, susuz, çıplak ayak ve korkuyla götürüldüğüm yolda gördüğüm Fırat Nehrine kendimi attım öleyim diye, ama beni suda gören Araplar saçımdan tutup çıkardılar.
Arap bir kadın beni evine götürdü ve beni dövüp elime bir torba verdi. ‘Eşşek pisliği, topla’ dedi. Az toplamışım, beni dövüp kızdı. ‘Sacın üzerinde ekmek pişir’ derdi. Şişi elime verirdi. Ben ekmek pişirmesini bilmiyorum. Ekmek yanardı, o da sıcak şişi elime basardı. Derdi ‘Elin yansın ki bir daha ekmeği yakmayasın’. Ve bir gün yine elime torba verdi ‘Git’ dedi. ‘Bu sefer torbayı dolduracaksın’. Ve kar yağıyordu. Ben karın altında kalmışım ve beni başka Araplar aramışlar ve donarken bulmuşlar beni. Arap kadının çocuğu yokmuş. Koynuna aldı. Sonra kadın elbisesinin yakasını yırttı ve beni elbiseden çıkardı. ‘Bu benim kızım, benim çocuğum olacak. Sahibi çıkarsa ona geri veririm. Çıkmazsa benim çocuğumdur’ dedi.
Daha sonra bir emir çıktı. Kimin evinde çocuk varsa teslim etsinler, yoksa cezalandırılacaklar, diye. Bunun üzerine beni getirip askerlere teslim etmişler. Diğer bütün çocuklarla beraber bir hana koydular. Benim kimsem yoktu. Daha önceden komşumuz olan Vannes geldi beni gördü ve tanıdı. Babasından kalan evine götürdü.”
Mamam, babamın yanında bir kaç yıl misafir kalmış sonra da evlenmişler. Arapların yanında çıkrıkta ip eğirmeyi öğrenmiş pamuk ipliğini. Geçimini onunla idare ediyormuşlar.
Ben Mayram’ın kızı olarak o Arap ailesinin ellerinden öperim. Çünkü onlar annemi yıkamış, yedirmiş, elbisesinin yakasından geçirmiş, evlat edinmiş bir aile. Ölmüşlerse Allah rahmet eylesin. Mamam ağlayarak mamasını askerlerin öldürdüğü yeri bana göstermişti.
Yeniden, Babam..
Yeniden Babamın hikayesine döneyim. Bir mucize olarak kilisedeki faciadan kurtulan babam birkaç gençle birlikte gizli bir yerde toplandıkları sırada onu ispiyon etmişler. Bu sefer babam yine Çanakkale’ye gönderilmiş, askerde sıhhiye olarak görevlendirilmiş.
Babam yeniden askere gitmeden önce memlekette olanları şöyle anlatmıştı:
‘Her 4 sokakta bir dar ağacı vardı. Antranik Paşa’ya haber vermişler. O zaman bu bölgede katliam durdu. Ve zaten olan olmuştu. O zaman ben yine asker kaçağı idim. Çünkü çocukları bir hana koyduklarını duyunca bir anda koştum onları göreyim diye. Bir de baktım Maryam oturmuş onu tanıdım. Aldım eve getirdim. O bizim komşumuzun kızı idi. Bir zaman sonra evlendik...”
Ben işte bu ailenin kızı idim. Bir gün çocuklar kapıda oynuyorlar. Komşunun çocukları ile saklambaç oynarken düşmüşler ve çocuğun annesi benim kızımı tutup duvara çarpmış. Kızımın alnı kanamış idi ve ağlıyordu. Bir de kadın bağırıyor, küfür ediyor. ‘Bunca gâvurları kesip öldürdük hala tohumları bitmedi’ diye bağırırken kocam kadının sesini duymuş. Aynı gün evimizi sattık ve sonra İstanbul’a geldik. Şimdi hâlâ kızımın alnındaki izi gitmemiştir
Büyük dayım..
Meydan denilen yerde iki ekmek fırını vardı. Bizim evden iki sokak ilerde idi. Mamam gitmek istemezdi. Derdi ‘Bağdasar dayımı, askerler aldı, fırında yaktılar.’ Hep ağlar onu söylerdi. Çünkü bizim evimiz fırın ve kilise arasında idi.
Biz İstanbul’a gittik ama babam ve annemi gelmeye ikna edemedik. Çünkü orada hayatları vardı. Ama çocuklarının hiç biri yanlarında kalmayınca seneler sonra memlekette yalnız kalan annem ve babam kendilerine yapılan tehlikeleri gördü. ‘Buradaki son gâvursunuz. Ayağınıza teneke bağlayıp gezdireceğiz...’ demişler. Bu sözlere dayanamayıp İstanbul’a gelmeyi kabul ettiler. Babam 1986 yılında kimliğinde yazılı tarihe göre 97 yaşında İstanbul’da Yeşilköy’deki evinde, Mamam ise 1993 yılında bir buçuk ay kaldığı Azkayin Hivantonats’ta bu dünyadaki hayatlarına gözlerini kapattılar.
Gününü ve ayını bilmediğim 1931 yılında doğmuşum. Şimdi 81 yaşındayım. Bir çok keşkelerim var. Fakat şu zamanlarımda onlar için bol bol dua ediyorum. Onların canına huzur ve esenlik diliyorum. Işık içinde olsunlar.
14/02/2012
Hikayeyi Agos’a ulaştıran Basse Kabak’ın notu:
Mayram yaya, İstanbul’a göç ettikten sonra hastalık sonucu genç yaşta torununu kaybetmiş. Torununun ölüm acısı, çocukluk yıllarında yaşadığı acıların tekrar yavaş yavaş gün yüzüne çıkmasına neden olur. Gözlerinin önünde öldürülen annesi, kaybettiği ablası, yakılan dayısı... Saçının perçem kısmından bir tutam alıp çeke çeke her biri için mırıldanarak ağıtlar okumaktadır. Sanki tekrar çocukluk yıllarında yaşamaya başlamıştır. Ağıt okurken çekiştirmekten saçının perçem kısmı açılır.
Son zamanlarında sadece eline lolipop verildiğinde ağıtlar okumaya ara verir. Lolilopu aldığında “Nanca tatlıdır, nanca hoşdur. Mersi” (Ne kadar tatlıdır, ne kadar hoştur) dermiş, yerken de “Ağzınız hep tatlı olsun, hiç acı görmeyin hep tatlı olun” dermiş.
Lolipopun ağzında bıraktığı tatlı tadın geçmesiyle birlikte tekrar hayatının acı anılarıyla baş başa kalır, ağıtını okumaya devam edermiş: “Anamı gözlerimin önünde öldürdüler... Bacımı kaybettim, ben beyi (kendimi) Fırat’a attım, ellerimi dağladılar...”